Dünya’da ve ülkemizde eğitim, bilim, üniversite meselesinde “bütün bu kavramların tarihsel-toplumsal içeriğini” etkileyecek bir sıçrama noktasına gelmiş bulunuyoruz. Zaman zaman tekrar da olsa bu değişime ve bunu biriktiren süreçlerine bakalım.
Eğitimin toplumsal içeriği, tarih boyunca farklı tanımlandı. Eğitim, Eski Sümer ve Mısır tapınaklarında Tanrının dünyadaki eli olarak yetiştirilecek insanları üretmenin; Romalılarda imparatorluğa hizmet vermenin; Eski Yunan’da insanın doğayı toplumu anlamasının ve kendini gerçekleştirilmesinin(belkide en tercih edilebilir olanı); Tanrıyı (Allah’ı, Yehova’yı, Kutsal Ruhu) anlamanın ve ona hizmet etmenin aracı olarak kullanıldı.
Bugünkü bilincimizi belirleyen ve tarihsel bir dönüşüme uğrayan haliyle eğitim; içeriği Fransız Devrimi’yle tanımlanıp dünyanın çeşitli ülkelerinde,ülkelerin özgünlüklerine göre uyarlandı. Fransız Devrimi insanların doğuştan sahip olduğu doğal hakları olduğunu ilan etti. (Bkz.İn.Hakları Beyannamesi) Eğitim tam da bu noktada bu doğal hakların kullanılması meselesinde insanların bu hakları kullanılabilir hale gelmesini sağlayacak temel araçtır. Aynı zamanda çeşitli toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldırmanın da aracıdır. Felsefi planda “Aydınlanma” düşüncesinin tezahürüdür bu. Feodal toplumun bağrında bulunan “doğal eşitsizlikleri” ortadan kaldırma, insanın özgürleşmesinde bir adım atma bab’ında ilerici bir pozisyondur bu.
Eğitim yukarda da çeşitli biçimlerde bahsettiğimiz gibi (gelişimi bir mücadelenin konusu olsada) doğal bir haktır.Verildiği zamana kadarki insanlığın tarihsel birikimini bireylere aktarma işleviyle bireyin sosyalleşmesini sağladığı gibi, sosyalleşen bireyler aracılığı ile de toplumun yeniden üretimini de sağlar. Aynı zamanda bir süreç olarak bireyin yeteneklerinin farkına varmasını sağlar.Bireyin kendini gerçekleştirme dolayısıyla özgürleşme sürecinin bir parçası olarak üretime dönük yeteneklerini geliştirir, mesleki birikim sağlar. Yine bu mesleki birikim üretime girdiği andan itibaren toplumun maddi araçlarının yeniden üretimini de sağlayacaktır. Yarattığı farkındalıklar, bilmeler ve bilgilerin sağladığı nesnel zeminle bireyin sorgulama yeteneğini geliştireceği için bireyin özgürleşmesine yardımcı olur. Özgürleşmiş, sorgulama yeteneği gelişmiş, toplumsallığının farkında bireyler aracılığı ile de toplumsal hayatın dönüşümüne, insani kılınmasına yarar.
Bilimsel araştırma ve bilgi üretimini de kapsayan eğitim-araştırma kurumu olarak Üniversite genel kamusal eğitimin içerisinde yukardakilerden fazla bir toplumsal işleve sahip kurumlardır. Birey açısından kendini gerçekleştirme faaliyetinde yalnız eğitim kurumu olmamasıyla ayrılır. Bir araştırma kurumu olarak bireyin yalnız aktarılanı olan (eğitilen) nesne olarak yaşadığı süreçlerin ötesinde kendisinin yeni ve farlı bilgiler üretebilmesinin de olanağını sunar. Üretilen yeni ve farklı bilgilerin toplumsal kullanıma sunumuyla da verili alışkanlıkların daha köklü değişimini sağladığı gibi bireyler için toplumsal hayatta daha gelişkin sorun çözme yeteneğinin gelişimini sağlar. Bu bireylerin mesleki düzeyde ‘görece’ daha üst,yönetici, pozisyonlarına zemin hazırlayacağı için üniversite eğitiminin-araştırma faliyetlerinin alanının ve içeriğinin belirlenmesi her zaman toplumsal bir sorun olmuş, çeşitli müdahalelerle karşılaşmıştır.
Aynı zamanda üniversite içerdiği araştırma faaliyetiyle toplumsal dönüşümde bilgi üretme ve kullanma süreçlerinin (dolayısıyla toplumun yanlış inanışlarının yıkılmasının ya da bütün bir hayatı etkileyebilecek yeniliklerin farkedilmesinin) en önemli kurumudur. Üretilen bilginin toplumsal niteliği (Bilimsel birikimler birdenbire ortaya çıkan mucizevi sonuçlar değildir.Toplumsal-tarihsel birikimin ürünü olmaları ve ortaya çıktıkları andan itibaren gelecek kuşakları da kapsayan hayatı doğrudan değiştirebilecek etkileri dolayısıyla toplumsaldırlar.)ile sermayenin kar hırsı arasındaki çatışma dolayısıyla bilginin ya da bilimin doğasında bulunması gereken özgürlük ve bağımsızlık (her türlü otoriteden hatta zaman zaman kendisinden bile) üniversiter süreçlerde temel mücadele alanlarından biri olmuştur. Fransız Devrimi’nden sonra eğitim,kapitalizmin gelişmişlik düzeyine ve sınıflar mücadelesine bağlı olarak sosyal bir hakka dönüşür. Teorik düzeyde de olsa “fırsat eşitliği” ilkesi kabul edilir. Fırsat eşitliği ilkesini sağlamak da devletin görevidir. Özerk bir siyasal organizasyon olarak devletin sosyal haklar kategorisini kabullenmesi, kapitalizmin kurulma sürecinde temel örgütlenme olan ulus devletlerin barındırdıkları toplumu kapsama derdinin de ifadesidir.
Feodal toplumda egemen fikirlerden bağımsız, dünyayı algılama ve yorumlama meselesinde “ mümkün olma” ya yaptığı vurguyla özgürleştirici bir toplumsal dinamik taşıyan “Aydınlanma” fikriyatı üniversite kurumlaşmasının da temel taşlarındandır. Bu bağımsızlık ve döneminden “ileri” de olan düşünsel zemin, üniversitenin doğasında bulunması gereken araştırma-sorgulanabilir kılma ve yaşamda karşılık arama (bütün bu süreçleri şematık sıralamayla değil eş zamanlı ve etkileşen bir biçimde yaşatma) çabası, sermayenin hem daha önce bahsedilen ekonomik ihtiyaçlarıyla hem de bir egemenlik kurumu olarak devletin (dolayısıyla egemen sınıfların örgütlü zor aygıtının) ideolojik üretim ve yeniden üretimi zorunluluğuyla, en başından, egemenlerin kendilerinin kılma çabasının muhatabı olmuştur.
Sermayenin tekelleşmesi çeşitli görünümlerle toplumsal hayata yansır. En belirgin özelliği feodalizmden kurtuluş döneminde özgürlükçü olan sermayenin, tekelleşmeyle birlikte denetim ve merkezileşme arzusunun artışıdır. Denetim arzusu bilimsel gelişmelerin teknoloji alanına uyarlanmasıyla elde edilecek daha ucuza, daha fazla üretimin getireceği kâra yansır.Hem de ideolojik üretim aygıtı olarak toplumun (aynı zamanda tüketicilerin ve tüketimin) denetlenmesinin yaratacağı kendi geleceği için güven duygusu ile karşılık bulur.Üniversiteleri sermayenin doğrudan kar güdüsünden ve de devletin baskılarından koruyacak olan temel ise bilginin toplumsallaştırılmasında aranmalıdır. Aksi durum üniversiteleri toplum dışına itecek, bilimsel özgürlüğü savunucusuz bırakacaktır. Üstüne üstlük söz konusu dönemin “modernist” doğası üretim nesnelerini, toplumun tüketimini tektipleştirdiği gibi, saldırıya karşı korunaksız kalan üniversiteleri de, (bir ideolojik üretim ve yeniden üretim aygıtı olarak) bir fabrika gibi tek tip birey tek tip toplum üreten makinaya dönüştürür.
İnsan Hakları Beyannamesi’nin ve daha sonraki mücadelelerin ürettiği sosyal hak kategorileri de bilginin doğrudan sermaye olarak algılanmasını engellemiş, söz konusu alanların toplumsallığı çeşitli serbest meslek erbabını (doktor, mühendis, avukat bilim adamı....) doğrudan satıcı ya da sermayeye emegini satarak yaşayan birer ücretli emekçi olarak algılanmaktan korumuştur.Bilgi sahipleri sermayeyle çoğunlukla devlet dolayımıyla ilişkilenmişler, doğrudan ilişki kurdukları zamanlarda da bir hizmet satışı sonucu ücret edinmeleri (çıkarlarının burjuvazinin çıkarlarıyla birebir örtüşmemesi),sermayeyle aralarında özerk bir ilişki kurulmasını sağlamıştır.Bilginin ve bilgi üreten kurumların, bireylerin, sermayeyle ya devlet dolayımında ya da hizmetini satarak ilişkilenmesi, daha önce bahsettiğimiz aydınlama felsefesi ve aydın kimliği ile sermaye arasındaki özerk alanın da nesnel temelidir. Buna bilginin doğasında bulunan anlaşılabilir-sorgulanabilir kılma işlevi eklenince 1789’dan günümüze tüm bir çağı kapsayan temel tartışmalardan olan “aydın kimliği ve toplumsal surumluluk” meselesinin temelleri de oluşur(du).
“Yükseköğretim kurumları toplumun malıdır.” (Türk üniversite rektörleri komitesinin 5 Şubat 2003 tarihli açıklamasından) Eğitimin devlet eliyle ve sosyal bir hak olarak verilmesi olsa olsa bu durumu güçlendiren bir veri olur. Var olan üniversiter pratikler ise bu duruma uygun olmaktan uzaktır. Kapitalizmin hizmetinde bir egemenlik üretme aracı haline gelmiş özellikle geri bıraktırılmış ülkelerde ise ‘aydınlanmacı’ zihniyet eliyle toplum dışı, toplumunu küçümseyen, onun gelişme dinamiklerini önemsemeyen, anlama çabasına girişmeyen, olanaklarını ve bilgi birikimini günlük hayatta kullanmanın kurumsal mekanizmalarını yaratmayan bir mekana çevrilmiştir. İç hayatını kaba bir hiyerarşiyle düzenleyen toplumuyla kurduğu ilişkiyi kendi içinde yeniden üreten kaba bir sürtüşme mekanlarıdır artık.(İst. Üniv. Ve diğeerleri). ‘Aydın’ları ise toplumunu anlamaktan aciz burnu havada birer ansiklopediye dönüşmüştür.
Bir egemenlik ilişkisine (feodalizme) karşı çıkışın içinde kurumlaşan bugünün Üniversitesi söz konusu çağda var olan egemenlik biçiminin sonlanmasında önemli roller üstlenmiştir. Fakat yeni egemenlik biçimiyle temelinden bir kapışmadan kaçınması onu doğa ve insan üzerinde yeni tahakkum biçimleri icat edebilmenin araçlarından biri haline getirir. En uç noktası Hitler’in insanı kobay olarak kullanan laboratuarlarına varan biçimdir. Hitler laboratuarları ve insanı kontrol etme deneyleri 2.Dünya Savaşı sonrası General Gehlen’le birlikte A.B.D’ye geçmiş, dönemin çift kutuplu dünyası ve soğuk savaş zihniyetinin arkasında bilim dalları bir bütün olarak askeri sınai alanın hizmetine girmiştir. Bilim bir tahakkum biçimini sürdürmenin ya da yeni tahakkum biçimleri icat etmenin bir aracı olabilir mi? Öyle olursa ne kadar bilim olur? Bilimsel ahlâktan geriye ne kalır?
Bilim ve bilgiyle sermayenin ilişkisi 2.Dünya Savaşı sonrası temelinden değişmeye başladı. Bir taraftan Hitler mirasını sürdüren askeri sınai komplekslerde ki faaliyetler, bir taraftan da bilginin sermayenin doğrudan yatırımlarına daha fazla konu olması bu değişimin ilk işaretleridir. Bilgi know-how, copyright, patent anlaşmaları....v.b süreçlerle doğrudan sermaye yatırımına dönüşür. Bilimsel süreçlerin sermayenin doğrudan yatırımlarına konu olması bilim adamlarının konumunda da değişikliğin habercisidir.
Bu süreçle 1970’lerdeki ekonomik kriz karşılaşınca etkileri günümüzü de kapsayan bir dönüşümün temeli atılır. 2.Dünya Savaşında yıkılanı yeniden imar etmekle kapitalizm yaklaşık 25 yıl süren bir refah-genişleme dönemi yaşar. 1970’lere ise çeşitli sebeplerle oluşan bir krizle girer. Bu krize sermayenin verdiği yanıt egemenliğinin dünyada genişliğine ve derinliğine (hayatın her alanını piyasanının nesnesine dönüştürme derdi ile) yaygınlaştırılması olacaktır. Üretim maliyetini düşürmek için bilimsel çalışmalar daha doğrudan teknolojik süreçlere tahvil edilir. Onlarca yılda tartışılamaz olarak tarif edilen sosyal haklar kateogorisi artık piyasalaştırmanın, ticarileşmeyi dert eden uygulama ve araştırmaların konusu olacaktır.
