17 Haziran 2009 Çarşamba

Kapitalizm ve Krizler

Yunanca "krisis" kelimesinden doğan kriz kavramı, beklenmedik bir anda ortaya çıkan kötüye gidişi ifade eder. Ekonomik buhran, bunalım diye de adlandırılan ekonomik kriz, makro düzeyde devleti, mikro düzeyde de firmaları etkiler. Kısaca tanımlamasını yaptıktan sonra, kapitalizmin geçirdiği krizleri ve bu krizler karşısında aldığı önlemlerin neler olduğu konusunda kısa bir bilgilendirme/hatırlatma yapmak istiyorum.


Sanayi devriminde geçiş aşamasından önce üretim biçimi daha çok küçük el zanaatına dayalı lonca sistemi (usta, kalfa, çırak ilişkisine dayalı kapalı üretim biçimi)'ne dayanıyordu. Buharın makinelere uyarlanmasıyla birlikte oluşmaya başlayan fabrika sistemi sanayi devriminin doğmasında büyük öneme sahiptir. Artık küçük el zanaatları atölyelerinin yerini kitlesel üretim yapan fabrikalar almaya başladı. Sanayi devrimi ile birlikte çözülen Lonca sistemi ve bu sistem içerisinde çalışanlar fabrikalarda kalifiye eleman olarak çalışmaya başladı. Böylece bu fabrikalar vasıflı iş gücünün lonca sistemi içerisindeki çalışanlardan sağlarken vasıfsız iş gücünü ise kırsal kesimden gelenlerden sağlıyordu. Tabi bu durum her ülkede farklı tezahür etmiştir. Sanayi devrimi yaşandığı süreçte Osmanlı’da, ekonomisi hala tarıma, toprağa dayalı olduğu, kapitalizmin gelişme dinamikleri bulunmadığı için ve sanayi devrimini yaşamadığı için, çözülen lonca sistemi içerisinde çalışanlar işsiz kalmıştır. Diğer taraftan batıda kitlesel üretim büyük hızla yayılmaya başlamıştır. İngiltere ile başlayan bu üretim biçimi Fransa, Almanya vs. gibi ülkelerde de kendini göstermiştir.

Tekstil sektörü ile başlayan ve gelişen kapitalist üretim biçimi ikinci olarak da metal sektöründe ağırlığını hissettirmiştir. Bu hızlı ve büyük üretim (dönemsel krizlerle birlikte) 1929 yılına kadar ta ki kara perşembe olarak anılan ekonomik bunalımın ortaya çıkmasına kadar sürmüştür.Bu ekonomik buhrandan kurtulmanın yolunu arayan kapitalizm çıkmaza girmiş ve bu çıkmazdan çıkış yolu olarak yeni politikalar benimsemiştir. Tabi bu arada 1917 Ekim devrimi ile Sovyetler Birliği kurulmuş ve kapitalizmden farklı olarak özel mülkiyetin olmadığı planlı bir ekonomi modeli benimsemiştir. Ve ulaşılan sonuçlar planlanan hedeflerin üzerine çıkmıştır. İşçi sınıfının yaşam kalitesi yükselmeye başlamış, ülkenin Gayri Safi Milli Hasıla’sı sürekli artmaya başlamıştır. Bu durum kapitalizm için tehlike arz ediyordu. Dünya ekonomik bunalım içerisindeydi ve karşısında da ekonomisi bir hayli iyi, refah seviyesi günbegün artan SSCB vardı. Bu bunalımdan kurtulmak için her yol deneniyordu. Öncelikle SSCB’de olduğu gibi planlı ekonomiye geçildi. SSCB de var olan yönetim biçimi ve üretim ilişkilerinin kendi ülkelerine de sıçramasından korkulduğu ve kapitalizmin krizini aşmak için Sosyal Devlet anlayışı benimsendi. Bu da kardan alınan payın azalması demekti.Yani sermaye sınıfı elde ettiği karın bir bölümünden dolaylı olarak(eğitim,sağlık..vs) feragat etmiştir.Tabi bu zorunluluktan doğmuştur.-Bu zor, insanlarda kapitalizmin başlangıcı olan liberalizmin toplumcu olduğu, insanların refahını artırmayı amaçladığı algısını yaratmaktadır. Halbuki kapitalizm tıkandığı noktada bu tip oyunlara başvurmaktadır.

Doğasında rekabetin olduğu ve sadece bir kesimin mutlu ve rahat yaşadığı bu sistemde topluma değil bireye önem verilmekte, sürekli olarak birey kavramı ön plana çıkarılmaktadır. İçerisinde bu özellikleri barındıran bir sistem istese de toplumcu olamaz ve toplumun refahını artırmayı amaçlayamaz, amaçlasa da başaramaz.- Bu krizden kurtulma arayışı devam ederken İkinci Dünya Savaşı sonrasında Keynesyen (sosyal devlet) ekonomi modeli benimsendi. Bu ekonomi modeline göre serbest piyasa kendi başına dengeyi sağlayamaz ve tam istihdama ulaşamaz; bu yüzden devlet piyasaları düzenleyecek, denetleyecek ve böylece elde edilecek karın sermaye lehine oluşmasını sağlayacak. Tıpkı TC’nin kuruluşundan beri yapılmaya çalışılan milli burjuvazi oluşturulmasına benzer. Devlet bu tip modellerde özel sektör lehine piyasaya müdahale eder. Keynesyen model kapitalizmin yüzünü güldürmeye başladı ve bu durum 1970’li yıllara kadar sürdü; fakat bu modelde 1970 li yıllarda eleştirilmeye başlandı. Kapitalizm bir kez daha tıkanmaya başladı. Sürekli büyüme ihtiyacı içindeki bir sistem için bunun anlamı krizdi 1974’te kriz patlak verdi. Petrol krizi olarak tekrar gündeme gelen bu ikinci krizin faturası 1970 li ve 1980 li yıllarda farklı ülkelere askeri darbeler şeklinde yansıdı. Kapitalizm tarafından organize edilen darbelerle toplumsal muhalefetin susturulması sağlandı ve oluşturulacak olan yeni ekonomi politikaları için uygun ortam yaratıldı.

Kapitalizm artık daha azgın politikalar ile sömürüye yeni boyut kazandırarak neoliberal politikalar benimsenmeye başladı. Bu yeni sömürü biçiminin üzeri de küreselleşme ve entegrasyon söylemleri ile süslenmektedir. IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, Çok Uluslu Şirketler artık kapitalist sömürü biçiminin yeni politikalarının başrol oyuncularıydı. Bu kurumlar ile sömürü daha da derinleşmekte ve insanlar arasında büyük uçurumlar oluşmaktadır. Kapitalizm bu kurumlarıyla yapılandırma ve uyum politikaları adı altında ülkeleri kendisine borçlu hale getirip, yaptığı yardım karşılığında koyduğu şartlar ile aslında o ülkelerin ekonomisini çökertmektedir. Bugün bu şartların en önde gelenleri özelleştirme politikalarıdır. Devletin üretimden elini çekmesini ve bunu özel kesime devretmesini ister. Tabi devletin piyasadan tamamen çekilmesi kapitalizmin işine gelmez. Sistemin tıkandığı noktada devletin sermaye lehine müdahil olması kaçınılmazdır. Bu yolla sistemin devamı için gerekli olan rekabet artacak ve işçileşme de önlenecektir. İşçileşmeyi önlemekten kasıt özelleştirmeler ile yok edilen örgütlülüktür. Bunun yanında artık fazla sayıda işçilerin çalıştığı fabrikalar yok, yüksek emek gücü gerektiren işler azalmakta, park time çalışma, esnek çalışma gibi politikalar ile sanayide işçileşme ve iş yerlerindeki örgütlülük yok edilmektedir. Sanayi işçilerinin sayısı diğer sektörlere göre daha az artsa da, dünya işçi sınıfının sayısı hiç olmadığı kadar hızlı artmaktadır. Bir diğeri ise taşeronluk sistemidir. Bu sistem ile işçilerin örgütlülüğü kırılmakta işin farklı bölümlerini üzerine alan taşeronluk sistemi işçiler arasındaki birlikteliği ortadan kaldırmaktadır.

Bu politikalar ile sistemin devamını sağlayan kapitalizm, bugün yeni bir krize girmek üzeredir. Tabi bu kriz ilk önce kapitalist üretim biçiminin merkezi olan ABD’de kendini hissettirmişti; fakat ABD ile kalmayacaktır. Çünkü ülkelerin büyük kısmının ekonomisi ABD’ ye ve uluslararası sermayenin kurumlarına ( IMF;DB;DTÖ) bağlıdır. Türkiye’nin de bu krizden nasibini almaması olası değildir. Ekonomisi tamamen dışa bağımlı olan bir ülkenin dışarıda oluşacak krizden etkilenmesi kaçınılmazdır. Bu krizden etkilenecek olan en büyük kesim emekçiler olacaktır ve dolayısıyla 2008 yılının grevler yılı olması da çok doğaldır. Önemli olan bu krizlere karşı hiç düşünmeden “özelleştirmeye hayır” refleksi geliştirmek yerine krizin daha da derinleşmesini sağlayıp, bu ortamda ayakları yere basan politikalar geliştirmek, sonuçlarını işçi sınıfı lehine çevirebilmektir. 2008 yılının iyi değerlendirilmesi ve emekçiler lehine olması umuduyla...

aşiti

Hiç yorum yok: