12 Aralık 2011 Pazartesi

İçindekiler


İktisat-Siyaset'in Penceresinden


Yeni sayımızı yine yoğun bir gündemle beraber yayınlıyoruz. Giriş bölümünde, elimizden geldiği ölçüde yine içeride yer veremediğimiz gündem maddelerine değinmeye, bu konular hakkındaki fikrimizi ifade etmeye çalışacağız.

Mübarek Gitti! Sıra Yüksek Askeri Konsey’de!


Mısır’da Yüksek Askeri Konsey’e (YAK) karşı gerçekleştirilen protesto gösterileri geçici hükümetin istifasıyla sonuçlandı. YAK, daha önce iki kez kabinede değişikliğe giden (İsam Şeref liderliğindeki) geçici hükümetin istifasını kabul etti. Yeni bir geçiş hükümeti kuruluncaya kadar İsam Şeref hükümetinin görevde kalacağı açıklandı. Diğer yandan, YAK’ın askeri bütçesinin sivil otoritenin denetimi dışında bırakılması ve YAK’ın anayasayı yapacak komite üzerinde veto hakkını garanti altına almaya çalışması taleplerine karşı başlayan gösteriler sonucunda, resmi açıklamalara göre Kahire’de en az 35 kişi ölürken, yaralı sayısının 2000 civarında olduğu söyleniyor.

Dersim’in Aynasında Burjuva Devletin Vicdanı


CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ün, geçtiğimiz ay Zaman gazetesine verdiği ropörtaj sırasında dile getirdiği, Dersim katliamına ilişkin sözleri ve dönemin devlet-partisi CHP’nin sorumluluğunu teslim eden yaklaşımı, burjuva siyasetinin gölgesinde de olsa, Cumhuriyet tarihinin en kanlı sayfalarından birinin açılmasına vesile oldu. 2009 yılının Kasım ayında, Dersim, ülke gündemine yine bir CHP’li tarafından, o zaman Genel Başkan Yardımcısı sıfatını taşıyan Onur Öymen’in meclis kürsüsünden yaptığı konuşmalar eliyle taşınmıştı. Öymen’in konuşmasının ana eksenini, partisinin, AKP’nin açılım politikalarına yönelik eleştirisi oluşturuyordu. Başbakan Erdoğan’ın, “Kürt Açılımı” sürecinde sık sık kullandığı “analar ağlamasın” sözlerine karşılık, Öymen’in, gösterdiği örnekler arasına Dersim’i de ekleyerek 1937-38’de yaşanan vahşeti meşrulaştıran yaklaşımı, oldukça geniş yankı bulmuş, başta Dersimliler olmak toplumun farklı kesimleri, Öymen ve CHP’ye olan tepkilerini çeşitli eylem ve basın açıklamalarıyla dile getirmişlerdi. Biz de, yaşananlara ilişkin değerlendirmelerimizi fanzinimizin 11. sayısında okurlarımızla paylaşmıştık.

N.Ç. Davasında Yargıtay Son Noktayı Koydu: “Rızası Var”


N.Ç.; 2001 yılında 13 yaşındayken aralarında kamu görevlilerinin, askerlerin, mahalle muhtarının, çevresindekilerin de bulunduğu 31 kişinin tecavüzüne uğradı. Yılmadı bu küçük kadın ve yaşadıklarını anlatan bir mektup yazdı. Adalet Bakanlığı'ndan -hukuktan medet umdu çünkü- yardım istedi. Mağdurdu çünkü, masumdu daha 13 yaşında bir çocuktu, bilemedi başına gelebilecekleri, ona günlerce tecavüz eden kişilerin suçlu olduğunu sandı ama yanıldı. Mahkemeler ‘her şeyin farkındasın sen bizi mi kandıracaksın, 13 yaşındayım kimseye karşı koyamadım masallarını git başkalarına anlat, bak hem istediğinle beraber oluyormuşsun daha ne olsun’ diyerek rızası olduğunu tespit etti ve ona tecavüz edenleri en düşük sınırdan cezalandırdı. Bu vahim olay üzerinden 9 yıl geçti, artık N.Ç 20’li yaşlarında genç bir kadın; fakat umudunu sürekli var etmeye çalışan, umutsuzluğa kapılmamak için çabalayan bir kadın.  N.Ç, Mardin’den kaçıp İstanbul’a geliyor, burada ona yardım edebilecek insanlarla buluşuyor; ama zamanla öğreniyor işinin ne kadar zor olduğunu, gerçekler apaçık ortada dururken işi yokuşa sürmek için ellerinden geleni yaptıklarını görüyor. Başladığı bu yeni hayatında yaşama zor da olsa tutunuyor N.Ç, ona yardım edenlerin desteğiyle, hukuk okumak istiyor –gerçi hukuka olan inancını kaybedeli çok olmuş-, hayatına bu olaylar olmamış gibi devam etmek istiyor artık, her karar sonrasında yaşamının tepetaklak olmasını istemiyor, medya bu olayı popüler olduğu için deşmeye çalıştıkça, o bir o kadar uzaklaşmak istiyor, ’60 yıl verseler de rahatlamam’ diyor, ve artık başka şeylerden konuşmak istiyor.

Vicdani Ret Tartışmaları Üzerine


Kasım ayının ortasında AKP hükümeti vicdani ret konusunu gündeme aldı ve konuyla ilgili düzenleme yapacağını duyurdu. Bu düzenlemeyle birlikte askere gitmek istemeyenlere alternatif bir yol sunulacağı söylendi. AKP ve CHP bu konuyu gündeme aldıklarını ve düzenleme yapılması gerektiğini vurguladılar. MHP ise kendisinden beklendiği gibi bunu “densiz bir teklif” olarak tanımladı.

Wall Street Üzerine Birkaç Soru ve Cevap Denemesi


Fanzimizin 21. sayısında giriş mahiyetinde değindiğimiz "Wall Street'i işgal et" hareketi üzerine, malum gerek burjuva medyada, gerek sol gruplar nezdinde, bir iki aydır çok şey yazılıp çiziliyor ve aslında "İşgal Et" hareketinin gittikçe kitleselleşmesi, eylemlerin ABD'nin yaklaşık 100 şehrine sıçraması, hareketin hala sürüyor oluşu konunun üzerine kafa yorulması açısından fazlasıyla önemli sebepler. Biz ise bu yazıda, aslında hareket açısından sürecin nasıl ilerlediğinden çok, hareketin son tahlilde siyasi sonuçlarına ve zihnimizde ortaya çıkardığı sorular üzerine değinmek istedik.

Cihan ve Dahası


Cihan Kırmızıgül 22 aydır Tekirdağ F Tipi Cezaevinde tutuklu. Kağıthane'de bir markete molotofkokteyli atanların arasında olduğu iddia edilerek  terör örgütü üyesi olmak suçundan 7,5 ile 15, mala zarar vermek suçundan 3 ile 18 yıl ve tehlikeli madde bulundurmak suçundan da 4,5 ile 12 yıl olmak üzere toplam 15 ila 45 yıl arasında değişen hapis istemiyle yargılanıyor. Delil olarak gösterilen ise telefonundaki Kürtçe bayram mesajı ile o gün, olaydan birkaç saat sonra, o marketin civarlarındaki bir otobüs durağında, boynunda puşiyle otobüs bekliyor olması. Bu olaya görgü tanığı olarak ifade verenlerse Cihan'ı gözaltına alırken lağım çukuruna iten, dipçikle vuran, bugünse onun kaçarken ayağının kayıp çukura düştüğünü söyleyen, olayla ilgili tutulan Adli Tıp raporunu da inkar eden ve sorgudayken başına tekme atıp tutanağı zorla imzalatan polisler.

'Tembellik Hakkı' Özgürleştirir


Geçtiğimiz Ekim ayında, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın, kamu emekçilerinin sabah mesaisinin daha erken olması, mesai saatlerinin uzatılması ve kamu emekçilerinin cumartesi günleri de çalışması gerektiği yönündeki açıklamalarını anımsayacaksınız. Yıldız’a göre, gün ışığı böylelikle daha tasarruflu bir şekilde kullanılacak ve sabah 06:00’da iş başı yapacak olan kamu emekçileri bu sayede daha verimli bir iş günü geçirecekler.

Bir Dönem Katledilen Gazetecilerin Hikayesi: Press


1990'lı yıllar... Kürt hareketinin yükselişe geçtiği, devletin Kürt illerinde olağanüstü hal (OHAL) ilan ederek şiddet, baskı ve terörü azami düzeye çıkarttığı bir dönem. Kürt halkı Türkiye Cumhuriyeti devletinin yıllardır uygulamış olduğu siyasi-ulusal baskıya, inkar ve asimilasyoncu politikalara, anti-demokratik uygulamalara karşı kitlesel gösteriler düzenleyerek ulusal-demokratik haklarını talep ederken, devletin buna cevabı askeri-polis gücünü kullanarak en sert şekilde kitlesel gösterileri bastırmak, gözaltı ve tutuklama dalgasını yükseltmek, sokağa çıkma yasağı getirmek, köy yakmak-boşaltmak ve Kürt siyasetçileri ve aydınları hedef alan “faili meçhul” cinayetler gibi insanlık dışı uygulamalara başvurmak oldu.  Devlet içerisinde kurulan gizli örgütlenmelerle devlet adına hareket eden TSK bünyesinde kurulmuş olan ve daha sonra inkar edilen JİTEM elemanları ve devletin kendi eliyle yaratıp kendi eliyle ortadan kaldırdığı Hizbullah militanları işbirliği içerisinde tehdit, şantaj, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı, cinayet işleme gibi pis işleri ortalığa saçıyordu. Devlet şiddet ve baskıcı yüzünü göstererek Kürtlere adeta nefes aldırmak istemiyordu.

Tüm bu olup bitenler Fırat'ın doğusunda yaşayanların gözleri önünde cereyan ederken Fırat'ın batısında yaşayanların ana akım burjuva medyanın devletin istediği yayın politikasına uygun olarak şovenist-milliyetçilik aşılayan haberleriyle Kürtlere karşı düşman algısı yerleşiyordu bilinçlerinde.  Burjuva medya basın ilkesi ve gazetecilik etiğine aykırı olarak devletin bir organı gibi çalışıyordu. Ana akım burjuva medyanın karşısında Özgür Gündem gazetesi çalışanlarının bölgede gelişen olayları takip ederek devletin ve medyanın gerçek yüzünü teşhir etmeye çalışan bir yayın politikası izlemesi; tehditlere ve baskılara maruz kalmalarına ve hatta hayatlarına mal olmuştu. 1992'de yayın hayatına başlayan ve 1994'de kapatılan Özgür Gündem gazetesinin iki yılda 27 çalışanı öldürüldü. İşte bu dönemde, karanlıkta bırakılan, öldürülen gazetecilerin hikayesini gün ışığına çıkartıyor Press filmi.

“Profesyonel”, Bürokratik Diktatörlükler ve Kapitalizmin Krizi


Devlet tiyatrosu sahnelerinde üçüncü yılına giren, ilk oyundan itibaren kapalı gişe oynayan “Profesyonel” adlı oyun hakkında yazılmış bir değerlendirmenin gecikmiş bir değerlendirme olduğunu düşünenler olabilir. Gerek devlet tiyatrolarında bilet bulmanın zorluğu gerekse çalışma yaşamının acımasız mesai saatleri bu gecikmeyi açıklamak için bir nebze yeterli olabilir. Fakat eklemek gerekir ki, oyunun ele aldığı konu, bu yazının güncelliğini korumaktadır. Yugoslavya’nın kapitalist restorasyonu sırasında eski rejimle yenisi arasında ortaya çıkan çelişkileri, bir yazar ve bir emekli polis üzerinden ifade eden oyun, içinden geçtiğimiz döneme birkaç açıdan ışık tutar. Özellikle bugün kapitalizmin dünya çapında karşılaştığı ekonomik ve siyasi kriz, insanlığı bir kez daha kapitalizm dışında başka bir dünya özlemiyle karşı karşıya getirmekte. Doğu Bloğu ülkeleri yıkıldığında kapitalizmin zaferini ilan edenlerle, hala bu eski ulusalcı bürokratik diktatörlükleri işçi devletleri veya sosyalizm olarak karakterize edenlerin tarihsel çöküşü bu oyunla bir kez daha karşımıza çıkmıştır.

Mihri Belli’yi “Anmak” ve Anlamak (2)


Sosyalist devrim – MDD tartışması
1960’lı yıllarda sol içindeki tartışmaların ana konusu, Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısıydı. Bu tartışmalar son derece önemliydi, çünkü izlenecek olan “devrim stratejisi” bu çözümlemeler üzerine oturtulacaktı. Mihri Belli, Türkiye’yi emperyalizme bağımlı, yarı feodal ve yarı sömürge bir ülke olarak tanımlıyor; dolayısıyla, devrimin karakterinin milli ve demokratik olması gerektiğini savunuyordu. Kapitalist olmayan bir ülkede “komprador burjuvaziye ve feodal toprak ağalarına” karşı gerçekleşecek olan bu devrimin önderliğini işçi sınıfı alamayacağına göre (!) bu görev, milli burjuvaziden, ordudan, öğrenci gençlikten ve aydınlardan oluşacak olan “milli cephe“ye düşüyordu. Ulusal devrimci bir iktidarı kuracak olan bu “zinde güçler”, başlatacakları milli kalkınma hamlesiyle, ülkeyi -Mustafa Kemal’in de hedefi olan- tam bağımsızlığa ulaştıracaklardı. Belli’ye göre, bütün bunlar başarılana kadar işçi sınıfının bağımsız siyasi örgütlenmesinden ve sosyalist devrimden söz edilemezdi! Bu süreçte “sosyalist devrim“ sloganını öne çıkarmak, “milli cepheyi bölmek“ anlamına geleceği için karşıdevrimci güçlere hizmet ederdi; dolayısıyla, kabullenilemezdi.

Karanlık Çökerken - Bürokrasinin Yükselişi Bolşevizmin Yenilgisi


h2o Yayıncılık tarafından Prinkipo’dan Bakış serisiyle yayınlanan ilk kitap olan “Karanlık Çökerken”, Rusyalı Marksistlerin, 1917 Ekim (Kasım) Devrimi’nin ardından kurulan ilk işçi devletinin bürokratik çürümesine karşı verdikleri amansız mücadeleye ilişkin belgelerden oluşmaktadır. Gerek Ekim Devrimi’nin gerekse onun ardından kurulan devletin sınıf karakterine ilişkin tartışmaların Marksist yazında oldukça büyük bir yer tuttuğu biliniyor. Yalnızca Marksist yazında mı? Ekim Devrimi’nin ve Sovyetler Birliği’nin karakteri konusunda, burjuva aydınları tarafından yapılan ve çoğu “kapitalizmin aşılamazlığı”, “sosyalizmin ütopikliği” gibi ideolojik önyargıları kanıtlamaya uğraşan çalışmalar bile yüzlerce ciltlik bir literatür oluşturuyor.

5 Kasım 2011 Cumartesi

Beyazıt Meydanı’nda YÖK Düzeni Protesto Edildi

Sermayenin üniversitelerdeki en köklü baskı ve kontrol araçlarından biri olan YÖK, kuruluşunun 30. yılında, Beyazıt Meydanı’nda İstanbul merkezli düzenlenen eylemle 2 Kasım günü protesto edildi. Öğrenciler; düşünen ve sorgulayan öğrenci ve akademisyenlere yönelik baskı ve saldırıları, Bologna sürecini, üniversitelerin ticarileştirilmesini ve paralı eğitimi protesto ettiler.

31 Ekim 2011 Pazartesi

İstanbul '6 Kasım Eylemi'ne Çağrı

Sermaye sınıfının 12 Eylül'ün ardından üniversiteleri yeniden düzenlemek, tamamen kontrol altına almak ve tüm devrimci sesleri sindirmek amacıyla kurduğu YÖK, bu yıl 30. kuruluş yılında bir kez daha protesto edilecek. Bugün, yapısının değiştirilerek, sermayenin 'Bologna Süreci'yle birlikte daha işlevli hale getirmeye çalıştığı YÖK ve onun düzenine karşı İstanbul'da bir protesto eylemi örgütlenmiş bulunuyor.  Eylemde öğrenciler gündemdeki yakıcı konulara ilişkin de sözlerini söyleyerek, işçi ve emekçilerle birlikte mücadeleyi vurgulayacaklar. 2 Kasım çarşamba günü saat 13.30'da Beyazıt Meydanı'nda gerçekleştirilecek eylem için saat 13.00'de Laleli tramvay durağında biraraya gelinecek. 
Bizler de, yalnızca kısır bir YÖK karşıtlığıyla yetinmeyen, eğitimin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda bir bütün olarak dönüşümüne, giderek daha paralı hale getirilmesine ve işçi-emekçi çocuklarına kapatılmasına, anadilinde eğitim yasağına karşı çıkan herkesi çarşamba günü saat 13.00'de Laleli tramvay durağında olmaya çağırıyoruz. 

27 Ekim 2011 Perşembe

24 Ekim 2011 Pazartesi

İstanbul Üniversitesi’nde Faşist Provokasyonlar ve Polis Saldırıları

19 Ekim’de, Çukurca saldırısı sonrasında hayatını kaybeden 24 askerin haberinin yayılması sonrasında birçok bölgede sokaklara inen ve genelde BDP bürolarına saldıran faşistler, son iki gündür ise polis-okul idaresi-ÖGB işbirliğiyle birlikte İstanbul Üniversitesi’ndeki devrimci öğrencilere saldırılar düzenlediler.
Ülkenin mevcut politik atmosferini provokasyon ve saldırılar için fırsat bilen ülkücü faşistler, 20 Ekim Perşembe günü, sivil polislerin ve Özel Güvenliklerin (ÖGB) yardımıyla yaklaşık 25-30 kişi okula girerek, devrimci öğrencilere satır, döner bıçakları ve sopalarla saldırdırlar ve Hukuk Fakültesi koridorunda bulunan devrimci siyasetlerin, öğrenci kulüplerinin afişlerini yırttılar. Bu saldırı sonucunda üç öğrenci yaralanırken, ülkücü faşistler ise çevik kuvvetlerin ve sivil polislerin “koruması” eşliğinde okul içerisindeki bahçede beklemeye başladı.

4 Ekim 2011 Salı

21. Sayı


İçindekiler




Yeni Bir Döneme Başlarken 2

Geçtiğimiz Yıl Öğrenci Gündemi ve Bu Yıl 6

Harç Zammından Yola Çıkarak 17

Ekim Devrimi'nin Işığında “Arap Baharı” Üzerine 18

Genç-Sen'in Kapatılması Üzerine 25

Varoluş Tarihi Eski, Tanımlanış Tarihi Yeni Bir Terim Olarak Patriyarka 28

Kapitalistler Kıdem Tazminatına Göz Diktiler 31

Kürt Sorunu Nereden Nereye? 33

Milli Eğitim Bakanlığı'nın Teşkilat ve Görevleri Hakkında KHK Üzerine 42

Bienal 45

Mihri Belli'yi “Anmak” ve Anlamak 47









* Çizimleri için İsmail Doğan'a teşekkür ederiz.

tüm yazılar iktisatsiyaset.org'dan alınmıştır

Yeni Bir Döneme Başlarken




İktisat-Siyaset öğrenci fanzini 21. sayısıyla tekrar karşınızda. Bu sayıda olabildiğince gündemdeki konulara ağırlık vermeye çalıştık, içeride değinemediğimiz konularaysa her zamanki gibi burada, giriş bölümünde yer vermeye çalışacağız. Biz öğrencilerin kolektif çalışmasının bir ürünü olan İktisat-Siyaset'in her alanda yaygınlaşması için siz okurlarımızın vereceği desteğin çok önemli olduğunu, her konuda yazı, çizim gibi ya da doğrudan dağıtım gibi katkılarınızı beklediğimizi belirterek yeni bir "öğretim yılı"na daha merhaba diyoruz.

Geçtiğimiz Yıl Öğrenci Gündemi ve Bu Yıl





Bu yazıda, geçtiğimiz yıl öğrenci mücadelesinde yaşananlar üzerine, ağırlıklı olarak İstanbul Üniversitesi merkezli bir özet çıkarmaya ve buradan yola çıkarak bizleri bu yıl nelerin beklediğini görmeye çalışacağız.

Harç Zammından Yola Çıkarak




Bu sene harçlara zam yapılmayacak açıklamasının ardından, 26 Ağustos 2011 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile dolaylı olarak yapılan haksız ve habersiz zam şokuyla yeni döneme başladık. Önce alttan alınan ders ve krediye bağlı harç zammı ortaya çıktı ardından üniversitelere verilen harçları artırma yetkisinin yüzde 20’den yüzde 30’a yükseltildiği açıklandı. Bu haberin ardından üniversite öğrencileri zammın uygulanmasını önlemek amacıyla eylemler ve imza kampanyaları örgütlediler. Kısa süre sonra YÖK zam kararını askıya aldı ve “ilgili kanun değişikliğinin gerçekleştirileceği tarihe kadar öğrencilerden alınan katkı payı/öğrenim ücretine ilave mali yükümlülüğün ertelendiğini bildirdi.” Ödenen zamlı harçların iadesi yapılacağı da sonraki günlerde gündeme geldi.

Ekim Devrimi'nin Işığında "Arap Baharı" Üzerine




Bir Kuzey Afrika ülkesi olan Tunus'ta işsiz bir gencin kendisini yakmasıyla başlayan kitlesel halk ayaklanmaları sadece Kuzey Afrika ülkeleriyle sınırlı kalmayıp Ortadoğu'nun birçok ülkesine yayılarak aslında 2011 yılının siyasi gündemine adeta damgasını vurdu. Bununla birlikte bu halk ayaklanmalarının sonucunda, kimi ülkelerde burjuva hükümetler düşüp yerlerine yine burjuvazinin başka bir kanadı geçerken, kimi ülkelerde ise bu kitlesel gösteriler burjuva yönetimleri krize sokacak noktaya ulaşamadı.

Genç-Sen'in Kapatılması Üzerine



DİSK’e bağlı Öğrenci Gençlik Sendikası  (Genç-Sen) hakkında İstanbul Valiliği tarafından 2008 Mayıs ayında kapatma talebiyle açılan dava 29 Eylül tarihinde sonuçlandı. İstanbul 3. Asliye Mahkemesi’nde görülen davada Genç-Sen’in kapatılmasına karar verildi. Mahkeme kapatma gerekçesi olarak 2821 sayılı kanunu gösterdi, buna göre sendikalar “işçiler veya işverenler tarafından kurulabilir”, bu yüzden öğrenciler tarafından kurulan Genç-Sen yasalara uygun değildir ve kapatılmalıdır.
Karara ilişkin açıklama yapan DİSK, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin "Herkesin çıkarını korumak için sendika kurma veya sendikaya üye olma hakkı vardır" maddesine gönderme yaptı. Verilen kapatma kararını temyiz etmeye hazırlanan Genç-Sen ise, kararı Yargıtay'a taşıyacaklarını, iç hukukta sonuç alınamaması durumunda ise kapatma kararını, AİHM'ye taşıyacağını açıkladı. Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi, BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Yeni Bir Avrupa İçin Paris Şartı ve Avrupa Birliği Temel Haklar Şart gibi sözleşmelerde öğrencilere de sendika açma hakkı tanınmasına gönderme yapan Genç-Sen de kararın ardından çeşitli protesto gösterileri gerçekleştiriyor. Genç-Sen, sendikalarını mahkemelerin kurmadığını, öğrencilerin sokakta mücadele ederek kurduğunu ve bu yüzden mahkemelerin Genç-Sen'i kapatamayacağını söylüyor, peki gerçekten de Genç-Sen'i öğrenciler sokakta mücadele ederek mi kurdular?

Varoluş Tarihi Eski, Tanımlanış Tarihi Yeni Bir Terim Olarak Patriyarka




'Aman kızım namusun senin en kıymetli hazinen
Aman kızım dost var düşman var ağır başlı ol laf ettirme
Aman kızım güvenme kimseye
Aman kızım sokakta erkeklerle konuşma
Aman kızım eteğinin boyu mu kısalmış
Aman kızım çok mu makyaj yapmışsın
Aman kızım babanlar görmesin...
Adım adım yaklaşarak, çoğalarak gelir zamanla bu sesler kulağına,
Aman kızım kocana birşey deme
Aman kızım çocuktur
Aman kızım yemek
Aman kızım bulaşık
Aman kızım
Aman kı..
Ama...
A...
Aaaaa!.. '

Replikler çok... Kaç kadın var ki bunları duymadan büyümüş olsun? Kaç kadın var ki bu lafların baskısı ister istemez her hareketini etkilememiş olsun? Kimilerinin alıştığı, bir süre sonra normalleştirdiği bu söylemler kimilerininse dikkatini çekmeye, kulağını tırmalamaya başlar. Bir kadın olarak durumu fark edip işin içine nedenleri niyeleri kattığındaysa olayın rengi değişir.

Kapitalistler Kıdem Tazminatına Gözlerini Diktiler





Kar oranlarının azalma eğiliminde olduğu kapitalizmde bunu arttırmanın tek yolu sömürüyü arttırmaktır. Emeğin sömürüsünün arttırılması ve karşılığında değer biçilen ücretin azaltılmasıyla bu sömürü kendi rayına oturup yol almaya başlar. İşçi ve sermaye sınıfları arasındaki mücadelede, sermaye sınıfının bir aracı olan devletse bu durumda sadece patronların taleplerini meşrulaştırmakta rol oynar, tıpkı yakın zamanda Torba Yasa süreciyle de tanıklık ettiğimiz gibi.

Torba yasa; asıl adıyla "Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ve Diğer Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Tasarısı" olan ve bugün tasarıdan öte yasa olarak geçen, içinde her daldan değişikliği bulundurduğu için Torba Yasa adını alan bir düzenleme.

Kürt Sorunu Nereden Nereye?




(Kürt sorunu üzerine Eylül ayının sonunda yayınlanan kapsamlı bir değerlendirmeyi kısaltarak yayınlıyoruz.)

BDP’nin meclise gelip gelmeme konusunda açıkladığı “boykota son veriyoruz, 1 Ekim’de meclisteyiz” tavrı ne kadar önemliyse, geçtiğimiz günlerde yaşanan başlıca gelişmeler de en az o kadar önem taşıyor. Erdoğan’ın ABD ziyareti sonrası yaptığı açıklamalar bunlardan birisi. Erdoğan “Biz terörle mücadele ederiz, siyasi iradeyle de müzakere ederiz. Terörle mücadele sonuna kadar ama siyasetle müzakere. Siyasete gelen bizimle konuşabilir ama gelmeyen bizimle konuşamaz” açıklamasını yaptığı sıralarda BDP’ye yönelik operasyonlar sürüyordu. Bugün, 26 Eylül itibariyle İzmir’de gerçekleşen 30 tutuklamayla beraber son günlerde en az 75 BDP’li tutuklanmış oldu. Son altı ayda 1500′e yakın BDP’li tutuklanırken 2009′dan bu yana tutuklananların sayısı 3500′ü geçmiş bulunuyor. “Siyaset”le yapılan müzakerenin nasıl sürdüğünü hiç şüphesiz bu rakamlar göstermektedir. Bununla birlikte, söz konusu tutuklamalar AKP hükümetinin -bir kez daha- BDP’nin de mecliste bulunması yönünde bir açıklama yaptığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
Öcalan ile avukatları arasındaki görüşmelerin 2 aydır engellendiği, PKK’nin saldırılarını şiddetlendirdiği, devletin de hem PKK’ye hem de BDP’ye topyekun saldırdığı bugüne nasıl gelindiğini anlamanın en sağlıklı yolu hiç şüphesiz uluslararası gelişmelerden bağımsız bir Kürt sorununun olmadığı gerçeğini hatırlamak olacaktır.
“Kürt açılımı” adı verilen sürecin başladığı dönemdeki Ortadoğu’nun durumu ve Türkiye’nin konumu ile şu andaki durum önemli ölçüde değişikliğe uğramış durumda. “Kürt açılımı”nın kesinlikle TC Devleti’nin sınırlarıyla sınırlı bir proje olmadığını, Suriye, Ermenistan ve Irak kolları da bulunan geniş kapsamlı uluslararası bir “açılım” olduğunu o dönemki değerlendirmemizde (“Kürt Açılımı”nın Ardındaki Dinamikler ve Marksist Perspektif, 28 Ekim 2009) şöyle ifade etmiştik: “Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti, neredeyse eş zamanlı olarak gündeme getirdiği üç açılım paketiyle hem iç hem de dış siyasi gündemi belirlemektedir. Ermenistan, Suriye ve Kürt (belki de “Irak” demek gerek) “açılımları” olarak adlandırılan bu paketler, mevcut hükümetin sağduyusunun ya da iyi niyetinin ürünü değildir. Bu “açılım”ın ardında, uluslararası sermayenin Orta Asya-Kafkasya- Ortadoğu eksenine “istikrar” kazandırma çabaları ve onunla bütünleşmiş olan Türkiye burjuvazisinin taşeron konumunda Ortadoğu’ya ve Kafkasya’ya açılması; özetle, Türkiye ekonomisinin küresel sermaye ile bütünleşmesi yatmaktadır. Dolayısıyla, “Kürt Açılımı”nı, ilk olarak, Ermenistan ve Suriye “açılımlarını” da içeren tek bir açılımın parçası olarak ele almak gerekir.” [1]

Milli Eğitim Bakanlığı'nın Teşkilat ve Görevleri Hakkında KHK Üzerine





Bakanlar Kurulu'nun 25 Ağustos 2011 tarihli toplantısından çıkan ve 14 Eylül'de Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe giren Milli Eğitim Bakanlığı'nın Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname özel bir incelemeyi hak ediyor. Hükümetin son dönemde yaygın bir şekilde uygulamaya koyduğu KHK yöntemi, kanunların mecliste “oyalanmadan” hızla yürürlüğe sokulmasını sağlaması itiberiyle, devletin son yıllardaki kabuk değişiminin de bir ifadesidir. Öyle ki, sermaye sınıfının programının yürütücüsü olan hükümet, artık, bu programı çok daha hızlı bir şekilde uygulamakta ve bunu başarabildiği ölçüde egemen sınıf için işlevsel ve kalıcı olmaktadır.

Kitap Önerisi





N. V. Yeliseyeva başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanan bu kitap 1648 İngiliz devriminden 1917 Sovyet Devrimi'ne uzanan tarih kesitini ele alıyor. 300 yıla yakın bu süre boyunca dünyanın farklı ülkelerinde yürütülen sınıf mücadeleleri, burjuvazinin yükselişi ve sanayi devrimi, emperyalizmin doğuşu ve palazlanışı ve bu süreç içinde emekçi sınıfların ve ezilen halkların mücadeleleri tarihsel maddeci bir yaklaşımla inceleniyor. 

Bienal





Eylül ayının 17. günü sanatseverlere kapılarını açan 12. İstanbul Bienali “sanatla politika arasındaki zengin ilişkiyi araştırıyor ve hem biçimsel bakımdan yenilikçi, hem de siyasi anlamda sözünü esirgemeyen yapıtlara odaklanıyor. 12. İstanbul Bienali, Küba asıllı Amerikalı sanatçı Felix Gonzales-Torres’in (1957-1996) yapıtlarını çıkış noktası olarak alıyor. Gonzalez-Torres’in çalışmaları bir yandan kişiselle siyasi arasındaki alanı kat ederken bir yandan da sanatsal üretimin biçimsel yönlerine önem veriyor; günlük yaşam temalarına, üst modernizm, minimalizm ve kavramsalcılıktan atıflarda bulunuyor. Bienal beş karma sergi ve 50’den fazla kişisel sunumdan oluşuyor .”
“İsimsiz” başlığı altında sergilenen eserler belirli ana konular üzerinde oluşturulmuş; dikkat çekici, “rahatsız edici” ve üzerinde düşündüren yapıtlar. Özellikle ırkçılık, polis tarafından işlenen cinayetler, silah-silahlanma, mevsimlik işçiler ve toplumsal hareketler üzerinde yoğunlaşmış farklı çalışmalar çizgilerle hayat bulmuş.

Mihri Belli'yi “Anmak” ve Anlamak





(Mihri Belli'nin ölümünün ardından yayınlanan aşağıdaki yazıyı üç bölüm halinde yayınlıyoruz)

Türkiye devrimci hareketinin önderlerinden Mihri Belli, 96 yaşında, İstanbul’da öldü. Belli’nin, 18 Ağustos Perşembe günü Şişli Camii’nde düzenlenen cenaze törenine, kurucuları arasında yer aldığı Özgürlük ve Demokrasi Partisi (ÖDP) ile Sosyalist Parti’nin (SP) yanı sıra EMEP, EHP, DİP gibi “sol” partiler ve bireyler katıldı. CHP’den milletvekili Süleyman Çelebi ile iki eski belediye başkanının da konuşma yaptığı törende, DİSK yöneticileri ve BDP milletvekillerinden Ertuğrul Kürkçü, Sırrı Süreyya Önder, Gülten Kışanak ve Sebahat Tuncel de hazır bulundu. Belli’nin cenazesi, Şişli Camii’nde kılınan namazının ardından Feriköy Mezarlığı’nda toprağa verildi.

Belli’yi anmak
Belli’nin ölümü, cenazesinde yaşanan “ilginçlikler” (dini tören düzenlenmesi, Kürkçü’nün konuşmaması, Belli’nin eski bir yoldaşının gönderdiği mesajın, içerdiği -sınırlı ve son derece kibarca kaleme alınmış- “eleştiri”den dolayı makaslanması vb.) bir yana, asıl olarak, katılımcıların söylemiyle dikkat çekiyordu. Küçük burjuva solunun ulusalcı, Stalinist, liberal, merkezci bütün kesimleri (hatta “Troçkist”ler), ağız birliği etmişçesine, Mihri Belli’nin “devrimciliğine”, “sosyalistliğine” ve “enternasyonalistliğine” övgüler düzdü. Şimdi şu soruyu sormak gerekiyor: Bugün Şişli Camii’nin avlusunda, Belli’nin tabutu başında saygıyla bekleyenler ve ona övgüler düzenler (en azından onların ezici çoğunluğu), onun ve savunduğu “Milli Demokratik Devrim” (MDD) çizgisinin sosyalist işçi hareketine verdiği devasa zarar üzerine yüzlerce sayfa yazı yazmış olan insanlar değil miydi? 

Kitap Önerisi



Lev Sedov, “1936 Moskova Duruşmaları Üzerine Kızıl Kitap”ı yazarak, Sovyet bürokrasisinin Bolşevikler'e karşı düzenlediği en berbat komplolardan birini açığa çıkarma görevini hakkıyla yerine getirdi. Bu broşür, Stalin'in Bolşevik-Leninistlere yönelik kampanyasını başarılı biçimde teşhir eder. Troçki bu kitabı, “paha biçilmez bir armağan ...Kremlin çarpıtmacılarına ilk ezici cevap” olarak tanımlamıştı.

5 Ağustos 2011 Cuma

Friedrich Engels / Lenin

Nasıl bir zekâ meşalesi söndü
Nasıl bir yürek durdu! [1]


5 Ağustos (eski sistemde 24 Haziran) 1895'te Friedrich Engels, Londra'da öldü. Dostu (1883'te ölen) Karl Marks'tan sonra, Engels, bütün uygar dünyanın modern proletaryasının en yetkin bilim adamı ve öğretmeniydi. Kaderin Karl Marks ve Friedrich Engels'i biraraya getirdiği andan bu yana, iki arkadaş yaşamları boyunca çalışmalarını ortak bir davaya adadılar. Ve bu yüzden Friedrich Engels'in proletarya uğruna neler yapmış olduğunu anlamak için, çağdaş işçi sınıfı hareketinin gelişiminde Marks'ın ögretisi ve çalışmasının önemi konusunda açık bir fikre sahip olmak gerekir. Marks ve Engels, işçi sınıfı ve onun istemlerinin, burjuvazi ile birlikte kaçınılmaz olarak proletaryayı yaratan ve örgütleyen mevcut iktisadi sistemin zorunlu bir sonucu olduğunu ilk gösterenlerdir. Onlar, insanlığı, onu halen ezmekte olan kötülüklerden kurtaracak olanın, yüce duygulu bireylerin iyi niyetli girişimleri değil de, örgütlenmiş proletaryanın sınıf savaşımı olduğunu gösterdiler. Marks ve Engels, bilimsel çalışmalarıyla, sosyalizmin, hayalcilerin bir buluşu olmadığının, ama modern toplumdaki üretici güçlerin gelişmesinin nihai amacı ve zorunlu bir sonucu olduğunun ilk açıklamasını yapanlardır. Günümüze kadar olan kayıtlı tarih, sınıf savaşımlarının belirli toplumsal sınıfların ötekiler üzerindeki birbirini izleyen egemenlik ve zaferlerinin tarihi olmuştur. Ve, sınıf savaşımı ve sınıf egemenliğinin temelleri —özel mülkiyet ve anarşik toplumsal üretim— kayboluncaya dek bu sürecektir. Proletaryanın çıkarı, bu temellerin yıkılmasını gerektirir ve bu nedenle, örgütlenmiş işçilerin bilinçli sınıf savaşımı bunlara karşı yöneltilmelidir. Ve her sınıf savaşımı, politik bir savaşımdır. 

8 Haziran 2011 Çarşamba

12 Haziran Seçimleri

i-sSermayenin Diktatörlüğü ve Devrimci İşçi Sınıfının Yolu

12 Haziran seçimlerinin sonuçları, olağanüstü bir durum gerçekleşmezse artık büyük ölçüde biliniyor. İktidar partisi AKP yine seçimden birinci parti olarak çıkacağının güveniyle çalışmalarını sürdürse de CHP'nin yükselişi AKP'ye, 9 yıllık iktidarının hem üslup hem de baskı açısından en saldırgan dönemini yaşatıyor. AKP, küresel sermaye ve Türkiye burjuvazisinin programı doğrultusunda yaşama geçirdiği politikalarla oluşan ve krizin ötelenmesiyle varlığını şimdilik sürdüren “ekonomik istikrar” söylemi çerçevesinde iktidarını korumayı planlıyor.

CHP ise, Kılıçdaroğlu'nun gelişiyle birlikte ivme kazanan değişim rüzgarıyla birlikte bugün artık eski statükocu-ulusalcı çizgisinden büyük ölçüde uzaklaşmış durumda. Artık CHP, büyük sermayeye AKP'nin bir alternatifi olduğunu kesin bir şekilde ifade edebiliyor; Kürt sorunu ve anayasa üzerine yaptığı açılımlarla hiç şüphesiz AKP'den daha liberal bir burjuva partisi görünümü çiziyor.

İktidar yarışının uzağında kalmış MHP de dahil olmak üzere burjuva partilerinin temel amacının egemen sınıfın siyasi temsilcisi olmak ve yine bu sınıfın çıkarları doğrultusunda politikaları gerçekleştirmek, başta işçi sınıfı olmak üzere ezilenleri kontrol altında tutmak olduğunu görmek için parlamanter demokrasiler tarihine bakmak yeterlidir. Seçim meydanlarında sıralanan içi boş vaatler, sorunların nedenleriyle değil sonuçlarıyla uğraşmaktadır. Sınıflı toplum ve kapitalist sömürüden doğan tüm sorunlar karşısında “biz çözeriz!” diye bağıran ve çözüm adresi olarak da yine sistemin bir parçası olan parlamentoyu gösteren burjuva partilerinin gerçekte yoksulluk, işsizlik, açlık, savaşlar gibi temel sorunlarla bir alıp veremediklerinin olmayışı, bu partilerin kapitalist sistemle hiçbir sorunlarının olmayışından kaynaklanıyor. Kürt halkına ve Alevilere yönelik söylemleri de, toplumun diğer ezilen kesimlerine yönelik olduğu gibi sorunları ortadan kaldırma amacına değil, oy kapma telaşına dayanıyor.

Egemen sınıfının ideolojisi ve hegemonyası altında bulunan emekçilerin yeni bir dünya özleminin savunucusu olan devrimci işçi sınıfı partisinin yokluğu ise sermayenin egemenliğinin sürdürülmesini oldukça kolaylaştırmaktadır. Kuzey Afrika ve Ortadoğu'da olduğu gibi bu egemenliğe karşı ayağa kalkıldığında işçi sınıfı örgütsüz ve devrimci partisinden yoksunsa, sonuç yine değişmeyecek, sermayenin diktatörlüğü varlığını sürdürecektir.

  12 Haziran seçimlerine işçi sınıfının dünya çapında sosyalist kurtuluşu; devrim ve sosyalizm eksenli enternasyonalist perspektifle katılan herhangi bir parti ya da aday bulunmuyor. Kürt halkına yönelik her türlü baskı ve saldırıya karşı kararlılıkla mücadele vermek ve onun meşru demokratik taleplerini desteklemek dün olduğu gibi bugün de elzemdir. Ancak sosyalistler sınıf perspektifini yitirmemeli, emekçilerin ve halkların ezilmeleri ve baskı altında tutulmaları üzerinde yükselen parlamentoların “demokrasi” maskesinin, gerçekte, sermayenin egemenliğini toplumun rızasına dayalı sürdürmesinin bir aracı olduğunu göz ardı etmemeli; kapitalizmi dünya çapında ortadan kaldırma ve sınıfsız bir dünya kurma hedefinin tek öznesi olan işçi sınıfının çıkarlarını merkez almalıdırlar. Bu perspektiften bakan bizler için 'Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku' da hem bloğun oluşturuluş biçimi hem de seçim bildirgesiyle işçi sınıfının çıkarlarını temsil etmemektedir. Blok tarafından tüm sorunların çözüm adresi olarak burjuva parlamentosu gösterilmekte, seçim bildirgesi yalnızca demokratik talepler etrafında şekillenmekte ve sınıflı toplum yapısının, kapitalist sömürünün, burjuvazinin egemenlik aracı olarak devletin kaldırılması yolunda işçi sınıfının sınıfsız dünya perspektifi bloğun ne bildirgesinde ne de söyleminde bulunmaktadır.

Dünyanın her bir yerinde savaşların ve toplumsal altüst oluşların yaşandığı bugünkü gibi koşullarda, burjuva rejimler demokratikleşmek bir yana hepimizin gördüğü gibi otoriterleşiyorlar ve ezilen sınıflara karşı hazırlık yapıyorlar. Bizler 1917 Ekim Devrimi'nin en değerli miraslarından birisi olan, Lenin ve Troçki gibi Marksist devrimcilerin de yer aldığı Komünist Enternasyonal'in II. Kongresinde (1920) kabul edilen şu ifadenin bugün de hem işçi sınıfı hem de Marksistler için yol gösterici olduğunu düşünüyoruz: “Hükümet sistemi olarak parlamentarizm, burjuva egemenliğinin “demokratik” bir biçimi haline gelmiştir; gelişmesinin belirli bir anında bu biçim, görünüşte sınıfların değil, “halkın iradesini” ifade eden bir temsiliyet kurgusuna ihtiyaç gösterir; gerçekte bu “demokratik” biçim, hüküm süren sermayenin elinde bir baskı ve zor altına alma aletini oluşturur.”

Bu gerçeklikten hareketle, sermayenin diktatörlüğüne ve 12 Haziran seçimlerine ilişkin parlamentarist yanılsamalara karşı, Kuzey Afrika ve Ortadoğu işçi sınıfı ile gençliğinin bugün eksikliğini yakıcı bir şekilde duyduğu işçi sınıfının devrimci enternasyonalist partisini yaratma ve emekçileri sosyalist bir dünya için seferber etme perspektifini 12 Haziran seçimlerinde de sürdüren Sosyalizm*  grubunun tutumunu destekliyor ve mücadelemizi bu yönde sürdüyoruz.

*Sınıfsız Sınırsız Sömürüsüz Sosyalizm: sosyalizm.eu

iktisatsiyaset.org

iktisatsiyaset@gmail.com

Pdf Halinde Görüntülemek İçin Tıklayın

28 Mayıs 2011 Cumartesi

20. Sayı

PDF Biçiminde Görüntülemek İçin Tıklayın

s-20

İçindekiler

Bir Yılı Geride Bırakırken                                                 2

Komünist Partisi ve Parlamentarizm                                4

12 Haziran Seçimleri                                                       9

Min Dît’i Yeniden İzlemek                                              16

Hukuk mu?                                                                    18

Günümüzde Eğitim Sistemi                                            20

1 Mayıs'ın Ardından                                                       22

Bir Şair: Turgut Uyar                                                     26

Tel Cambazının Tel Üstündeki Durumunu Anlatır Şiir    28

İnternet Sansürleri                                                        29

Son Gelişmeler Işığında; Libya                                      31

Festus Okey Davası 3 Yıl 9 Aydır Sürüyor                    35

15-16 Haziran 1970: İşçi Sınıfı Ayakta                           38

'İnsan' ve Diğerleri                                                        40

bize yazın: iktisatsiyaset@gmail.com

tüm yazılar iktisatsiyaset.org'dan alınmıştır

Bir Yılı Geride Bırakırken...

Yaklaşık bir buçuk ay aradan sonra tekrar merhaba...

Bir öğrenim yılını daha geride bırakmaya hazırlanırken, İktisat-Siyaset'in 20. sayısını iki aylık olarak yayınlıyoruz. Yeni öğrenim yılında da yayın hayatını sürdürme iradesinde olan İktisat-Siyaset'e okurlarımızın daha yoğun katkılarını bekliyoruz. Biz, İktisat-Siyaset'i çıkaranlar olarak şunu biliyoruz ki, eleştirinin, sorgulamanın ve tartışmanın olmadığı yerde düşünsel bir gelişmeden söz edilemez. Bu yüzden okurlarımızdan gelecek her türlü eleştiriyi ve tartışma talebini oldukça önemsediğimizi belirtmek isteriz.

Komünist Partisi ve Parlamentarizm

(Komünist Enternasyonal'in II. Dünya Kongresi'nde (1920) alınan bu kararı, Marksistlerin seçimlere ilişkin ilkesel yaklaşımına yol gösterdiği ve güncelliğini koruduğu gerçeğinden hareketle kısaltarak yayınlıyoruz.)

12 Haziran Seçimleri

İktidardaki AKP ile diğer burjuva partileri arasındaki küfürleşmeler, hakaretler, “çılgın proje”ler, özel yaşama ilişkin kasetler ve tehditler eşliğinde bir seçim kampanyası daha yaşanıyor. Yaşanan tabloya bakıldığında, yaşananlar, gerçekte burjuvazinin bütün bileşenleriyle ne denli derin bir kokuşmuşluk içinde olduğunu ifade ediyor. Seçimlere kısa bir süre kala içinde bulunduğumuz ortam ne bir bütün olarak Türkiyeli emekçiler, ne Kürt halkı, ne de sosyalistler açısından iç açıcı.

Min Dît’i Yeniden İzlemek

dit‘Çıkar asker giysilerini/Ve yanıma gel/Ölmüşlerin ruhundan üç çocuk ver bana/Biri acıları unuttursun/Diğeri toprağı avutsun/üçüncüsü şehri dolaşsın geceleri/Ağlayan annelerin elini tutsun’*. Bu dizeleri yeniden okumam, Min Dît’i izlediğim günlere denk düşüyor. Seçimlerin yaklaşmasıyla milliyetçi seçmene yüzünü dönen ikiyüzlü burjuva iktidarı AKP, Kürt açılımı adı altında sermayenin ihtiyaçları güdümündeki politikalarını, yeniden ‘Kürt sorunu yoktur’ kıyılarına sürükledi. Şaşırtıcı değil. Eylemsizlik kararına rağmen 12 HPG’linin öldürülmesi, cenazelerin ailelerine verilmemesi, bölgede halen küçük çocukların ‘yanlışlıkla’ atılan bombalar ya da ‘farkında olmadan’ sıkılan mermilerle yaralanması, sivil itaatsizlik eylemlerinde yaşanan kolluk güçlerinin gövde gösterileri ve keyfi KCK tutuklamaları, beraberinde Kürt tutuklularının Kürtçe savunmalarına izin verilmemesi… Mehter marşı geleneğiyle bir ileri iki geri Kürt halklarına dayatılan politikalar, Kürtlerin yaşadığı haksızlığı perçinlemekte. Min Dît işte tam bugünlerde yeniden izlenmesi gereken, senaryonun alt metninin yeniden kurcalanması gereken bir film.

Hukuk mu?

“Kadına karşı şiddette sembol haline gelen dava” diye anons etti 12 Mayıs’ta bütün medya Ayşe Paşalı davasını. Evet Ayşe Paşalı erkek egemen sistemin gözler önünde katlettiği kadınlardan biriydi ve kadın örgütleri davanın peşini bırakmadı. İstikbal Yetkin boşandıktan sonra peşini bırakmayarak taciz, tecavüz ettiği Ayşe Paşalı’yı 11 yerinden bıçaklayarak katletti. Kocanın pişmanlık yalanı bu sefer işe yaramadı. Sistem kendi ürününü korumadı, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırdı katil kocayı ve bunu bir ibret öyküsü olarak sundu.

Günümüzde Eğitim Sistemi

Eğitim, dünyada ve Türkiye’de belirli bir dönemden sonra uygulanan ekonomik politikalarla birlikte ticarileşmiştir. Kar amaçlı bir sistem haline gelen eğitim beraberinde kendi piyasasını derhanelerle, özel derslerle, devlet okulunda çeşitli başlıklar altında alınan paralarla oluşturmuştur. Bununla birlikte eğitimin içeriği zamanla sermayedarların fikirlerine göre şekillenmiştir. İnsanların düşüme, eleştirme, sorgulama bilinçleri köreltilirken, etrafında olup bitenleri normalleştirmede ustalaşmış bireyler yetişmeye başlamıştır.

1 Mayıs’ın Ardından

1 Mayıs 2011, Türkiye’nin birçok ilinde, onbinlerce emekçinin ve gencin katılımıyla kutlandı. Bununla birlikte, herkesin gözü, bir kez daha, İstanbul’daki kutlamalardaydı. Hemen belirtelim ki, sendikal örgütler tarafından Taksim 1 Mayıs Alanı’nda düzenlenen 1 Mayıs kutlaması, burjuva medyanın “1 Mayıs şimdi gerçekten bayram oldu” havasında verdiği haberlerden anlaşılacağı üzere, tam anlamıyla bir “kutlama” oldu. Taksim 1 Mayıs Alanı’nda, diğer birçok ilde olduğu gibi, halaylar çekildi, şarkılar söylendi, davullar çalındı. İyi ama “barış ve coşku içinde” kutlananan şey gerçekte neydi? Hızla artan işsizlik ve sefalet mi? Binlerce Kürt politikacısının tutuklandığı “KCK Davası”yla birlikte, 21 Eylül Komplosu’nda olduğu gibi sayıları giderek artan siyasi tutukluların varlığı mı? Bu soruların yanıtını hiç kimse bilmiyor!

26 Mayıs 2011 Perşembe

Bir Şair: Turgut Uyar

“kendi öz hüznümüzün ılık tarlasında”

Turgut UyarAcı, umutsuzluk ve hüzün üçüz kardeşlerdir. Kısır bir döngü içerisinde birbirlerini doğuran kardeşlerdir. Alabildiğine kuşatmışlardır insanlığı ve yer edebildikleri kadar çok yer edinmişlerdir. Lakin her insan aynı şeye aynı tepkiyi veremeyeceğinden ötürü, kişi yaşantılarına etkileri farklı şekillerde meyvelerini vermiştir. –Her meyve iyi olmak zorunda değildir.- İşte bu üçlü Turgut Uyar’ın yaşantısında da kendini şiirinin omurgasını oluşturarak göstermiştir. Kişi karakteriyle organik anlamda ilişki kurabilen bu üç olgudan ötürü Uyar’ın şiiri içerisine ne çok fazla girebilirsiniz ne de uzağında durabilirsiniz, neresinde olduğunuzu tam olarak kestiremezsiniz. Bu nedenle onun üzerine yazılan bütün yazılar –aynı bu yazıda olduğu gibi- kötü tahlillerden öteye gidemeyecektir. Kendimce şiirleri üzerinden birkaç çıkarım yazarak bir şeyler söylemeye çalışacağım, o kadar.

Tel Cambazının Tel Üstündeki Durumunu Anlatır Şiir

Sizin alınız al inandım
Morunuz mor inandım
Tanrınız büyük âmenna
Şiiriniz adamakıllı şiir
Dumanı da caba
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız


Bütün ağaçlarla uyumuşum
Kalabalık ha olmuş ha olmamış
Sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum
Ama ağaçlar şöyleymiş
Ama sokaklar böyleymiş
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız


Aşkım da değişebilir gerçeklerim de
Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı
Yangelmişim dizboyu sulara
Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
Hiçbirinizle döğüşemem
Siz ne derseniz deyiniz
Benim bir gizli bildiğim var
Sizin alınız al inandım
Sizin morunuz mor inandım
Ben tam dünyaya göre
Ben tam kendime göre
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız

Turgut Uyar

İnternet Sansürleri

YouTube, Blogspot, Fizy gibi birçok internet sitesinin yasaklama ve denetime maruz kalmasının üzerinden çok fazla zaman geçmemesine rağmen şimdi de İnternet Filtresi adı altında yeni sansür ve yasaklamalar gündeme geldi. 22 Ağustos 2011 tarihinde yürürlüğe girecek paket güvenli ve standart olarak ikiye ayrılırken güvenli paket de kendi içinde üçe ayrılıyor; aile, çocuk ve yurtiçi paketi. Standart paketi seçen kullanıcılar için her şey “bugün olduğu gibi” kalacak. BTK başkanına göre ise bunlar sadece “güvenli paketler” ve bu uygulama yalnızca özdenetim için yürürlüğe konulacak, isteğe ve seçime göre uygulanacaklar.

Susam Sokağı Ülkü Ocakları

susam sokagı-1

susam sokagı-2

Son gelişmeler Işığında; Libya

libya-1Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da yayılan isyan dalgası Libya'yı da derinden etkilemişti. Libya'da %30'lara varan işsizlik, artan yoksulluk ve yoğun siyasi baskılar halk ayaklanmasını tetikleyen başlıca faktörler arasındaydı. İsyanın silahlı bir biçimde başkent Trablus'taki Kaddafi yönetimine karşı başta Bingazi olmak üzere ülkenin neredeyse tümünde baş göstermesine karşılık, Trablus yönetimi yanlısı ordunun ve paralı askerlerin isyancı kitlelere saldırmasıyla birlikte Libya'da iç savaş başladı.