Diğer taraftan insanların çalışma saatleri dışında kalan ve kendilerini üretmelerini sağlayan “özgür zaman”ları artık büyük oranda kapitalizmin kendini yeniden üretme zamanına dönmüştür. Gelişen tüketim teknolojileri, görsel medyanın hayatımızdaki mutlak ağırlığı ve “ eğlenceye, bilgilendirmeye” dönük yeni teknoloji ürünleridir “ Özgür zamanda” tükettiğimiz. TV aracılığıyla kapitalizm bir taraftan ürünlerini pazarlarken (maddi-tüketimini, yeniden üretimini sağlarken) aynı anda bilinç oluşumu süreçlerine rutin haline gelmiş müdahalelerde bulunabilmektedir.Bu ideolojik üretim ve yayma araçlarında temel bir kaymayı ifade eder. Burada üniversitenin işlevlerinden birinin daha başka kurumlara devrini de görürüz. Görsel iletişim araçlarının büyük kolaylaştırıcılığında standart hayatlar pazarlamakta (farklı olma çabasını bile bir meta ilişkisine dönüştürmekte) herkesi aynı estetik değerlerle yoğurmakta buradan da bir metaya dönmüş ( varlığından ayrılmış ve varlığının mülkiyetine dönüşmüş) bedenlerimizi icat edebilmekte sonra da mülkümüzü piyasaya sunmaya (bir piyasa ilişkisi için anlık ve görünür maddi değişim zorunlu mudur?), piyasaya sunulacak bir mülk olarakta onu süslemeye, pazarlanabilir kılmaya bizi ikna edebilmektedir. Ha keza bedeni mülküne dönmüş bilinçlerin bir sonraki adımı hissiyat ve bilinç düzeylerinin mülkleşmesi “burjuvazinin kendisine benzettiği dünyaya” ** dahil olmasıdır. Bu günlük hayatlarımızın tamamen üretim ve yeniden üretim süreci olarak, aynı zamanda ideolojik hegemonyanın yaygınlaşma süreci olarak piyasaya dahil olmasıdır. Artık dünyada ayak basacak pazar geliştirilecek alan bırakmayan kapitalizm, zamanı da işgal etmektedir. 24 saatimiz piyasanın hizmetindedir.
Zamana ve mekana bu kadar yoğunlukla hakim olan kapitalizm egemenliğinin sarsılmazlığına olan inancıyla (özellikle reel sosyalizm deneylerinin çözülmesiyle ve alternatiflerinin güçsüzlüğü ile birlikte -karşıtının olmamasından değil-) kapsayıcılık derdini terketmiştir. Artık yağmalanacak alan kalmayan mekanları (Afrika) ya da tüketime dahil edemediği hayatları (A.B.D.’de evsizler) vazgeçilmiş mekanlara ve toplumsal katmanlara dönüştürmüştür. Yoksulluk adını verdiği bu vazgeçiş hayatının sınırlarına gelip kendini idamesini tehdit ettiğinde ise varlığını garanti edecek kadarına “yoksulluğu önleme” projeleri geliştirmiştir.Sisteminin kapsayıcılık iddiasını bırakması onun örgütlü gücünün de bu iddiadan vazgeçişidir. Böylece devlet basit bir iç güvenlik aygıtına dönüşmekte ( dikkat edilirse devletin küçülmesi güvenlik meselelerinde hiç tartışılmaz. Aksine sürekli yeni düşmanlar icat edilir ve askeri alanda büyür.) emekçilerin 200 yıllık kazanımları piyasanın egemenliğine terkedilmektedir. Alternatiflerinin olmadığı koşullarda klasik sömürgecilk dönemini aratacak operasyonlara ( Irak, Afganistan, Kosova...) girişmekte, bütün bu nesnel ve öznel temellerini de ulusötesi anayasaları ve kurumları aracılığıyla (tahkim, gats, mai, dtö.....vs) kalıcılaştırmaktadır.
Gözüken haliyle önünde tek engel kalmıştır. Ve insanlık geleceğinin belirsizliğinde bir yol ayrımındadır. O tek engel doğal hayatın, metaya dönüşebilecek zenginliklerin kendi sınırıdır. Değişen atmosfere bağlı iklim değişimleri solunabilecek havadaki azalma gittikçe azalan doğal kaynaklar ortalığı saçtığımız zehirlerin doğanın mas edebileceklerini kat ve kat aşması..... Bunun da sınırları belli işte ( bu arada yağmalanacak yeni gezegenlere ulaşmazlarsa yahut bilimkurgu filmlerinden anımsadığımız fanus içinde şehirler icat etmezlerse tabii) yol ayrımımızda belli. Ya toptan bir yok oluşa gideceğiz ya da sahiden başka tür bir hayatı (doğayla ve insanla tahakkum ilişkisi olmayan) arayacağız. Küçük çabaların önemini gözardı etmeden hatta belki onların açtığı yolda arayışla ama meselenin kendisinden de kaçmadan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder