30 Haziran 2009 Salı

Demişsiniz Öğrenmek

Duyduğuma göre,
hiçbir şey öğrenmek istemem, demişsiniz.
Siz bir milyonersiniz öyleyse.
Korkunuz yok geleceğinizden,
pırıl pırıl önünüz, aydınlık.
Ne güzel kader hazırlamış ananız babanız size,
takılmayacak ayaklarınız hiçbir taşa.
Kalın isterseniz olduğunuz gibi,
ne olacak sanki öğreneceksiniz de.
Bazı zorluklar çıksa da karşınıza,
boş yere üzmeyin kendinizi;
Gösterirler size önderleriniz
yapmanız gereken şeyi.
Öğrenmişlerdir onlar nasıl olsa
bütün engelleri aşmanın yolunu,
bilirler nedir her devirde geçer akça.
İşte her şey önünüzde hazır, ne isterseniz,
gerek yok parmağınızı bile oynatmanıza.
Kurulmuş olsaydı düzen başka türlü,
o zaman gerekirdi bir şeyler öğrenmeniz.

Bertolt Brecht

29 Haziran 2009 Pazartesi

Çok Sesli Ölüler Korosu

Birisi: Denizin üzerindeyim.

Ötekisi: Yavru kediler henüz çıkmış incecik dişleri ile benim ellerimi kemirmekten son derece büyük bir zevk alıyorlar.

Birisi: Denizin üzerine bir paraşütten düşmedim. Sanıldığının aksine ikarus gibi kanatlarımı tutan bal mumu da erimedi güneşe yaklaştıkça.

Dolu dolu yazmak gerek böyle zamanlarda ya, bir başlayabilse insan… Dökülüverecek kağıda harfler, aldığında kalemi eline. Sanki hiçbir güç uygulamadan kalem kuracak kelimeleri. Ama işte olmuyor. Ne kalem kuruyor kelimeleri ne de bir başlangıç yapabiliyorum. Gözümün önünde bir dolmuşun içinde ki insan kafaları, kafamda ders notları öylece oturup boş boş bakıyorum inşaatta ki türkü söyleyen adama. Üstünde kareli boya damlamış bir tişört ve sarı bir şapka var.

24 Haziran 2009 Çarşamba


Bilemiyorum
Ne kadar seviyorum seni
Kaç gram çeker sevgimin kütlesi
Sürtünmesiz ortamda
Ne kadar dayanırım sensizliğe
Böylemi yaşanır sevdalar
Ne kadar ayrı kaldığın mıdır ölçüsü
Hiç kavuşamamak sınırsızlığımıdır
Alamamak mıdır gözlerinden gözlerini
Tuttuğunda elinden
Ne kadar yükseldiğin midir yerden


İnsan

23 Haziran 2009 Salı

Çingeneler

Yosunları görüyor musun?
Ya kuşları denizlerin.
İşte şu köprünün altı acılık deresi
Burası onların kulübesi.

Çocuklar orada silah atarlardı
Ve çocuklara sıkılırdı kurşunlar.
Kuşlar kaçışırdı ellerlinde
Hüngür hüngür ağlardı kan içinde kaldırımlar.

Lanetli bir şarkı söylerdi o çocuklar.
Gün ışığıncaya uyurlardı sokaklarda
Hepsi bir iş peşindedir.
Kumar, hırsızlık ya da intihar…

Gördükçe onları çoğalırdı acıları evrenin
Ondördünde iki çocuk anası kadınları,
Küçük kuyular açıp kömür avlardı kocaları.
Akşama eve kimse dönmeyebilir.

Eşek ve katırlarıyla sabahleyin, kimseler görmeden
Akar gider hayatları
Oynayan çocuklarına bağırırdı görevliler
Öldürülürdü tenhada onların tüm umutları.

Bu insanlar ki kelebekleri en iyi tanırlar.
Gökkuşağının kanadıdır barakaları.
Sahiden her an şarkı söyler
En sessiz ağaçları.



lepistes

Parrhesiastes

Destan söyler balıklara parrhesiastes
Söylenmeyenleri…
Yasak şarkılar ezberler
Dile gelmeyen gerçekler üstüne.
Haykırır.
Anlaşılmaz olsa da kimi zaman
Bir ses olur sürekliliği sağlayan
Kabuklarını soyar yalanların.
Yalanlar üstüne kurulan oyunların,
Yaşamak mı, razı olmak mı?
Değil
Tarafsızlığın iki yüzlü suretini
Çıkar anlaşmalarını bozar…
Şarkı biter
Şarkı biter
Hayaller başlar.
Bilinmez düşlere açılır
Ötesinde duyulanın.

Lipsoz

22 Haziran 2009 Pazartesi

Türkiye’de Kürt Sorunu

Kürt sorunu... Cumhuriyetin kuruluşundan beri süregelen bir sorun. İnkara ve çözümsüzlüğe hapsedilmiş bir sorun. Dağda yürüyüp ‘kart kurt’ sesi çıkartanlardan ‘sözde Kürt vatandaşa’... Bugün artık “var mı yok mu” tartışması yapılmıyor evet. Hatta faşist MHP’den, Kemalist CHP’ye kadar tüm burjuva partileri “Türk-Kürt kardeştir” diyorlar. Çok değil, bir kaç on yıl önce varlığını inkar ettiği insanlarla kardeş olma ikiyüzlülüğü göstermelerine şaşırmıyoruz. Ancak bu “kardeşlik” sorunu çözmüyor.

'Ölenler çalışarak öldüler, toprağa gömüldüler...'

İnsanlar ölüyor; çatışmada değil, trafik kazasında değil, denizde boğularak değil, çığ altında kalarak değil, hastalıktan değil, yanlış tedaviden değil...

Bu ülkede ve dünyanın farklı yerlerinde, yukarıda saydığım nedenlerle milyonlarca insan ölüyor, ama Tuzla Tersanesi'nde durum farklı. Tuzla Tersanesi'nde çalışma kabiliyetlerinden başka bir sermayesi olmayan işçiler ölüyor, patronları daha fazla kazansın diye, 'işveren’lerin kasaları ve mideleri tıka basa dolsun, artanını da biriktirsinler diye... İnsan hayatının hiçe sayılması 'ücretli kölelik sistemi' diye de adlandırabileceğimiz kapitalist sömürü düzeni için hiç de anormal değil. Bunun tersi mümkün değil zaten. ''Önce insan değil, önce paracıklarım, malım mülküm''dür bu sistemin en sade ifadesi.

Hal böyleyken insani değerlerden bahsetmek ne derece doğrudur acaba. Patronu bir diğer patrona şikayet etmek midir bu işin çözümü? Kimi kime hesap sorması için zorluyoruz? Devlet kurumları bizzat patronlar eliyle yapılandırılmıyor mu? ''İç ve Dış'' politikaları belirleyen hiç şüphe yok ki sermayedir-ve uluslararası sermayedir. Bugün dünyanın içinde bulunduğu ‘kaos’ ortamının nedenleri nelerdir? Medeniyetler çatışması mı? Her yeri kan gölüne çeviren, 'barışı' tozlu raflarda unutturan, insana dair ne varsa bütünüyle bu kavramların içini boşaltan nedir? İnsanların elinden yaşama haklarını gaspeden nedir, kimdir? Önce bu soruların yanıtı açıklıkla ve samimi bir şekilde vermek gerekiyor. Bu çarpıklıkların nedeni açık ve net olarak bu sömürü düzeninin kendisidir. Lafı dolandırıp 'insanlık onurundan' dem vurmak çözüm değildir.

Tersane yetkililerin açıklamalarına bakıldığında bu yaşanların insan doğası ile uzaktan yakından hiç bir ilişkisi olmadığı anlaşılıyor. Hükmeden ‘Bakanlar’ için kıymetli olanın aslında ne olduğu yine kendileri tarafından ifade ediliyor. İşçilerse bir umut ışığının peşinde, çaresiz bırakılmışlar. Siyaset yapmamaları ve ölmedikleri için 'Yüce Allah'a şükretmeleri gerektiği anlatılıyor onlara bu patron ağızlardan.

'Ölenler çalışarak öldüler,toprağa gömüldüler, vaktiniz yok onların matemini tutmaya, daha bekleyen bir sürü iş var çalışın!...'

'Grev de neyimiş, ne size faydası var ne bize... Efendi olun, çalışın, dua edin, televizyon izleyin, zaten terör var, ülke zor durumda, vatan hainliği yapmayın... Efendi olun, ölün!'

'Dikkat edin biraz canım, biz canınızın bekçisi miyiz? Önlem alın, baret alın, kurtarma kemeri alın... Ama paranız yoksa, ki olsa zaten çalışmazsınız çünkü tembelsiniz, o zaman ölün!!!'

'Oyuna gelmeyin kardeşler, bir takım başı bozuk 'kominist' hainlerin söylediklerine kulak asmayın. Olan oldu, ölen öldü hem ölenle ölünmez. Hepimiz kardeşiz bu öfke ne diye vaay vaay!!!'

'Öleni açıkta bırakmadık ya kardeşim! En uygun yere gömdük, kan parasını da ailesine o günkü döviz kuru üzerinden ödedik ,canımızı mı verelim. Daha ne istiyosunuz canımızı mı verelim?'

Yukarıdaki cümleler komik gelebilir ama gerçeğin ta kendisidir yaşadığımız süreçte.

Sonuç Yerine

Bugün işçiler sendikalarda dahi örgütlenemiyorlar. Örgütlü olanlar da sendika önderlikleri altında rüzgarın estiği yöne doğru savrulup duruyor. Daha önceki günlerde Tekel Grevi'nde işçiler, üzerlerine saldıran polislere direnirken 'Vatan sana canım feda' diye slogan atıyorlardı. Bu bir grevde, bir direnişte atılacak en son slogan bile değildir. Kimin vatanı, kimin polisi? Sendikaların yalnızca işçilerin günlük kazınımları için mücadele etme araçları olduklarını biliyoruz ama bugün bu kazanımları bile elde edemez hale gelmişlerdir-getirilmişlerdir. Örgütlülük sendikal de olsa tabii ki çok önemlidir,ama 'yeterli' değildir. 1980'den bu yana burjuvazinin saldırılarıyla kuşa çevrilen 'Sosyal Haklar' alanına bakıldığında yalnızca sendikal mücadelenin artık kar etmediği açıktır. İşçiler 'sınıf bilinci'ne sahip olmadıkları sürece her türden katliamla karşı karşı kalmaya mahkumdurlar. Görüyoruz ki sermaye ulusal sınırları çoktan aşmıştır dolayısıyla işçi sınıfının da artık uluslararası bir mücadele yürütmeye başlaması kaçınılmazdır, zorunluluktur.

Son olarak vurgulamak gerekir ki bu mücadelede, hükümetlerin 'sağcı' ya da 'solcu' oluşu belirleyici değildir. Belirleyici olan hangi sistemin hüküm sürdüğüdür. Ve kapitalist sömürü varoldukça, sınıf mücadelesi de var olacaktır ta ki zafere kadar...

29.02.2008

SORUN EĞİTİMDE Mİ, BURJUVA EĞİTİMİNDE Mİ?

Türkiye’de tüm çevreler tarafından yıllarca tartışılan eğitim sorunları, bir türlü çözüme ulaşamamıştır. Yapılan yeni düzenlemeler ve ‘’sözde’’ eğitim devrimleri de çözüm olmak yerine birçok çözümsüzlüğün de başlangıcı olmuşlardır.
İnsanlık, varoluşundan bu yana sürekli gelişim halinde olmuştur. İlk insanlar diye tarif edilen ilkel topluluklarda da insanlar doğanın karşısında güçlü durabilmek için sürekli çaba sarfetmişlerdir, yeni yeni şeyler öğrenmişlerdir.Yani sürekli bir eğitim halinde olmuşlardır tabi bu eğitim illa ki dışarıdan bilen birilerinin bildiklerini aktarması şeklinde olmamıştır,insan maddi koşulların gereğince kendi kendisini eğitmesini bilmiştir.Doğrusu insanlığın yaşadığı en kapsamlı eğitim de bu dönemlerde gerçekleşmişti.Peki niçin? Çünkü biliyoruz ki Ortaçağa gelindiğinde, insanlık ilkçağlara göre daha uygar bir hal aldığında, bu durum eğitim-öğretime pek yansımamıştı.Dinin(kilisenin de diyebiliriz) insan yaşamı üzerindeki büyük baskısı,kilisenin dogmatik bilim ve eğitim anlayışı, skolastik karanlık insanlığın gelişimine büyük engel olmuştu.Rönesans ve reform hareketleri bu etkiyi bir nebze olsun kırmayı başarmıştı.Bir nebze diyorum çünkü insanın üzerinde baskı oluşturan unsurlar ortadan kalkmamıştı sadece bu baskı unsurlarının niteliği değişmişti. Mesela dinin etkisi halen vardı ki reformun önderi Martin Luther dindar bir insandı.
Fransız İhtilali, sanayileşme, toplumların tüm dengelerini alt üst etmiş, sınıf çelişkileri daha da yoğunlaşmış, gelişen kapitalizmle birlikte insanın insan üzerindeki sömürüsü en yoğun şekliye etkisini göstermeye başlamıştı. Tüm bu değişimler eğitime de yansımıştı elbet. Sanayileşmenin gelişmesiyle hem nitelikli hem de niteliksiz işçi ihtiyacı artmıştı.Tabi birde yedek sanayi ordusu ihtiyacı.Yeni üretim makinaları üretebilen uzmanlar,para politikalarını belirleyen,piyasa ekonomisini süreklileştirmek için sürekli teoriler üreten iktisatçılar,burjuva ideologları,sosyologları,tarihçileri vs… yeni burjuva düzeninde ihtiyaç haline gelen unsurlar oldu.Tabi eğitim de buna göre şekillenecekti.Tabi tüm bu bilim dallarında uzmanlaşan herkes burjuvaziye hizmet etti diyemeyiz,kapitalizmin mezarını kazan birçok devrimci sosyalist bilim insanı da tarih sahnesinde yerini almıştır.
Şu anda eğitim sistemi,insanın kendisini geliştirmesine,toplumsallaşmasına hizmet etmemektedir.Gençler,geleceğe dair ekonomik kaygılarla eğitim hayatına atılmaya zorlanmaktadır.’’Oku iyi işe gir çok para kazan’’ mantığı bugün öğrencilerden ailelere kadar etkisini göstermiş durumda.Tabi bu düzende böyle bir şey imkansızdır çünkü daha öncede bahsettiğim gibi yedek sanayi ordusuna ihtiyaç vardır.Açıkta kalan iktisatçılar,hukukçular,mühendisler… bu düzenin aslında gerekliliklerinden biridir.Tabi salt yedek sanayi ordusu ihtiyacı değildir okuyup da açıkta kalmak.Ayrıca birçok gencin eğitim kurumlarında eğitim alarak burjuva düzenine bağlılıkları da artırılmaktadır.Tarihin sonuna gelindiği mantığı, bilimsel olmayan milliyetçi tarih öğretimi anlayışı,insanın düşünme yeteneğinin çürütülmesi gibi birçok şey de bugünkü eğitim sisteminin temel misyonlarındandır.Eğitim ve üretimin birbirinden kopuk olduğu bir eğitim anlayışı temelden bozuk bir eğitim anlayışıdır.Üretemeyen bir insanın her zaman insani yanlarından biri eksiktir.Salt akademik bilgilerle donanmak ama üretim sürecinden yoksun olmak insan için büyük bir sorundur ve bu sorun bu eğitim anlayışıyla asla aşılamayacaktır.
Bazı çevrelerin herkese parasız eğitim anlayışını da burada eleştirmek istiyorum.Bizlere parasız burjuva eğitimi lazım değildir.Eğitim sistemi,parasız olsun bilimsel olsun gibi reformist yaklaşımlarla çözüme ulaşmaz.Kapitalizm varoldukça eğitim parasız da olsa bilimsel de olsa(artık ne kadar bilimsel olursa) hiçbir zaman gerçek bir eğitim olmayacaktır.Bizler bu karanlık düzende eğitimi parasız alsak ne işimiz yarayacak diye düşünelim.Yukarıda da saydığım milliyetçi tarih anlayışını mı parasız alalım,düşünememe yeteneğini mi parasız alalım,büyük balığın küçük balığı yediği anlayışına dayalı iktisatı mı,sınıflı toplumu reddeden sosyolojiyi mi parasız alalım?Bizler paralı ya da parasız tüm burjuva eğitiminin son bulmasını istiyoruz. Eğitimin ve üretimin iç içe olduğu,doğayı daha iyi anlayabilmemiz için gerçek bir bilim anlayışının olduğu eğitim sistemi istiyoruz.Yeteneklerimize uygun alanlarda eğitim almak,bu alanlarda kendimizi geliştirip hem kendimize hem topluma bir şeyler katabileceğimiz bir eğitim sistemi istiyoruz.Tabi tüm bunlar bu düzende,kapitalist sistemde mümkün değildir.Sosyalist bir düzende ancak biz bu isteklerimize kavuşabileceğiz.Bunu da kendi ellerimizle yaratacağız.




Not: Bu yazı yalnızca yazarına ait görüşleri yansıtmaktadır.

21 Haziran 2009 Pazar

Marx’ın Ekonomi Politiği Eleştirisi

Meta: Karl Marx, büyük eseri Kapital’e kapitalist üretim biçiminin birimi olarak ifade ettiği metayı açıklayarak başlar. Mübadele etmek (değişim) için üretilmiş her şey bir metadır. Metanın (mal ve hizmetler) ikili bir karakteri vardır. O, içinde hem değişim değerini hem de kullanım değerini barındırır. Yalnızca kullanım değeri olan bir mal bir meta değildir. Örneğin, meta üretiminin yaygınlaşmadığı dönemlerde, köylüler kendi ihtiyaçlarını karşılmak için giysi ve ayakkabı türü kullanım değerleri üretirlerdi. Bunlar piyasaya değişim amaçlı götürülmediği, yalnızca kullanım amaçlı üretildikleri için birer meta değillerdi.
Daha basit anlaşılması için örneklere başvurmak gerekirse: hayatımızın her anında metalarla karşılaşırız. Bugün artık meta alış verişi yapmadan hayatta kalmak dahi mümkün değildir. Her gün yiyecek, içecek alırız. Dergi ve kitaplar alırız. Örneğin bir kitabı okuyarak kullanım değerini gerçekleştirmiş oluruz, bu kitabı daha sonra bir sahafa sattığımızda ortaya çıkan ise değişim değeridir.
Metaların fiyatları, onların değerlerinin parasal olarak ifadesinden başka bir şey değildir. Meta hem kullanılabildiği hem de değiştirilebildiği için bir değere sahiptir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, meta üretiminin yaygınlaşmasından yani kapitalizmden önce, asıl olarak kullanım amaçlı değer üretiliyordu. Değişim amacıyla üretim oldukça sınırlıydı. Asıl olarak kapitalizmin egemen üretim biçimi olmasıyla birlikte ürünler meta karakterini yani kullanım ve değişim değerini bir arada içselleştirdiler.
Değer: Metalar sürekli birbirleriyle değiştirilirler. Biçim ve nitelik olarak tamamen farklı iki metayı birbiriyle değiştirilebilir yapan öz nedir? Örneğin, değerinin para olarak ifadesi (para da bir metadır) 1 lira olan bir kalemle, yine 1 lira değerindeki bir bilyeyi değiştirilebilir yapan öz nedir? Bu toplumsal emektir. Bu emeği toplumsal yapan şey, üretilen ürünün yalnızca toplumsal bir ihtiyacı karşılamakla kalmayıp, aynı zamanda bu emeğin toplum tarafından harcanan toplam emeğin bir parçası olması gerekir.
Bir metayı değerli kılan şey, onun içinde cisimleşmiş toplumsal emektir. Bu değerin büyüklüğünü ya da küçüklüğünü belirleyen şey ise, harcanan emek, yani emek-zamandır. Ama bu emek-zaman toplumsal olarak belirlenir, bireysel olarak değil. Örneğin, bir saatin bir saatçi tarafından yapılması için gerekli ortalama emek zaman 5 ise, herhangi bir saatçinin tamamiyle aynı saati yapmak için harcağı 10 saat, o saatin değerini 10 emek-zaman yapmaz. Ürünün ortaya çıkması için harcanan ortalama emek-zaman 5 ise, o saatin değeri 5 emek-zamandır. 10 saatte üreten saatçi, ya 5 saatte üretmek ya da piyasadan çekilmek zorundadır. Çünkü o, 10 saatte bir tane üretirken rakip saatçiler 10 saatte 2 saat üretmişlerdir. Ve 5 saatte üreten saatçilerin ürettiği saat daha ucuz olacağı için herkes o saatçilerden alacak, 10 saatte üreten saatçi ise fiyatı düşüremediği ve elindeki ürünleri satamadığı için batacaktır.
Ayrıca, “Bir metanın değişim değerini hesaplarken, ona en son uygulanan emek miktarına, daha önce metanın hammaddesinde işlenmiş bulunan emek miktarını, ayrıca, araçlara, aletlere, makinelere ve binalara harcanmış olan emeği eklememiz gerekir. Örneğin, belirli bir miktarda pamuk ipliğinin değeri, pamuğa onu iplik haline getirme sürecinde eklenen emek miktarının, kömür, yağ ve tüketilen diğer yardımcı maddelerde cisimleşmiş emek miktarının, buhar makinesinde, iğlerde, fabrika binalarında vs. Temsil olunan emek miktarının kristalleşmesidir.” (Ücret, Fiyat ve Kar, K.Marx, 1865)
Emek-gücü: Her değerin kaynağı, değer yaratan öz emek ise, emeğin değeri nedir? Emeğin değeri diye bir şey yoktur. Çok basit bir ifadeyle, bir işçinin bir günlük emeğinin değeri onun aldığı ücret ise, yani diyelim 8 saat için 20 lira ise, sermaye birikimi nasıl oluşur? Yani eğer, değeri yaratan işçiye, her gün yarattığı değer geri verilirse, kar nasıl oluşur? Bu elbette mümkün değildir. İşçilerin ücret olarak aldıkları, emeklerin değeri değil, emek-gücünün değeridir. Öyleyse emek-gücünün değeri nasıl belirlenir? Yani işçinin aldığı ücret. Tüm diğer metalarınki gibi, emek-gücünün değeri onun üretimi için gerekli emek miktarıyla belirlenir. Yani emek-gücünü kapitaliste –günlük, haftalık, aylık ya da yıllık olarak- kiralayan işçinin iş gününün sonunda, ertesi gün için işgücünü yeniden hazır hale getirebilmesi, yani onu yeniden üretebilmesi için yiyeceği yemeğin, kalacağı evin kirasının, işgücünün niteliğini arttırmak için yapacağı harcamaların vs. değeriyle belirlenir. Aynı zamanda, yeni işçi orduları yaratması için, yani çocukları için yapacağı harcamanın miktarı da bu değere dahildir. Kısacası emek-gücü de bir metadır. Hem de sermaye birikminin ön koşulu olan meta. İşçiler kapitalistlere emek-güçlerini belirli bir süre için satarlar ve bunun karşılığında da bir ücret alırlar. Az önce de değindiğimiz gibi, eğer işçi emeğinin karşığını ücret olarak alıyor olsaydı, o halde üretilen metanın değerinin karşılığını doğrudan alması gerekirdi. Ancak bu durumda, elindeki kristalleşmiş emeği; sermayeyi yatıran ve daha fazla sermaye için yatıran kapitalistin çıkarı/karı ne olacak? Dolayısıyla bu mümkün değil. Bunu oldukça iyi açıklayan Marx’ı dinleyelim:
“...işçi, ücretini, çalıştıktan sonra aldığından ve ayrıca, gerçekte kapitaliste verdiği şeyin kendi emeği olduğunu bildiğinden, işgücünün değeri ya da fiyatı, ona, zorunlu olarak, bizzat emeğinin fiyatı ya da değeri gibi görünür. Eğer işgücünün fiyatı, içinde altı iş saatinin gerçekleşmiş olduğu 3 şilin ise, ve o oniki saat çalışıyorsa, her ne kadar bu oniki saatlik emek 6 şilinlik bir değeri temsil ederse de, işçi, zorunlu olarak, bu 3 şilini oniki saatlik emeğin değeri ya da fiyatı olarak kabul eder. Buradan çifte bir sonuç çıkar:
Birincisi: her ne kadar kesin olarak konuşulduğunda, emeğin değeri ya da fiyatı teriminin hiç bir anlamı olmasa da, işgücünün değeri ya da fiyatı, sanki emeğin kendi fiyatı ya da değeri imiş gibi görünür. İkincisi: her ne kadar işçinin gündelik çalışmasının bir bölümü ödenmeyip, yalnızca bir bölümü ödeniyorsa da, ve her ne kadar artı-değerin ya da kârın kaynağını meydana getiren şey, kesinlikle, bu ödenmemiş bölüm ya da artı-emek olsa da, emeğin tamamı ödenmiş emek gibi görünür.
İşte bu yanlış görünümdür ki, ücretli emeği emeğin öteki tarihsel biçimlerinden ayırdeder. Ücretlilik sistemi temeli üzerinde, ödenmemiş emek bile, ödenmiş emek gibi görünür. Kölelikte ise durum tam tersinedir: emeğinin ödenmiş bölümü bile ödenmemiş emek gibi görünür. Çalışabilmesi için kölenin elbette ki yaşaması ve işgününün bir bölümünün kendi varlığını sürdürmesinin değerini karşılamaya gitmesi gerekir. Ama, köle ile efendisi arasında sonuca bağlanmış bir pazarlık olmadığından, her iki yan arasında alış ve satış işlemi bulunmadığından, köle, kendi emeğinin tamamını, hiç bir karşılık almadan veriyormuş gibi görünür.
Öte yandan, daha düne kadar Doğu Avrupa'nın her yanında bulunduğunu söyleyebileceğimiz köylü serfi ele alalım. Bu köylü, örneğin, üç gün kendi tarlasında ya da kendisine verilmiş tarlada kendi hesabına çalışır, öteki üç gün ise, senyörünün malikanesinde zorunlu ve bedava iş görürdü. Şu halde burada, ödenmiş emekle ödenmemiş emek, zaman bakımından da, yer bakımından da gözle görülür biçimde birbirinden ayrılmış idi. Ve bizim liberaller, bir adamı bir hiç karşılığında çalıştırmak gibi bu akılalmaz anlayışa karşı büyük öfkelere kapıldılar.
Bununla birlikte, aslında, bir adam ister haftanın üç günü kendi hesabına kendi tarlasında, üç günü ise hiç bir karşılık almadan senyörünün malikanesinde çalışsın, ya da isterse,, fabrikada ya da atelyede altı saat kendisi için altı saat de patronu için çalışsın, ikisi de aynı kapıya çıkar; her ne kadar, bu son durumda, emeğin ödenmemiş bölümleri ile ödenmiş bölümleri birbirinden ayrılmazcasına içiçe girmişse de, ve işin içinde bir sözleşmenin giriyor olmasıyla ve ücretin hafta sonunda alınıyor olmasıyla bu işlemin tüm mahiyeti gözlerden gizleniyor olsa da, sonuç değişmez. Bir durumda, ödenmemiş emek gönül rızası ile, ötekinde ise zorla veriliyormuş gibi görünür. İşte bütün fark bundan ibarettir.” (Ücret, Fiyat ve Kar, K.Marx, 1865)
Artı-değer: Emek-gücünün değeri, işçinin yaşamını sürdürmesi ve işgücünü yeniden üretmesi için gerekli emek-zamanın değeriyle belirlenir demiştik. Örneğin bir gündelikçi işçinin, 4 saat çalışarak ürettiği değer, onun kendi yaşamını sürdürmesi için gerekli değere, iş-gücünün değerine eşit olsun. Ve bu değerin para olarak ifadesi de 20 lira olsun. Ancak işçi, kapitaliste işgücünü bir günlük olarak satmıştır. Ve o işgünü boyunca bu metayı –işgücünü- kullanım hakkı kapitaliste aittir, yani dolayısyla kapitalist işçiyi belirlenen işgünü süresince çalıştırır. Bunun da 8 saat olduğunu varsayalım. Bu işgünün sonunda oluşan ürünün değeri 40 lira olacaktır. Yani işçinin kendisi için gerekli emek-zaman olan 4 saatin değeri 20, kapitalist için çalıştığı artı emek-zamanın değeri de 20 liradır. Ve bu, artı emeğin yarattığı değere el koyma hakkı kapitaliste aittir. Ve bu değer, sermaye birikiminin, kapitalist üretim biçiminin ön koşulu olan, işçi sınıfının sömürüsüyle oluşan artı-değerden başka bir şey değildir.
Yani kapitalistler artı-değerin bir parçası olan karı (diğer parçaları faiz ve ranttır), mal ve hizmetleri – yani metaları- değerlerine satarak elde ederler.
Ücretli köleliğin lağvı: Marx’ın eleştirisini devrimci yapan, kapitalist üretim biçiminin işleyişini tamamiyle ortaya koymasının ardından, emeğin sermayeye olan boyunduruğunun ortadan kaldırılmasının, ücretlilik sisteminin lağvedilmesinin mümkün olduğunu göstermiş olmasıdır. Onun eleştirisi, bunu mümkün kılabilecek tek sınıfının işçi sınıfı olduğunu göstermiş olduğu için devrimcidir. Marx, emek-gücünün satılmak zorunda olan bir değer olma durumunun ortadan kaldırılabileceğini, emeğin özgürleşmesinin; sınıfların ve sınırların olmadığı bir dünyada, tüm emekçilerin üretimi ve paylaşımı planlı ve demokratik olarak örgütleyecekleri, kar için değil, tüm insanların ortak kullanımı için üretimin yapılacağı yeni bir dünyanın –sosyalizmin- kurulabileceğini gösterdiği için devrimcidir.


Prometheus

Kapitalist dünyada bir hayalet dolaşıyor

Geçtiğimiz günlerde, Turkcell’in düzenlediği İşTcell Liderler Konferansı ilginç tartışmalara sahne oldu. İstanbul Swissotel’de, büyük kapitalist tekel General Electric’in “efsanevi CEO’su olarak gösterilen Jack Welch’in” bir çok patronla gerçekleştirdiği toplantının, Welch’in bir saat süren konuşmasının ardından geçilen soru-cevap kısmında Alarko Holding Yönetim Kurulu Başkanı İshak Alaton’un sorusu oldukça şaşırtıcıydı.
Kendisi de bir kapitalist olan Alaton, sorusunda; “petrol fiyatlarının 112 dolarlı rakamlara ulaştığı, Körfez başta olmak üzere petrol üreticisi ülkelere yılda 1.5 trilyon dolarlık bir kaynak gittiği ve artan enerji fiyatları nedeniyle gıda fiyatlarının da anormal oranda yükseliş kaydettiğini belirterek, “Bu durum binlerce insanın açlık ve yoksulluk çekmesine ve hatta ölümüne yol açıyor. Serbest piyasa ekonomisi artık işlevini yerine getiremiyor mu? Adam Smith öldü sanırım. Çözüm için insanlığın Karl Marx’ı yeniden keşfetmesi mi gerekiyor” demesi ve bu sorunun üzerine salonda bulunanlardan yoğun alkış alması gerçekten ilginçti. Bunun üzerine Welch; “Kapitalizm birtakım eksikliklerine rağmen, mevcut sorunlara ve ihtiyaçlara yine de en iyi cevap veren bir sistem. Mükemmel çalışmasa da en iyi çözüm yolları sunuyor günümüz ihtiyaçlarına.
Günümüzde herkesin hemen her konuda farklı fikirleri var. Bu da serbest piyasa ekonomisinin kötü yanı. Karl Marx’ı mevcut sorunlara bir çözüm yolu olarak görmenin saçma olduğunu düşünüyorum” dedi.
160 yıl sonra: Tüm dünyada
“Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor — Komünizm hayaleti.” diyerek başlamışlardı Karl Marx ve Friedrich Engels 160 yıl önce kaleme aldıkları Komünist Manifesto’ya. Daha o yıllarda kapitalistler tarafından buna karşı topyekun bir savaş açılmıştı, Marx ve Engels bu ifadeyle kapitalistlerin korkusunu dile getiriyorlardı. Aradan geçen on yıllarda korkulan başa gelmedi, ancak yukardaki alıntının da gösterdiği gibi, artık bazı kapitalistler dahi dünyanın ya yok oluşa gideceğini ya da Marx’ın bilimsel temellere oturttuğu yoldan gidilip, yeni bir dünyaya; hayaletin, hayali değil, maddi dünyasına gidileceğinin farkındalar. Ancak onlar, bireysel olarak hiç bir şey yapamayacaklarının da farkında olmalılar.
Bir kapitalist, bir birey olarak hiç bir şey ifade etmez, onun vicdanı, hisleri, dini, ulusu; kısacası her şeyi kapitalist üretim biçimi tarafından şekillendirilmiştir. O, dışardan bakıldığında ne kadar “iyi” bir insan olarak görülse de, üretim sistemi içinde bulunduğu yer itibariyle sömürmek zorunda, artı-değere el koymak zorundadır. Elbette bunu yapmamayı da tercih edebilir, bu durumdaysa kapitalist rekaberin doğal sonucu olarak iflas edip müksüzleşecektir.
20. yüzyılın kanla yazılmış büyük alt üst oluşları ve emperyalist savaşları bir yana, bugün gözümüzle gördüğümüz ( ve yakında da yakından hissedeceğimiz) dünya ekonomik krizi, gıda krizi gibi “sorun”ların bu sistem içinde çözülmeleri mümkün değil. Çünkü bu sorunlar sistemin kendisinden kaynaklanıyor.
“Mükemmel çalışmasa da en iyi çözüm yolları sunuyor” diyor Welch. Örneğin gıda krizi: pirinç ve tahıl ürünleri fiyatlarının son artışında başlıca etmen sermayenin bu mallar üzerinde spekülatif yatırımlara girmesidir. Bugüne kadar petrol, değerli madenler konut ve sağlık gibi bir çok alanda devasa karlar elde eden sermaye, ABD’deki son Mortgage krizinin ardından çok daha yoğunlaşmış biçimde gıda alanındaki spekülatif yatırımlara yönelmiş durumda. Bu oldukça normal çünkü temel besin maddelerine getirilen yüzde yüzün üzerindeki zamlar, kapitalistler için oldukça büyük karlar demek. Peki kriz nereden doğuyor? Elbette bu karlar yoktan var olmuyor, milyonlarca emekçinin günlük yiyeceğinden kesiliyor. Ve sonuç olarak önce Mısır’da yarım milyon işçi sokağa dökülüyor, ardından Haiti’de binlerce emekçi hükümeti deviriyor. Evet kriz bu, kriz, emekçilerin kapitalizmi tehdit etmesi.
Durum o denli ciddi ki Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-moon, “dünyadaki gıda krizi acil boyutlara ulaştı. Bu krizin çok daha kapsamlı ekonomik, siyasi sonuçları olacak“ diye haykırıyor; IMF – Dünya Bankası da acil önlem çağrısına “konuyu Haziran ayındaki G-8 Zirvesi’nde görüşeceğiz“ yanıtını veren İngiliz başbakanına “Haziran çok geç olur“ diyor.
Evet çok geç olabilir! Acilen müdahale edilsin, bu, insanlık tarihinin “en mükemmel” sistemini kurtarmak için, kapitalizmi ve dolayısıyla kapitalist sınıfı kurtarmak için bir şeyler yapılsın. Yoksa o, “barbar” emekçi sınıfı yeryüzüne cenneti indirmek için; açlığa, yoksulluğa, savaşlara kısacası sınıflı toplumun yarattığı her şeye bir son vermek için ayağa kalkacak; tüm dünyada.



Prometheus

ÖLMEK: BİR İŞİ YOKSA YAPILAN

Görüş günü:
Ona rastladım. Güney Fransa’da bir denizaltına yakın. Gök kuşağı renkli bir balığın yüzgecinin yanındaydı. Hemen tanıdım. Ben gözlükleri iyi tanırım. Dedem bir gözlüktü mesela. Bir gözlük olmasına rağmen fevkalade güzel omlet yapardı. Bu gözlüklü adamın hikâyesinin de iyi olacağından emindim. Lütfen dedim anlat bana.
Anlattı. Hiç ara vermeden tam 44 yıl boyunca anlattı. Ağlayarak anlattı. Hiç kesmeden 44 yıl boyunca dinledim. Yeniden sudan çıkıp güneşi gördüğümde buruş buruş olmuştum. Su beni yaşlandırmıştı.

20 Haziran 2009 Cumartesi

MİTOSTAN LOGOSA

M.Ö 8. yy dan önce varolan Hesiodos'un Theogoni'si mitolojinin en eski kaynaklarındandır.Hesiodos bu eserinde Tanrıların nereden çıktığını anlattığı gibi,evrenin nasıl yaratıldığını da açıklamaya çalışmaktadır.Yeterli bilgisi olmadığından bütün bu şeyleri canlı birer varlık gibi düşünerek,incelemeye koyuldular.Yeri göğü suları birer tanrı saydılar.Tanrıların başından geçen olayların,aslında bir çeşit tabiat hadisesinin sembolü olduğunu anlamak zor değildir.Hesiodos a göre,gelen KHAOS dan geniş göğüslü her şeyin dayanağı olan gaia(yer)çıktı.Sonra bütün varlıkları birbirine doğru çeken,hayatı kuran,çoğalma sembolü,Eros(aşk)doğdu.KHAOS bunları doğururken, gaia da ölmezlerin yeri,yıldızlarla bezeli olan göğü Uranus u doğurdu.

Özgürlük buysa, varsın yaşanmasın...

O gün, kanlı bıçaklı hayallerle tanışma günüydü. Özgürlük tadılacaktı; hiç yaşanmamışçasına –ki eğer özgürlük buysa, varsın yaşanmasındı.
Telli duvaklı gelin edildi yanakları al, küçük kız. Oyuncakları kenara itildi. “Sen büyüksün” denildi. “Sen büyüksün”. Yanakları al okul çocuğu, okuldan alındı. Telli duvaklı gelin edildi. Özgürlük tadılacaktı, hiç yaşanmamışçasına –ki eğer özgürlük buysa, varsın yaşanmasaydı böylesi!-

SİNEMA




III. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali


Bu yıl üçüncüsü düzenlenen Uluslararası İşçi Filmleri Festivali, 1-10 Mayıs ta
rihleri arasında İstanbul gösterimini yapacak. Gösterimleri ücretsiz olan 25 ülkeden 50 film arasından sizler için bir kaç tanesi seçtik. Festival, diğer filmler hakkında ayrıntılı bilgi ve gösterim yerleri için http://festival.sendika.org adresinden yararlanabilirsiniz.


Kerkenez / Kes

1969, 110'', İngiltere / England
Yönetmen / Director: Ken Loach
Özet
Film, hayatta bir madenci olmak dışında pek az şansı olan ve hem evde, hem de okulda itilip kakılan Billy Casper’e odaklanmıştır. Billy yaramazdır, süt arabalarından süt çalar, diğer öğrencilerle sorun yaşar, genellikle kavga eder ve

ŞİİR


Niko’nun Kahvesi

Niko rakı içer sandalı boyamazsa.
Niko susar. Onun sessizliği bürümüş
Masaları. Onun yalnızlığıdır, kireç
Badanalı, yamrı yumru, bu ak duvarlar.
Semaverin hemen yanıbaşında durur
Köstence'de bir dükkândan aldığı gemi.
Bu resim Pire'nin, bu böcekler Batum'un,
Bu ağlar tonla balık akıttı karaya.
Niko, eski yazlarda çığrışan martılar,
Zıpkından kurtulmuş kılıçlar, ahtapotlar
Ve en sıcak güneşlerle karmış harcını
Kahvesinin. Lipsoslar yine derindedir.
Orfos, beygir gibi kısar kulaklarını
Kefalos'taki sivri taşın kovuğunda.
Morumsu işkineler, oynatarak ağır
Ağır kanatlarını, bakarlar Niko'ya.
Boz bulutlar gibi çatısında denizin
Uskumru sürüleri devinir yukarda.
Gölgesi vurur tırandilin ışıltılı,
Yosunların, kara süngerlerin üstüne
Ey kancık ve oynak deniz dibi burdasın,
Burdasın sen! Şu tüten dumandasın! Çayda,
Tabakta, dolaptasın! Seni verir Niko
Liranın üstünü uzatırken, seni yer,
Seni içer cıgarasında, seni uyur,
Seni bilir, seninle yatar geceleri.
Bir yelkenli süzülür kapıdan. Bir yengeç
Köşedeki masada yumar gözlerini,
İri bir mercan keser oltayı ve dalar.
Voliden sonra denize atılan, ezik,
Iskarta balıklar gibidir, başı sonu
Olmayan anılar. Niko atar onları.
Düşler, bu kahvede yavru kediler gibi
Oynaşırlar ayakaltında. Tutarsınız
Birini, dizinize alır okşarsınız.
Ana uzaktadır, peykede güneşlenir
Niko da uzaktadır. Durulan denize
Ve maviye benzer. Yudumlar bulut rengi
Akşam rakısını. Çatalının ucunda
Tuzlu bir kalamar parçası, tabağında
Bir düş kırıntısı, bir zeytin, dalar gider.
Karagözle gezer, harmanlar sinaritle.
Yıldızlarla düşüp kalktığı günler gelir
Aklına, tek katlı evler, damlar. Bir ırıp
Dizisi, Akdeniz rüzgârlarıyla yüklü
Kuzeyden güneye iner ay ışığında.
Bir deniz feneri karışır aramıza.
Sesleniriz: "Bir çay yap, Niko, demli olsun!"
Zaman genişler ve çoğalır her yudumda.
Bakarsınız bir çitlembik çevrilir camda
Çok eskiden gidilmiş limanlara doğru.
Ve bir zakkum kokmaya başlar, bodur, tozlu.
"Ah, havalar hep böyle güzel gitse, Niko!"
Oturur beklersiniz. Kimi beklersiniz?
Neden beklenen gelmez bir türlü! Sesleri
Dinlersiniz, o deniz ötesi sesleri
Yoksa şehirler midir özlenen, o yeşil,
0 kırmızı cam toplar mı manavlardaki,
Boncuklu kapılar mı, renkli kâğıtlar mı,
Karpuz sergileri mi, küçük berberler mi,
Yoksa güverteler, direkler, lombozlar mı?
Havaya benzer insanoğlu, bilinmez ki!
şiir horoz öter uzaklarda, deniz parlar.
Kuytu kahvesinde Niko'nun, kimi dönük,
Kimi yan, kâğıt oynar birtakım adamlar,
Niko rakı içer sandalı boyamazsa.
Sesleniriz: "Bir çay yap, Niko, demli olsun,
Koyulsun kederimiz! Efkârlıyım bugün!"


Oktay Rifat, Elleri Var Özgürlüğün, s. 224-226

KİTAP KÖŞESİ


Birgün Bile Yaşamak
"Torunlarımız kapitalist çağın kalıntılarıyla belgelerini büyük bir merakla izleyecekler; Nasıl olur da özel kişilerin ellerinde bulunabilir yiyecek-içecek maddelerinin alım satımı; fabrikalar ve isletmeler nasıl olur da özel kişilerin ellerinde bulunabilir... Bir insan başka bir insani nasıl sömürebilir; Çalışmadan nasıl sırtüstü yasayabiliyordu birtakım insanlar? İşte tüm bunları kafalarında canlandırmakta zorluk çekecek torunlarımız. Bugüne değin çocuklarımızın göreceği günlerden masallardaymışçasına söz açılırdı. Ama simdi yoldaşlar, temelini attığımız sosyalist toplumun bir düşler ülkesi olmadığını açık seçik görüyorsunuz. Çocuklarımız daha büyük bir çabayla bu yapıyı yükselteceklerdir."V.I Lenin (1 Mayıs 1919) Lenin’in bu sözlerinin gerçekleşmesi

19 Haziran 2009 Cuma

bir kaç küçük şiir

Tekrarı Şimdi

Umursamazca gidersin,
fakat seninle geliyordur şehir
sen kaçtıkça bir adım daha yaklaşırsın
Bilmeden tutarsın elinini eski sevgilinin
ve aynı yatakta uyursun
duvarları farklı boyanmış odanda
Yinede içinde bir şüphe vardır
Aynı kadına defalarca yalan uydurmadan bıkarsın
Tekrar tekrar aşık olup
aynı caddede tekrarını izlersin hayatının
ASLINDA................
Bir filmin ilk gösterimidir
Senin
son diye yaşadığın


atlantis





Ağzımın Tadı

Ağzımın tadı yoksa hasta gibiysem,
Boğazımda düğümleniyorsa lokma,
Buluttan nem kapıyorsam, vara yoğa
Alınıyorsam, geçimsiz ve işkilli,
Yüzüm öfkeden karaya çalıyorsa,
Denize bile iştahsız bakıyorsam,
Hep bu boyu devrilesi bozuk düzen,
Bu darağacı suratlı toplum!



Oktay Rifat Horozcu




Anladım

Bulutları düşünüyorum, kuşları ve aşkı
Tarihleri var da onların, hatta anıları
Vatanları olmadı hiç bir zaman, ki onlar
Ayışığına karıştılar yeryüzünden göçerek

Ve bırakarak metal bir uygarlığı geride

Anladım ayaklarımın altındaki dünya değil
Çocuk sevinçleri, ipinden koparılmış uçurtmalar
Bulutu ve suyu izliyor soluk bir sonsuzluk
Anladım yüreğimdeki rüzgarla sürükleniyorum

Üşüdüğümü unutuyorum, yalnızlığımı da
Yasaksa artık bu ülkeden çıkmamız
Vatansız olduğumuzu bilelim diyedir
Mayınlayarak ömrümüzün kalan kısmını

Anladım vatansızlıktır bir şaire yakışan.


Ahmet Telli

17 Haziran 2009 Çarşamba

İçindekiler

PDF Biçiminde İndirmek İçin Tıklayın


Güncel-Ekonomi-Politika

Kapitalizm ve Krizler

Yeni Liberal Dalga ve Üniversiteler

Laiklik, Türban, Üniversiteler

Hukukun Üstünlüğü mü, Üstünlerin Hukuku mu?

İktisat İdeolojisi

Toplumsal Tarih

Göğün Fethine Çıkmak: Paris Komünü

İran’da Kadın Hareketleri

Bilim

Genlerimize Bakmak

Eğitim Aygıtı Olarak Buyurgan Aile

Kültür-Sanat-Edebiyat


Hayatın Anlamı

Tiyatro

Sinema

Şiir

Kitap Köşesi

Başlarken…

İstanbul üniversitesi iktisat fakültesi öğrencileri olarak iktisat-siyaset adlı derginin ilk sayısını sizlerle paylaşıyoruz. Amacımız derginin yalnızca ekonomi üzerine değil, siyaset, tarih, bilim, kültür-sanat, edebiyat, felsefe ve güncel olayları da kapsayan çok yönlü bir dergi olması.
İlk sayımızda bu perspektifte hareket ettik ve iktisat-siyaset’i ekonominin dar kalıplarına sıkıştırmayı düşünmedik. Okurlarımızın da dergiye yazıları ve eleştirileri ile destek olmalarını, iktisat-siyaset’i yalnızca yayına hazırlayanlarının değil, tüm okurlarının dergisi haline getirmek istiyoruz.

Kapitalizm ve Krizler

Yunanca "krisis" kelimesinden doğan kriz kavramı, beklenmedik bir anda ortaya çıkan kötüye gidişi ifade eder. Ekonomik buhran, bunalım diye de adlandırılan ekonomik kriz, makro düzeyde devleti, mikro düzeyde de firmaları etkiler. Kısaca tanımlamasını yaptıktan sonra, kapitalizmin geçirdiği krizleri ve bu krizler karşısında aldığı önlemlerin neler olduğu konusunda kısa bir bilgilendirme/hatırlatma yapmak istiyorum.

Yeni Liberal Dalga ve Üniversiteler

Dünya’da ve ülkemizde eğitim, bilim, üniversite meselesinde “bütün bu kavramların tarihsel-toplumsal içeriğini” etkileyecek bir sıçrama noktasına gelmiş bulunuyoruz. Zaman zaman tekrar da olsa bu değişime ve bunu biriktiren süreçlerine bakalım.
Eğitimin toplumsal içeriği, tarih boyunca farklı tanımlandı. Eğitim, Eski Sümer ve Mısır tapınaklarında Tanrının dünyadaki eli olarak yetiştirilecek insanları üretmenin; Romalılarda imparatorluğa hizmet vermenin; Eski Yunan’da insanın doğayı toplumu anlamasının ve kendini gerçekleştirilmesinin(belkide en tercih edilebilir olanı); Tanrıyı (Allah’ı, Yehova’yı, Kutsal Ruhu) anlamanın ve ona hizmet etmenin aracı olarak kullanıldı.

Laiklik, Türban, Üniversiteler

Üniversitelerde türban olmalı\olmamalı mı tartışmalarının hat safhada olduğu, üniversitelerde kılık kıyafet yasasının değiştirilmesinin gündemde olduğu şu günlerde Türkiye klasik bir kamplaşmanın içinde kafeslenmekte yine. Laik, anti-laik, şeriatçı v.s… ve sadece var olan iki kutup; ak ile kara gibi. Ortası veya alternatifi olmayan bir kamplaşma bu.

Özgürlükçü veya laik olmak. Formülü ise, “insanların dini inanışlarına saygı duyuyor ve bu haklarının bir parçası olan başörtüsüne de evet diyorsak; özgürlükçü-demokrat olacağız. Diğer tarafta ise, başörtüsüne karşı çıkıp “laik, modern cumhuriyetin yılmaz neferleri” olarak anılacağız. Görüldüğü gibi, mevzu başörtüsüne karşı çıkmak veya çıkmamak ise bir alternatif yol bırakılmıyor. He desen anti laik, hayır desen anti demokrat oluyorsun.

Hukukun Üstünlüğü mü, Üstünlerin Hukuku mu?

Burjuvazi; köylüleri çeşitli vaatler ve yalanlarla kandırarak, feodal beylerden iktidarı devraldığı günden bu yana, kendi koyduğu hukuku bile uygulamaktan aciz olan bir sınıftır. Burjuva demokrasisinde Pozitif Hukuk, görünüşte tam bir özgürlük diyarıdır ancak, tamamı yasakların sıralandığı bir bütündür. Şöyle ki; “İnsanların yaşama hakkı vardır ancak …” “İnsanların düşünce özgürlüğü hakkı vardır ama …” vb. bir çok örnekte de görüleceği gibi aslında nasıl özgür olunamayacağını, nasıl yaşanamayacağını anlatır. Normlara baktığımızda mükemmel bir tablo ile karşılaşırız ve “meğer ki ne çok hakkımız varmış” deriz. Oysa Burjuvazi; demokrasiden, özgürlükten ve eşitlikten bahsederken daima kendi sınıfının demokrasisi, özgürlüğü ve eşitliğinden bahsetmektedir.

İktisat İdeolojisi

İçinde yaşadığımız kapitalist toplum, her belirli ekonomik-toplumsal yapı gibi (antik köleci, asyatik, feodal) belirli ekonomi yasaları üzerinden işler. Kapitalizmin de temel işleyişi, meta üretimi ve sermaye birikimi üzerine kuruludur. Dolayısıyla öznel iradeden bağımsız olarak, sürekli daha fazla kar için hareket eder ve insanileştirilmesi bu yüzden mümkün değildir. Kapitalist sınıf, karını artı-değer üzerinden elde eder ki, kapitalizm işçi sınıfının sömürülmesi ile elde edilen artı-değer olmadan yaşayamaz, şöyle de diyebiliriz ki, artı-değer sömürüsü olmasaydı kapitalizm de olmazdı. Bu yüzden, sermaye sınıfı, işçi sınıfını sömürerek artı-değere el koymak zorundadır. Bunu da, üretim araçlarının mülkiyetinin kendi sınıfının elinde olması ile yapar. Sermaye sürekli gelişmeli, yayılmalı ve birikmelidir.

Her ne kadar iktisat eğitimi alıyor olsak da, eğitimin egemen sınıfın, dolayısıyla sermaye sınıfının elinde olduğu açık gerçeğinden hareketle, bize verilen eğitimin nasıl bir eğitim olduğu anlaşılabilir. Hem üniversitelerde, hem de medyada, iktisat bilimi olarak sunulan şey, bize anlatıldığı haliyle bir bilim değil, bir ideolojidir. Bize her gün anlatılan, kapitalizmin yıkılmazlığı, son ve en mükemmel üretim biçimi olduğu iddiası, tarih hakkında biraz fikri olan herkes için saçmalıktan başka bir şey değildir. Nasıl ki, sınıfsız ilkel komünal toplum, köleci toplum, feodal toplum ve asyatik toplumlar, sürekli bir gelişim ve değişim (sınıf mücadeleleri) nedeniyle belirli bir aşamadan sonra ortadan kalkmak zorundaysa, kapitalist toplum da aynı sınıf çelişkileri nedeniyle ortadan kalmak, yerini sınıfsız topluma bırakmak zorundadır, elbette bu kendiliğinden değil, bizzat sermaye sınıfının kendi ve zorunlu ürünü olan mezar kazıları –işçi sınıfı- tarafından gerçekleştirilebilir.

Her ne kadar, derslerimizde adı dahi geçmese de, kapitalist üretim biçiminin işleyişini, çelişkilerini, değer ve artı-değer kavramlarını geliştiren ve burjuva iktisadın bir bilim olmayıp, aynı öncülleri gibi (A.Smith, D.Ricardo vd.) politik ekonomi olduğunu gösteren ve ekonomi politiğin en kusursuz eleştirisini veren kişi Karl Marx’tır. Burjuva iktisatçıların tümü, iktisadı, kapitalizmin ve burjuva toplumun neler yaparak sürdürülebilceği ve bu sömürü sisteminin neler yaparak meşrulaştırılabilineceği üzerinden ele alırlar ve bunu “bilim” diye sunarlar. İktisat ideologları tarafından ileri sürülen tahliller olanı değil, olmasını istediklerini gösterir. Ekonomi politiği bilimsel olarak ele almak, ekonominin işleyişinin çözümlemesini yapmakla mümkündür.
Şundan emin olabiliriz ki, uzman burjuva iktisatçıların tümü Marx’ın Kapital’ini en az Marksistler kadar iyi bilmektedir, daha doğrusu bilmek zorundadırlar çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi kapitalizmin işleyiş yasalarını Kapital’de gösterildiği kadar açık bir şekilde, ondan sonra gösteren olmamıştır. Elbette bu iktisatçılar, Kapital’i, sermaye düzenini korumak için özümserler, diğer tarafta Marksistler ise sınıfların ortadan kaldırılması için anahtar görevi olarak özümserler Kapital’i.

Egemen ideoloji, 1991 yılından itibaren büyük bir propaganda başlatmış, artık tarihin sonunun geldiğini, sınıf çelişkilerinin ortadan kalktığını ve tüm insanların bundan sonra refah içerisinde yaşayacağını iddia etmişti. Aradan geçen on yedi yıl, bu iddiaların söylemde kaldığını ve gerçeği yansıtmadığını fazlasıyla kanıtladı. Bugün dünyada 1 milyarın üzerinde insan günde 1 doların altında gelirle yaşamakta, yılda 20 milyon insan kapitalizmin kar güdüsü dolayısıyla açlıktan ya da savaşlarda ölmekte, işsizlik, yoksulluk ve sömürü hiç olmadığı kadar artmakta dolayısıyla temel iki sınıf arasındaki çelişkiler yumuşamak bir yana gelişmektedir. Aynı şekilde, ekonomik krizsiz ve savaşsız bir dünya vaat etmişti burjuva ideolojisi. Belirtmek gerekir ki, ekonomik krizler kapitalizmin işleyişinde ve iç çelişkilerinden doğar, aynı şekilde savaşlar da kapitalizm için vazgeçilmezdir. Nasıl ki, I. ve II. Dünya savaşları, Faşizm ve Nazizm, kapitalizmin çocuklarıysa, bugünkü Afganistan ve Irak savaşları ve Afrika’daki soykırımlar da kapitalizmin ürünüdür.

Doğu bloğu ülkelerinin birer birer çökmesiyle, başlayan bu propaganda asıl olarak “sosyalizm öldü” iddiası üzerinden şekillenmektedir. Ancak marksizm ya da bilimsel sosyalizm hakkında bilgisi olmayanların inanabilecekleri bir tezdir bu, öyle ki sosyalizm ancak bir dünya sistemi olarak kurulabilir ve sınıfsız, devletsiz bir toplumdur. Bugün insanlığın önünde iki yol duruyor: biri kapitalizmin dünyayı ve insanlığı götürdüğü yokoluşa seyirci kalmak, diğeri ise kapitalizmi ortadan kaldırmaktır. Bu, öncelikle kapitalizmin ne olduğu sorusu üzerinden gelişebilir ve bu soruya en kesin yanıtı veren bilim dalı halen ve kapitalizm varoldukça marksizmdir.

İktisat ideolojisi, serbest piyasa ekonomisinin kusursuz işlediğini ve kendi kendini düzenlediğini iddia edilmektedir. Bunun böyle olmadığı, yaşadığı dünyayı biraz inceleyen bir insan tarafından kolayca görülebilir, bunun için marksist olmak gerekmez. Kapitalizm kar amaçlı meta üretimine dayalı olduğu için, üretimi planlı değil, anarşiktir, bunun sonucu kaçınılmaz aşırı üretim fazlası, metaların elde kalmasıdır. Dünyanın bir çok yerinde açlıktan insanların ölmesine, konutsuz ya da sağlıksız koşullarda yaşamasına rağmen yiyecek maddeleri okyanuslara dökülür ya da yakılır. Konutlar boş durur. Tedavisi bulunan hastalıklar, ilaç şirketlerinin karlarını azaltacağı için piyasaya sürülmez, elde bekletilir. Ecza depolarındaki ilaçlarla iyileşebilecek yüzbinlerce hasta paraları olmadığı ve dolayısıyla ilaçları alamadıkları için ölüme terkedilir.
Aynı şekilde iktisat ideologlarının bilinç yanılsaması yaratmakta kullandıkları başlıca yöntem istatistiklerdir. Kişi başına düşen gelir, Gayri Safi Yurt İçi Hasılanın nüfusa bölünmesi ile bulunur. Ancak şu açık bir gerçektir ki, bu toprakları ele alırsak, çalışan nüfusun büyük kısmı asgari ücretle çalışmakta, GSYİH’nın büyük kısmı ise bir kaç kapitalistin elinde toplanmaktadır. “Adil paylaşım, toplumsal eşitsizliğin azaltılması” gibi öneriler bizzat burjuva iktisatçıları tarafından gelmektedir, bu, toplumsal eşitsizliğin sınıflı toplumda azaltılmasının, sınıf çelişkilerinin yumuşatılmasının mümkün olduğu düşüncesini egemen kılar. Elbette onlar da bilmektedir ki, adil paylaşım safsatadan ibarettir ve toplumsal eşitlik sınıfsız toplumda mümkündür.

İktisat ideolojisinin başvurduğu en önemli araçlardan birisi de “ulusal çıkarlar” söylemidir. Ancak hiç kimse “ulus”un sınıflardan oluştuğunu ve dolayısıyla ulusal çıkar olarak adlandırılan şeyin, aslında egemen sınıf olan sermaye sınıfının çıkarı olduğunu düşünmez. Yalnızca bugünkü savaşlarda değil, 1. ve 2. Emperyalist paylaşım savaşlarında da sermaye sınıfı, kendi sınıf çıkarları için giriştiği savaşlarda, ordusunu oluşturan işçi ve köylülerin ve cephe arkasındaki insanların desteğini sağlamak, başka ulustan işçileri öldürmekte işçilerin hiçbir çıkarı olmadığı gerçeğini gözlerden gizlemek amacıyla bu yola başvurmuştur. Elbette daha önceki savaşlarda da kullanılan bu yöntem, yalnızca savaş dönemleri ortaya çıkan bir şey değil, süreklilik arz eden bir durumdur. Böylece sınıf çelişkileri olmayan, hatta savaşlardan çıkarı olan bir homojen “ulus” görünümü yaratılır. Ancak kapitalizm bir dünya sistemdir, tam da bu yüzden sermayenin vatanı yoktur, aynı işçilerin de olmadığı gibi.

Buraya kadar yazılanlar, iktisat ideolojisinin genel yapısı hakkında umarız bir fikir verebilir. Önümüzdeki sayıda, ekonomi politiğin eleştirisine (meta, değer, artı-değer, emek-gücü..) elimizden geldiği kadar girmek yararlı olacaktır.
Okurlarımız ve öğretim görevlileri, yalnızca bu yazımızın değil, diğer yazılarımızın da eleştirilerini vermek isterlerse, yazılarını bizlere ulaştırmaları yeterli olacaktır. Bu şekilde gelişen bir tartışmanın hem bizi hem de okurları geliştireceğini düşünüyoruz.

Promethus

Göğün Fethine Çıkmak: Paris Komünü

137 yıl önce, 18 mart 1871'de Parisli işçiler şöyle haykırıyordu: “Yaşasın Komün!”, “Yaşasın toplumsal devrim!”. 1851 yılında bir hükümet darbesiyle iktidarı ele geçiren Louis Bonaparte, 1860'ların sonuna doğru burjuvazinin desteğini yitirmişti. Emekçi kitleler burjuvazinin cumhuriyet isteğini, kendi taleplerini de öne sürerek destekliyorlardı. 1869’da yapılan seçimlerde, cumhuriyet talebini dile getiren adaylar oyların yarısına yakınını aldılar. Diğer yanda Prusya, Bismarck önderliğinde Almanya’nın birliğini zorla sağlamış ve kıta Avrupa’sında Fransa’nın karşısına dikilmişti. Bonaparte içine düştüğü bu zor durumdan savaşa girerek çıkmaya çalıştı. Böylece Fransa 19 Temmuz 1870’te Prusya’ya savaş ilan etti.

Erken 20.Yüzyıldan 1979 İslam Devrimine: İran’da Kadın Hareketleri

Kadın hareketlerinin İrandaki tarihsel gelişimi incelendiğinde, 1905-1911 Anayasa Devrimi’nin, kadınların sosyal yaşama katılımı hususunda bir ilk olduğu görülmektedir. Erken 20.yy anayasa hareketi; yetkileri sınırlandırılmış, anayasal monarşinin kurulması ve Batı müdahaleciliğine karşı ulusal çıkarların korunması talepleriyle şekillenmiştir. Bu dönemde kadın hareketleri, anayasal yönetim için ulusal mücadeleye katılım yoluyla ortaya çıkmıştır. İranda kadınların politik hareketlere ilk katılımı, ulusal söylemlerin etkisiyle gelişmiştir.
Kadınlar, anayasa hareketinde; doğrudan kadın hakları, kadının kurtuluşu veya özel olarak kadın sorunuyla ilgili taleplerde bulunmadan; ulusal söylemin şekillendirdiği genel politik hareketin bir parçası olarak yer almıştır.

İnsanın tarihini anlamanın yeni ve kesin yolu: Genlerimize Bakmak

Hücrelerimizde genler bulunur. Genler, tırnaklarımızdan piyano çalma yeteneğimize kadar kim olduğumuzu belirleyen şerit benzeri bir hayat kodundan, DNA'dan oluşur. Genleri inceleyerek, atalarımızın izledikleri coğrafik yolun başlangıcının Afrika'ya, türlerimizin şafağına kadar uzandığını görebiliriz. Sonra iki kişiyi ele alıp genlerini karşılaştırdığımızda, onların daha yakın zamanlı muhtemelen Afrika'nın dışında yaşamış bir ortak ataya sahip olduğunu görebiliriz. Dahası, artık bu ataların nerede yaşadıkları ve anayurtlarını ne zaman terk ettikleri de kanıtlanabilir. Bu dikkate değer kanıtlar, birçok insanın çığır açan çalışmalarının sonucu olarak, sadece geçtiğimiz on yılda mümkün olabilmiştir.
Wilhelm Reich 1897 yılında Galiçya'da, bir Yahudi ailesinden dünyaya geldi. Tıp öğrenimini Viyana'da tamamladı. Kendini önce cinselbilime, daha sonraysa ruh çözümlemesine adadı. 1919'da Freud'u keşfetti. Onun hayranı, en yakın dostu ve yardımcısı oldu. 1927'de aralarında kuramsal ve siyasal yönde bir ayrılık baş gösterdi. 1928'de Avusturya Komünist Partisi'ne girdi, aynı yıl Viyana'nın emekçi mahallelerinde işçiler için ruh çözümleyici sağlıkevleri açtı. 1929'da Sovyet Rusya'ya bir seyahat yaparak buradaki psikanaliz alanındaki gelişmeleri yerinde inceledi. 1930'da, Berlin'de cinsel siyaset hareketini başlattı. Cinsel sorunu siyasallaştırmak istiyordu. Kurduğu derneğe bir yılda yirmi bin üye yazıldı.

Hayatın Anlamı...

Hayatın anlamı ne dedi küçük çocuk, peder olan aziz babasına. Filozof dayısı cevap vermesin diye acele etti peder: Tanrı bizi sınavdan geçirmek, sınavı geçenleri cennete, geçemeyenleri cehenneme göndermek için bizi dünyaya gönderdi oğlum. Hayatımızın anlamı da, cennete gidebilmek için Tanrının dediklerini harfiyen yerine getirmektir.
Çocuk küçüktü, ancak salak değildi. Bu cevap onu tatmin etmemiş olacak ki, konuşmasını sürdürdü: Peki tanrı bizi neden dünyaya gönderip, sınava sokma ihtiyacı duydu baba?

TİYATRO

İstanbul Devlet Tiyatrolarında birbirinden güzel oyunlar sahne alıyor. Kapitalizm çağında, sanatın da bir meta durumuna getirilmesi, sanatsal faaliyetlere katılmak bir yana, izleme şansı dahi hızla elinden alınan, “sanat” adı verilen berbat şarkılara, dizilere mahkum edilen, artık sanat eliyle de manipüle edilmeye çalışılan işçiler ve gençlik, her gün biraz daha koyun gibi yaşamaya, yalnızca çalışmaya ve elbette! tüketmeye odaklı bir yaşama alışıyor. Buna dur demek elbette bizlerin elinde. Bu sistemde sanatın hakkettiği değeri kazanacağını elbette iddia etmiyoruz, ancak ne olursa olsun hakettiği değeri vermeye çalışan sanatçıların eserlerine sizleri kulak vermeye çağırıyoruz. Sanattan yanaysanız eğer...

SİNEMA

Pan’ın Labirenti
1944 yılı İspanya'sında, iç savaş sona ermiş görünse de, Navarra'nın kuzeyindeki dağlık bölgelerde çatışmalar sürmektedir. Kendi hayal dünyasında yaşayan 10 yaşındaki Ofelia, hamile annesi Carmen'le birlikte, Navarra'ya, üvey babası Kaptan Vidal'in yanına gider.
Kaptan Vidal, faşist yönetimin emrinde çalışan ve sınırları isyancılardan temizlemekle görevli bir askerdir. Sert mizacı ve otoriter tavrı nedeniyle üvey babasıyla en ufak bir yakınlık kuramayan Ofelia, bir gün arka bahçelerinde, esrarengiz bir labirent keşfeder. Bu labirentin içinde tanıştığı, gövdesinin yarısı insan yarısı yaratık olan Pan'la yaşayacakları, Ofelia'nın bütün yaşamını değiştirecektir.

ŞİİR

Working Class Hero*
as soon as you're born they make you feel small
by giving you no time instead of it all
till the pain is so big you feel nothing at all
a working class hero is something to be

they hurt you at home and they hit you at school
they hate you if you're clever and they despise a fool
till you're so fucking crazy you can't follow their rules

when they've tortured and scared you for twenty odd years
then they expect you to pick a career
when you can't really function you're so full of fear

keep you doped with religion and sex and tv
and you think you're so clever and classless and free
but you're still fucking peasants as far as i can see

there's room at the top they are telling you still
but first you must learn how to smile as you kill
if you want to be like the folks on the hill

if you want to be a hero well just follow me
John Lennon
*İşçi Sınıfı Kahramanı
daha hiç zaman tanımadan
doğduğun anda küçücük sandırırlar sana kendini
acı artık hissedilemez hale gelene kadar büyünceye dek
işçi sınıfı kahramanı olunmalı

evde itilir kakılırsın, okulda döverler
eğer zekiysen senden nefret ederler aptalsan da aşağılarlar,

ta ki öfkeden kudurup onların kurallarına uyamaz hale gelene kadar
yirmi küsur yıl boyunca sana işkence edip korkuttuktan sonra
daha korkudan doğru dürüst yaşamayı beceremezken
kendine bir meslek edinmeni beklerler

seni din, seks ve televizyonla uyuşmuş halde tutarlar
böylece kendini son derece zeki, sınıf çelişkilerinden bağımsız ve özgür hissedersin
ama gördüğüm kadarı ile aptal bir köylüden başka bişey değilsin.

tepede hala boş yer olduğunu söylüyorlar
ama eğer yukardaki efendiler gibi olmak istiyorsan
önce öldürürken gülümsemeyi öğrenmen gerekiyormuş

eğer bir kahraman olmak istersen eğer tamam hadi gel benimle
John Lennon

Diyalektiğe Övgü

Yaşıyorsan eğer ‘hiçbir zaman deme’.
Yıkılır, yıkılmaz görünen,
Kalmaz hiçbir şey nasılsa öyle
Buyuranlar verdiklerinde son buyruklarını
Buyruk altındakiler başlar konuşmaya,
Kim'hiçbir zaman' demeyi göze alabilir?
Zulüm yürürlükteyse, kim suçlu: Kendimiz
Ve kimdir omu yıkmak zorunda olan: Biz
Yenilen kalk ayağa!
Herşeyini yitiren, dövüşe devam!
Kavramışsan olup biteni, seni kim tutabilir?
'Hiçbir zaman'dan 'bugün' doğar
Bugün yenilen yarının yenenidir.
Murathan Mungan

Seni Düşünmek

Seni düşünmek güzel şey, ümitli şey,
Dünyanın en güzel sesinden
En güzel şarkıyı dinlemek gibi birşey...
Fakat artık ümit yetmiyor bana,
Ben artık şarkı dinlemek değil,
Şarkı söylemek istiyorum.
Nazım Hikmet

Gelen Benim

pınarından özgürlüğün al bir yudum,
çek bir soluk rüzgârından sevdamızın.
seni benden ne bu kapı, ne bu duvar ayıracak,
seni bu kara kara gelen ölüm.

al bir yudum pınarından özgürlüğün.
rüzgârından sevdamızın çek bir soluk.

seni benden ne bu kapı, ne bu duvar ayıracak,
seni ne bu kara kara gelen ölüm.

asıl benim gelen, ölüm değil,
yıkmaya gelen bu kanlı duvarları.
çırpa çırpa ak kanatlar.

yürür dupduru kanım benim
aydınlıktan aydınlığa bir düş gibi.
dağı taşı kıra eze kıra eze gelen benim,
geceleri, korkuları, cellâtları biçe eze biçe eze gelen benim.
gelen benim, gelen benim,
zincirinden kopmuş gibi.

asıl benim gelen, ölüm değil.
benim gelen, benim gelen.

ben geldim mi kalkacak sabahları bütün çocuklar karınları aç;
uyuyacak geceleri bütün çocuklar karınları tok,
ben geldim mi.
A.Kadir

Gelmeyen Bahar

Gel kardeşim, gel beri
Hey kurt hey kuş hey börtü böcek
Ah gidenler gelir mi geri
Açar mı bugun dört bahardır kanayan çicek
Demek
Daha bizim yaşımızda
İnsanlar ölecek
Enver Gökçe

KİTAP KÖŞESİ


Ateşi Çalmak, Karl Marx ve döneminin belgesel romanıdır. Tamamı beş cilt halinde yayına hazırlanan bu büyük eser, biyografik bir romanın alışılmış sınırlarını aşan bir konu ve ayrıntı zenginliğine sahiptir. 19. yüzyıl Avrupasını, sanayi devrimini, işçi sınıfının kendi talepleriyle ortaya çıkışını ve marksizmin oluşum sürecini tamamen belgelere dayanarak yansıtan yazar Galina Serebryakova, okuru adeta o yıllara götürüyor.
Kitabın ilk cildinde, Karl Marx'ın çocukluk ve gençlik yılları anlatılmaktadır. Ve aynı dönemin, büyük mücadeleleri: 'Çalışarak yaşamak ya da savaşarak ölmek' sloganıyla barikatlar kuran işçilerin ve zanaatçıların, proletaryanın bağımsız bir sınıf olarak ortaya çıkışını temsil eden, 1831 Lyon Ayaklanması... İngiltere'de, görkemli bir ayaklanma havası içinde, milyonlarca işçi ve emekçiye 'Halk Fermanı'nı imzalatan Chartistler...
Almanya'da Hessen Prensliği'nde, 'Kulübelere Barış, Saraylara Savaş!' şiarıyla eyleme geçen proleterler ve köyler...

İkinci ciltte, Marx ve Engels'in birlikte mücadeleye karar verdikleri andan başlayarak, 1848 devrimleri sonrasına

16 Haziran 2009 Salı

KOŞUK

Bulamıyorum kelime yazmaya
İçimdeki acıyı savurmaya
Terk edilmiş hissedip ağlamaya
Paramı kaybettikten sonra

Cebimde yoksun ne işe yararsın
Gözümle görmeyince içimde bir yarasın
Ben ağlamayım da kimler ağlasın
Paramı kaybettikten sonra

Adım insan başım diktir
Sözüm kısa acım çoktur
Param yoksa işim yaştır
Paramı kaybettikten sonra


İnsan 

15 Haziran 2009 Pazartesi

sen

Elleri bağlanmış birisi gibisin.
Çok uzakta bir şehirde dönüş bileti olmayan,
Hiç kimsenin tanımadığı
Ve tek bir kelime onların dilini konuşamayan.

Fırtınanın mahsur bıraktığı yabani otlardan biri,
Tek bir bulut gökyüzüne takılı kalmış,
Ölmeye adanmış bir kurban.
Tek tanrısı kendinden başka biri olmayan birine üstelik.

Daha önce yaşamış ve sevmiştin hayatı.
Gözlerinin içinden koklamıştın tüm o bahar çiçeklerini.
Şiddetli bir baş ağrısı gelip yerleşinceye gözbebeklerine
Ve mesafeler kokuları çok dağıtıyor

Gece olunca uykudan uyanıp sebepsiz;
Ne olacağını düşünen biri.
Tüm gün boyunca adımını atmadan sokağa,
Her şeyi unutmaya çabaladıkça hatırlayan biri…

Bu tipi bitinceye dek huzurlu bir mağaraya saklamalı kendini
Savaş alanının ortasında tarafsız bir er gibisin
Uzak, sis içinde ve kaybolmuş cesaretinin erittiği
Saçma sapan hayaller içindesin…

Bir an her şeyi anlamsızlaştırır ve onları kaybedersin
Canını sıkan ne varsa görmezden gelirsin delirmemek için
Oysa neden bu kadar korkar delirmekten insan
Dışarısı bir tımarhaneyken hatta…

Bütün bunları yeniden görmen çok fazla zamanını almayacak
Ve her defasında yeniden düşecek zırhların
Kumdan kalelerini yıktığında rüzgâr ve dalgalar
Bir kez daha yıkılacaksın

Bence delir
Bence bağır istediğin kadar.
İşte bu, işte orada diye kepaze et onları
Susup öldürmekten kendini her zaman daha iyidir bu…


lepistes

Otobiyografi

1902'de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşımda Halep'te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova'da komünist Üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova'da Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim


kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin

hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık gırevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir


otuzumda asılmamı istediler
kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini
verdiler de
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu
elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum Pırağ'dan Havana'ya


Lenin'i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924'de
961'de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdır


partimden koparmağa yeltendiler beni
sökmedi
yıkılan putların altında da ezilmedim


951'de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün
52'de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü


sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
şu kadarcık haset etmedim Şarlo'ya bile
aldattım kadınlarımı
konuşmadım arkasından dostlarımın
içtim ama akşamcı olmadım
hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana


başkasının hesabına utandım yalan söyledim
yalan söyledim başkasını üzmemek için
ama durup dururken de yalan söyledim


bindim tirene uçağa otomobile
çoğunluk binemiyor
operaya gittim
çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın
çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21'den beri
camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye
ama kahve falıma baktırdığım oldu


yazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiye'mde Türkçemle yasak


kansere yakalanmadım daha
yakalanmam da şart değil
başbakan filân olacağım yok
meraklısı da değilim bu işin
bir de harbe girmedim
sığınaklara da inmedim gece yarıları
yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında
ama sevdalandım altmışıma yakın
sözün kısası yoldaşlar
bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da
insanca yaşadım diyebilirim
ve daha ne kadar yaşarım
başımdan neler geçer daha
kim bilir.


Nazım Hikmet

1961 yılı 11 eylülünde
doğu berlin'de yazıldı.

14 Haziran 2009 Pazar

Kitap Köşesi



Alman Marksist kuramcı, politikacı ve tarihçi Franz Mehring’in Tarihsel Maddecilik Üzerine adlı broşürü ilk olarak 1893 yılında yayınlandı. Broşürün yazarı, Alman Sosyal-Demokrat Partisi’nin I. Dünya Savaşı’nda kendi burjuva devletini desteklemesine karşı çıkan Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht önderliğindeki ‘Spartaküs Birliği’ ve ardından 1919 yılında Alman Komünist Partisi kurucularındandı. Mehring’in Türkçede ilk kez bir kitabının yayınlanıyor olmasının dışında, yazarın, toplumun gelişim yasalarını kavramanın bilimsel yöntemi olan tarihsel maddeciliği oldukça açık anlatması ve özellikle içinde yaşadığımız türdeki kapsamlı altüst oluş dönemlerinde, dünyayı anlamanın yöntemini sağlaması açısından değerli. Kitap Prinkipo yayıncılıktan çıktı.

13 Haziran 2009 Cumartesi



3.sayının arka kapağıdır.