Ne Savunuyoruz?

Savaşlar, önlenebilir çevre felaketleri, yoksulluk, açlık, işsizlik ve şiddetin egemen olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Ekonomik egemenliği, sosyal, politik ve kültürel egemenlik tamamlıyor. Başta işçi sınıfı olmak üzere, ulusal azınlıklara, kadınlara ve eşcinsellere yönelik baskı giderek ağırlaşıyor ve ne gariptir ki bunu, dünyaya barışın ve demokrasinin egemen olduğu masalı izliyor.

Ataerkil burjuva toplumunun sınıf çelişkilerinden doğan ve kapitalizmin devamlılığı için sürekli yeniden üretilen bu sorunlardan elbette toplumun bir parçası olan öğrenci gençlik de muaf değil. Bu yüzden, öğrenci gençliğe dair bir çözümleme ve program çalışmasının başlangıç noktası, eşyanın doğası gereği, içinde yaşanılan toplumun doğru değerlendirilmesinden geçiyor.

Sanayi devrimiyle birlikte egemen üretim biçimi olarak ayakları üzerinde dikilen kapitalizm, işçi sınıfının ürettiği artı-değerin sömürüsüyle kendisini var eder. Onun doğası, sermaye birikimini sürekli geliştirmekten geçtiği içindir ki, 20. yüzyıla girerken kapitalizmin emperyalist aşaması dünyaya egemen oldu. Bugün gelinen noktada, emperyalizm varlığını sürdürürken, onun içinde bir aşama olarak üretimin küreselleşmesi döneminden geçiyoruz. Bu olgu, özetle 1970'lerde başlayan ve giderek hızlanarak gelişen ve iç çelişkileriyle kendi krizlerini üreten bir süreç olarak devam ediyor. Üretim bugün dünya çapında, ülkeler ve hatta kıtalar arasında yapılıyor. Bunun gerçekleşmesini sağlayan maddi temel de, artık hepimizin aşina olduğu bilgisayar, internet teknolojisi; bilgi-yoğun teknolojiler, devasa ulaşım ağları olarak sayılabilir, ancak bunlarla sınırlı değildir. Artı-değer sömürüsünün uluslararasılaşmasını ifade eden bu gerçekliğin, kaçınılmaz politik ve toplumsal sonuçları oldu ve olmaya da devam ediyor.

Bizler, dünyayı hızla yokoluşa sürükleyen kapitalizmin, barışçıl yollarla iyileştirilemeyeceğini biliyoruz. Kapitalist toplumda savaşlar, birkaç militarist politikacının isteği nedeniyle ortaya çıkmaz, tam tersine savaşsız bir kapitalizm düşünülemez. Bunun temel nedeni, daha fazla kar ve rekabet güdüsünün kapitalizmin doğasında olmasıdır ki bu da kapitalist devletleri savaşlara sürükler.

Kapitalist toplumun, her yönüyle iflah olmaz bir çürüme içerisinde olduğunu görmek için gündelik haberleri takip etmek bile yeterlidir. Buna karşılık, varolan sömürü sistemiyle sorunu olmayıp, onu “insanileştirme” iddiasında olan çeşitli burjuva partileri görüyoruz. Bunların en bilinenleri, liberal ve sosyal-demokrat kanatlar olarak ortaya çıkıyor. Ancak bu her iki burjuva akımın da tarihi, emperyalist savaşları, üretim araçlarının ve kitlelerin imhasını her durumda onaylayan; insanlığın kapitalizm eliyle yokoluşa gidişini gizleyen/yönlendiren bir gelenekten oluşuyor. Onlar bugün de, Afganistan'daki, Irak'taki işgalleri onaylıyor, Filistin ve Kürt halkı söz konusu olduğunda ikiyüzlülüklerini sergiliyorlar.

Tüm bu partilerin, üretim araçlarının (fabrikalar, toprak, madenler, ulaşım araçları, bankalar) özel mülkiyeti üzerine kurulu kapitalist toplum ve onun siyasi ifadesi olan burjuva devletlerin varlığıyla hiçbir sorunları yoktur. Yine onlar, gerçekleri kitlelerin gözünden kaçırmak için her yola başvururlar; medya bu noktada en önemli araçlarıdır. Onlar, sınıflı bir toplumda yaşadığımız gerçeğini, toplumun ezici çoğunluğunun günde 10-12 -ve daha fazla- saat arası emekgücünü satmak zorunda olduğunu, buna karşılık küçük bir azınlığın toplumsal zenginliğin çoğunu elinde tuttuğunu, bunu da “kutsal özel mülkiyet” hakkından, yani devletin bu işlevi görmesinden dolayı yapabildikleri gerçeklerini sürekli göz ardı ederler. Her gün “demokrasi” ve “insan hakları”ndan söz eden burjuvazinin siyasi temsilcileri ve onun devleti, her türlü muhalif siyasi mücadeleyi ezmek ve giderek toplumu daha da kontrol altında tutmak işlevini görüyorlar.

Kapitalist tahakkümün ortadan kaldırılması mücadelesine, onun ne olduğunu anlamaya çalışarak başlayabiliriz. İnsan, neye karşı mücadele verdiğini bilmeden, nasıl mücadele edeceğini bulamaz; yanlış çözümlemelerden doğru mücadele hatları bugüne kadar hiç çıkmadı, çıkması da mümkün değil.

Bugün, insanlığın önünde iki yol bulunuyor. Bunlardan biri şu an içinde yaşadığımız ve bize uygarlık olarak sunulan kapitalist barbarlıktır ve bu yol dünyayı ve insanlığı hızla yokoluşa götürüyor. Bunu durdurmak ve ikinci yolu gerçekleştirmekse bugün tek devrimci sınıf olan işçi sınıfının elindedir; bu yolun adı sosyalizmdir.

Egemenler bize Doğu Bloğu'nun çöküşüyle birlikte sınıf mücadelelerinin sona erdiğini, kapitalizmin kazandığını, sosyalizmin yokolduğunu ve sonuç olarak dünyaya barış ve kardeşliğin egemen olacağını vaat ettiler. Bunun ikiyüzlüce bir yalan olduğu çok geçmeden ortaya çıktı. İçinde yaşadığımız dünya, her yıl milyonlarca insanın savaşlardan, açlıktan ve önlenebilir felaketlerden yaşamını kaybettiği, ezici çoğunluğunsa insanlık dışı koşullarda yaşadığı bir dünyadır ve bunun tek sorumlusu kapitalizmdir. Her şeyden önce bilinmesi gereken şey, burjuvazinin ve Stalinizmin bize “sosyalizm” olarak sundukları şeyin, gerçekte sosyalizmle alakası olmayan bürokratik diktatörlükler olduğudur. Bu kavrandığında işçi sınıfının ve gençliğin gelecek alternatifsizliği ve umutsuzluğu büyük ölçüde ortadan kalkacak ve mücadele yolları aranmaya başlanacaktır; çünkü bu devrimci çözüm -sosyalizm- dışında hiçbir gerçekçi çözüm bulunmuyor.

Sosyalizm, dünya çapında kurulabilecek bir toplumsal yapıdır ve “tek ülkede sosyalizm” Stalinist argümanının çöküşü Marksizmin yanlışlanması değil, aksine doğrulanmasıdır. Sınıfsız, sınırsız ve sömürüsüz bir dünya hala tek gerçek devrimci çözüm olarak önümüzde duruyor ve bunun öznesi de dünya nüfusunun çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfıdır. Bu somut gerçeklikten hareketle bizler işçi sınıfının devrimci yolunda yürüyor ve insanlığın kurtuluşunu ifade eden sosyalizm için mücadele ediyoruz.

Kapitalist Toplumda Eğitim
“Burjuvazi şimdiye kadar saygı duyulan ve saygılı bir korkuyla bakılan bütün mesleklerin kalelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim insanını kendi ücretli emekçisi durumuna getirdi.” Karl Marx tarihteki tüm sınıflı toplumlarda eğitim, egemen sınıfın, diğer sınıfları baskı altında tutmak, kendi sınıf çıkarlarını tehlikeye düşürmeyecek ve egemen sınıf konumunu sürdürmesine hizmet edecek olan resmi ideolojisini yaymak amacına hizmet etmiştir. Eğitim, egemen sınıfın ideolojik araçlarından biridir.

Kapitalist toplumda da eğitim, diğer sınıflı toplumlardaki aynı amaca hizmet eder, ancak tarihsel gelişme ile beraber eğitimin işlevi de gelişmiştir. Bugünkü toplumda burjuvazinin egemenliğinde olan eğitim sistemi, resmi ideolojiyi yaymanın, bu toplumun ideal toplum olduğunu vaaz etmenin dışında, sermayenin ihtiyaç duyduğu işgücünü de yetiştirir. Temel eğitimin (okuma-yazma eğitimi), işçi sınıfına da açılması kapitalizmin anayurtlarında 19. yüzyıla rastlar, bunun sebebi sermayenin ihtiyaçlarıdır. Tarihsel gelişme yüksek öğrenimin de; daha öncesinde sadece egemen sınıfın çocuklarının yararlandığı üniversitelerin de, asıl olarak II. Dünya Savaşı'nın ardından işçi sınıfı ve emekçi çocuklarına açılmasını zorlamıştır. Bu da, dönemin ulusal kalkınmacı ekonomi modeline denk düşen, yerli nitelikli işgücü yaratma ihtiyacının bir ürünüydü. Bunun toplumsal-siyasi sonuçları ifadesini 1968 öğrenci hareketinde bulmuştu.

Kapitalist toplumda eğitim bir meta durumuna getirilmiştir. Eğitim de herhangi bir şey gibi alınır satılır bir hizmet durumuna indirgenmiştir. İlköğretimden itibaren okullar, devlete bağlı gözükenler dahi, paralıdır. Öğrencilerin ailelerinden alınan “yardım”, ”katkı payı” ve üniversitelerde alınan “harçlar” eğitimin herkese açık olmadığını, anayasada yazdığı gibi “zorunlu ve parasız” olmadığını kanıtlar.

Üniversiteler devletin ihtiyaç duyduğu bürokrat kadroları yetiştirmenin dışında, sermayenin ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücünü de yetiştirir. Egemen sınıf burjuvazi, elbette bunu yaparken, resmi ideoloji dışına çıkılmasına müsaade edemez. Sermaye düşünen, sorgulayan, yanlış geldiğinde sesini çıkaran, tartışan, kısacası “resmi ideoloji”nin dışına çıkan gençlerden ve öğretim görevlilerinden doğası gereği hoşlanmaz. Onları bir şekilde tasfiye eder. Ona sorgulamayan, ne verilirse kabul eden, düşünmeyen, kısaca pasifleşmiş insan sürüleri yada işgücü gereklidir. Bu anlamda üniversiteler, özgür düşüncenin filizlenip, yeşerdiği kurumlar değil, tam tersine özgür düşüncenin ve gerçek bilimin boğulduğu kurumlardır.

12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından kurulan YÖK, yüksek öğrenimde bu amaca hizmet etmektedir. YÖK’ün kurulmasının amacı, üniversiteleri küresel sermayeyle bütünleştirmek, yeni-liberal politikaları üniversitelerde uygulamak, hiçbir şeye tepki göstermeyen, apolitik bir öğrenci kitlesi yaratmak, öğrenci gençliği ve bilimi denetlemektir. YÖK, öğrenci gençliğin başının üstünde sallanan “Demokles’in kılıcı”dır. YÖK, burjuvazinin üniversiteleri birer ticarethaneye çevirmesinde temel araç olmuş, üniversitelerin girişine adeta “parası olmayan okuyamaz” tabelasını asmıştır. YÖK konusunda hem Kemalist, hem de liberal burjuva kanatların aynı ikiyüzlülüğü paylaştığını, her iki kesimin de YÖK'le bir sorununun olmadığını ve tek dertlerinin bu kurumu kimin ele geçireceği olduğunu son yıllardaki gelişmeler açıkça gösterdi. Liberal İslamcı kesim yıllarca karşı olduklarını ifade ettikleri YÖK'ü bugün artık kendi mevzileri haline getirdiler, Kemalistlerse yıllarca kendi tekellerinde olan ve üniversiteleri sermayeye açmak ve öğrencilerle öğretim görevlilerine kök söktürmek için kullandıkları bu kurumu kaybedince deyim yerindeyse ağlamaya başladılar. Bizler, öğrenci gençliğe hiçbir şey sunmayan bu burjuva kanatlarından bağımsız olarak YÖK'ün ve bugüne kadarki işlevlerinin ortadan kaldırılması mücadelesini vermek zorundayız.

* * *

İçinde yaşadığımız sınıflı toplumda, biz öğrenci gençlik olarak bugün nereye denk düşüyoruz ve nereye gidiyoruz? Toplumsal sınıfları, üretimdeki toplumsal konumlarına göre tanımlarız, örneğin bir işçi herhangi bir üretim aracı olmayan ve ücretli çalışan kişidir; patron ise üretim aracının sahibi ve işçilerin ürettiği artı-değere el koyan kişidir. Öğrenci gençlik ise, üretimde bir yere denk gelmeyen konumuyla toplumsal bir ara tabakadır. Çoğunluğu itibariyle okul sonrası işçileşecek, küçük bir azınlığı hayatını burjuva ya da küçük burjuva olarak sürdürecektir.

Öğrenci gençlik, birçok sınıftan insanın bir arada bulunduğu ve bir çoğunun geleceğinin aynı olduğu bir topluluktur. Özellikle meslek lisesi öğrencileri, daha meslek lisesinde okurlarken işçi sınıfına dahil olurlar. Meslek lisesi öğrencileri uzun ve yorucu işgünü sonunda ücret almadıkları gibi, sendika ve sigorta hakları da yoktur. Yaz aylarında da “staj” adı altında sermayenin ucuz işgücü ihtiyacını gideren meslek lisesi gençliği, işçi sınıfının en çok sömürülen kesimlerinden biridir.

İşçi ve emekçi çocukları evden doğal olarak yeterli desteği göremedikleri, yeterli miktarda burs da alamadıkları için, çok ucuz ücrete, sigortasız çalışmaya itilmektedir. ”Part-time” adı verilen bu esnek çalışma sistemiyle, iki kişilik iş yapan iki gence, bir kişinin parası paylaştırılmaktadır.

Üniversite gençliğinin azımsanmayacak bir bölümü, mezun olduktan sonra sistem içerisinde ayrıcalıklı bir yer edinme hayaline sahiptir, ancak ne yazık ki hayatın gerçekleri bu tip hayallere fazla şans vermez. Türkiye'de genç nüfus içerisinde işsizlik yıllardır yüzde 20'lerin üstünde bulunuyor ve artık üniversite mezunlarının çok küçük bir azınlığı kendilerini mavi yakalı işçilerden ayırabilecek gelir ve hayat koşullarına sahip olabiliyor. Bu durum, işçi sınıfı içerisindeki kafa-kol emeği (beyaz yakalı-mavi yakalı) ayrımın en azından ücret ve yaşam koşulları boyutunda giderek ortadan kalktığı gerçeğine denk düşse de, üniversite mezunu gençlerin işçi olduklarını farketmemeleri (inkar etmeleri), kendilerini daha üstün görme çabaları, onların bilinç olarak işçi sınıfından ne kadar uzak olduklarını göstermeye yetiyor. Bu düşünce biçimi, hiç şüphesiz egemen sınıfın çıkarlarına denk düşen ve mücadele edilmesi gereken bir durumdur.

Uzun yıllar üniversiteyi kazanmak için çırpınan, bunun için özel dershanelere ve ders kitaplarına para yığan gençlerin sorunları, üniversiteyi kazandıkları anda bitmek bir yana yeni başlar. Sermaye, devlet üniversitelerinde “parasız eğitimi”, yüksek miktarda aldıkları harçlar ile sürdürür. Bu harçları yatıracak durumda olmayan öğrencilerin eğitim alma hakları ortadan kalkar. Devlet yurtlarında barınma her ne kadar ucuz gözükse de, öğrencilerin devlet yurtlarına verdikleri bu paralar aslında, özelleştirilen yemekhanelerin patronlarına verilmektedir. Devlet yurtlarının kapasiteleri sınırlı; odaları ortalama 4-6 kişilik ve sağlıksız yerlerdir. Yurtlarda öğrenciler, yönetim eliyle baskı altında tutulmakta, yurtlar adeta bir askeri kışlayı andırmaktadır. Yurt girişlerindeki özel güvenlikler, gece giriş saatleri, yurdun çevresini saran tel örgüler, birden bire odanıza giren memurlarla kışla tanımı doğrulanmaktadır. Yurtlarda yönetim ülkücü öğrencileri korumakta ve yapacakları eylemlerde önlerini açmaktadır (geçtiğimiz yıllarda dışarıdan gelen faşistler, öğrencileri satırlayıp ellerini kollarını sallayarak gitmişlerdir).

Öğrencilerin ücretsiz tedavi oldukları mediko-sosyaller de küreselleşen sermayenin, özelleştirme saldırısından nasibini almıştır. Parası olmayan öğrencinin sağlık hizmetlerinden yararlanamaması doğal karşılanmaktadır.

Birçok üniversitede öğrencilerin kültür-sanat etkinlikleri engelleniyor, faaliyetler için gerekli mekan, araç ve ödenek üniversite tarafından sağlanmıyor. Öğrenci kulüpleri ya tasfiye ediliyor ya da “liberal öğrenciler” eliyle sermaye kulüpleri haline getiriliyor. Sermayenin kültür ve sanatı da tekeline alması; bunu yönlendirici bir araç olarak kullanması gerçekliğini, tüm önemli kültürel-sanatsal etkinliklerin arkasında duran büyük şirketlere baktığımızda anlayabiliriz. Üniversitelerde boğulan, öğrencilerden uzak tutulan bu etkinlikler, okul dışında da sermayenin tekelinde bulunuyor. Bu durum, öğrenci gençlik ile kültür-sanat etkinlikleri arasındaki uçurumun giderek açılmasına neden oluyor.

Üniversitelerdeki eğitim ezbere dayalı ve bilimsellikten uzaktır. Türk Dili ve İnkılap Tarihi dersi ilk sınıflar için zorunludur. Bu dersin zorunlu olması, devletin “resmi ideoloji”ye verdiği önemi göstermektedir. Ezilen halkların dilleri, tarihleri ve kültürleri üniversitede araştırılıp öğrenilmesi bir yana, yok sayılmaktadır. Üniversitelerde devlet için gizli araştırmalar yapılmakta, ordu için silahlanmaya dönük çalışma yürütülmektedir.

Üniversitelerin girişlerine yerleştirilen özel güvenlikler, üniversitelerin sermayenin egemenliğinde olduğunu gösterir. Okul içerisine yerleştirilen kameralar ve okulun içinde dolaşan onlarca sivil polis, bu kurumlara üniversite demeyi imkansızlaştırır. Sermayenin aldığı tüm bu önlemler hep aynı amaca hizmet etmektedir; öğrenci gençlik içinden yükselecek muhalif seslerin bastırılması, öğrencilerin apolitik, sermayenin istediği biçimde yetişmelerini güvence altına almak... Öğrencileri baskı altında tutma yöntemleri bunlarla sınırlı değildir. Üniversite yönetimi, özel güvenlik ve polis işbirliği ile teşvik edilen ve korunan faşistler, üniversite içinde ve dışında satırlı, bıçaklı saldırılar düzenlemektedir. Saldırıyı düzenleyenler haklarında hiçbir işlem yapılmadan serbest bırakılmaktadır. Muhalif öğrencilerin düzenlediği herhangi bir yasal eylem bile, polis saldırısına uğramakta, üniversite yönetimi tarafından öğrencilere soruşturma açılıp, sermayenin “tehlikeli” bulduğu öğrenciler okuldan uzaklaştırılmaktadır.

Hem lise hem de üniversite gençliğinin içinde bulunduğu koşullar, geçmişte de görüldüğü gibi, gençliği, işçi sınıfı mücadelesinin en dinamik ve güvenilir bileşeni yapar. Öğrenci gençliğin mücadelesi, işçi sınıfının toplumsal devrim mücadelesinden bağımsız değildir. Öğrenci hareketi, kendisini işçi sınıfı mücadelesine tabi kılmak ve onun yolundan yürümek durumundadır. Bu öğrenci mücadelesinin günlük talepler içerisine sıkışmamasını ve sınıfsal bir temele oturtulabilmesini sağlayacaktır.

Kapitalist küreselleşme sürecinin üniversiteler ayağında attığı adımların sonuncusu olan Bologna düzenlemeleri, Avrupa ülkelerinin ardından Türkiye'de de yavaş yavaş hayata geçirilmeye başlanıyor. Bu, üniversitelerin artık II. Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi işçi ve emekçi çocuklarına açılması gerekliliğin/ihtiyacının ortadan kalkmasına denk düşen, küresel sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda tamamen sermayenin denetiminde ve paralı bir eğitimin dayatılması sürecidir. Özetle, sermayenin bu saldırısı başarıya ulaştığında üniversiteler bir bütün olarak kapitalist şirketler haline dönüşecek ve işçi-emekçi çocuklarına tamamen kapatılacaktır. Türkiye'de bu sürecin başını TÜSİAD ve YÖK çekmekte. Bugün en yakıcı sorunlardan biri olarak karşımızda duran Bologna süreci, yavaş yavaş üniversitelerde hayata geçirilmeye başlandı. Sanayi-üniversite işbirliği adı altıda sermaye grupları üniversitelerde cirit atıyor, sözde bilimsel konferanslarla kendi tanıtımlarını yapan şirketlerle, üniversiteler artık sözde de olsa “bilim yuvası” olma karakterlerini hızla yitirip “iş bulma kurumları”na dönüşüyorlar. Bunun yanında, giderek artan sayıda büyük şirket ar-ge çalışmalarını üniversiteler bünyesinde yürütüyor. Bu da üniversitelerin hızla kapitalist şirketlerin alt kuruluşları haline geldiğini ve öğrencilerin bu çalışmalarla sömürü sistemine dahil edildiklerini gösteriyor.

Bu kapsamlı kapitalist saldırıya karşı geçtiğimiz yıl Avrupa'nın birçok ülkesindeki öğrencilerin verdikleri kitlesel mücadeleler ne yapılması gerektiğini bizlere gösteriyor. Bu süreç, hem öğrencileri, hem de emekçileri yakından ilgilendiriyor; bu da birleşik bir mücadele hattının çizilmesinin zorunlu olduğunu gösteriyor.

Sonuç olarak eğitim sorunu, kapitalist toplumda çözülemez bir sorundur; sistem içi üretilen tüm alternatifler egemen sınıfın kontrolü altında kalmaya mahkumdur, dolayısıyla tek devrimci alternatif kapitalizmi aşan bir programdır; bu da sosyalist devrimlerin arkasından kurulacak olan özgür emekçiler üniversitesi için işçi sınıfının yolunda mücadele demektir.

Geçiş Talepleri
-YÖK dağıtılsın! Öğretim görevlileri, işçiler ve öğrenciler tarafından denetlenen bir üniversite!

-Sermayenin ve devletin saldırılarından bağımsız bir üniversite!

-Tüm eğitim kurumlarında anadilinde eğitim hakkı tanınmalıdır. Milliyetçi ve gerici ideolojiyi yayan zorunlu din ve Türk dili ve İnkılap Tarihi dersleri kaldırılsın. Ezilen halkların tarihin ve kültürlerinin araştırılması önündeki engeller ortadan kaldırılsın.

-Eğitim baskı ve asimilasyon aracı olmaktan çıkmalı, bireylerin ve toplumun kendilerini geliştirmeleri ve toplumun çıkarına bilimsel çalışma yaptıkları bir alan haline getirilmelidir.

-Üniversitelerde ve diğer eğitim kurumlarındaki tüm resmi-sivil polisler, jandarmalar ve özel güvenlikler kapı dışarı edilmelidir. Devletin ve sermayenin hizmetindeki kolluk güçleri, faşistlerin devrimci muhalif odaklara saldırmalarını kolaylaştırıyor. Sermayenin ve faşistlerin saldırılarına karşı öğretim görevlileri, üniversite işçileri ve öğrenciler ortak mücadele etmeli, öz savunma komiteleri kurmalıdır.

-Devrimci ve muhalif öğrencilere yönelik soruşturma, uzaklaştırma, polis ve faşist terörüne son verilmelidir. Bu birleşik saldırıya karşı, oluşturulacak savunma komiteleriyle geniş öğrenci kitleleri mücadeleye kazanılmalıdır.

-Meslek lisesi ve meslek yüksek okulu öğrencilerine asgari ücret,sigorta ve sendika hakkı sağlansın.

-Eğitim parasız ve zorunlu hale getirilsin. Sermayenin bir meta durumuna getirdiği eğitim ücretsiz olmalıdır. Devlet üniversitelerinde toplanan harçlar kaldırılsın. Özel ve Vakıf üniversiteleri, özel dershaneler karşılıksız kamulaştırılsın.

-Üniversitelere giriş sınavı kaldırılsın. Eğitim kurumları işçi sınıfına açık hale getirilmeli. Dileyen herkes üniversitelerde eğitim görebilmelidir. Üniversiteler bu yönde yeniden düzenlensin.

-Tüm öğrencilere ihtiyaçlarını karşılayacakları seviyede karşılıksız burs verilmelidir. Dileyen öğrencilere sendikalı, sigortalı ve tüm sosyal haklara sahip olarak çalışma imkanı sağlanmalıdır.

-Yurtlar kışla değildir, özgürce ve sağlıklı yaşanabilen alanlar haline getirilmelidir. Her öğrenciye yeterli büyüklükte bir oda ücretsiz sağlanmalı, yurtlara giriş çıkışlarda her türlü denetime son verilmeli, özel güvenlikler yurtlardan uzaklaştırılmalıdır. Cinsiyetçiliğin etkisi en çok da yurtlarda hissedilmektedir. Dileyen kadın ve erkek öğrencilerin birlikte kalabileceği yurtlar açılsın.

-Özelleştirilen mediko-sosyal hizmetler kamulaştırılsın. Tüm öğrencilere ücretsiz mediko-sosyal hakkı! Kadın öğrencilere mediko-sosyal’de parasız doğum ve kürtaj hakkı! Anne olan öğrencilere ücretsiz kreş hakkı! Kadın öğrenciler üzerinde cinsiyetçi baskıya son verilsin.

-Tekelci sermaye ve onun devleti, baskı politikalarıyla yıldıramadığı gençliği –kültürsüzleştirme, uyuşturucu vb.- her türlü yöntemi kullanarak uysallaştırmaya çalışıyor. Uyuşturucu üretimine ve satışına karşı en ağır cezalar verilmelidir.

-Sermayenin istediği, uyuşmuş beyinler olmaya hayır! Üniversitelerde düzenli olarak kültür sanat ve spor etkinlikleri düzenlenmeli, özgür bilimsel tartışma forumları oluşturulmasının önündeki engeller kaldırılmalıdır.

-Üniversite dışındaki tüm sosyal ve kültürel etkinlikler öğrencilere ücretsiz olmalıdır.

-Öğrencilerin sırtında bir yüke dönüşen ulaşım giderleri ortadan kaldırılmalı,başta öğrenci ve işçiler olmak üzere ulaşım ücretsiz hale getirilmelidir.

-Her alanda öğrencilerin pratik faaliyet yürüttüğü, üretimle bilimin iç içe geçtiği politeknik eğitim!

-Tekelci sermayeye hizmet edecek üniversiteye hayır; Yaşasın özgür emekçiler üniversitesi! Yaşasın sosyalizm!