12 Aralık 2011 Pazartesi

Mihri Belli’yi “Anmak” ve Anlamak (2)


Sosyalist devrim – MDD tartışması
1960’lı yıllarda sol içindeki tartışmaların ana konusu, Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısıydı. Bu tartışmalar son derece önemliydi, çünkü izlenecek olan “devrim stratejisi” bu çözümlemeler üzerine oturtulacaktı. Mihri Belli, Türkiye’yi emperyalizme bağımlı, yarı feodal ve yarı sömürge bir ülke olarak tanımlıyor; dolayısıyla, devrimin karakterinin milli ve demokratik olması gerektiğini savunuyordu. Kapitalist olmayan bir ülkede “komprador burjuvaziye ve feodal toprak ağalarına” karşı gerçekleşecek olan bu devrimin önderliğini işçi sınıfı alamayacağına göre (!) bu görev, milli burjuvaziden, ordudan, öğrenci gençlikten ve aydınlardan oluşacak olan “milli cephe“ye düşüyordu. Ulusal devrimci bir iktidarı kuracak olan bu “zinde güçler”, başlatacakları milli kalkınma hamlesiyle, ülkeyi -Mustafa Kemal’in de hedefi olan- tam bağımsızlığa ulaştıracaklardı. Belli’ye göre, bütün bunlar başarılana kadar işçi sınıfının bağımsız siyasi örgütlenmesinden ve sosyalist devrimden söz edilemezdi! Bu süreçte “sosyalist devrim“ sloganını öne çıkarmak, “milli cepheyi bölmek“ anlamına geleceği için karşıdevrimci güçlere hizmet ederdi; dolayısıyla, kabullenilemezdi.

Hem MDD’yi hem de “zinde güçler”i / “ulusal cephe”yi görünürde eleştiren Hikmet Kıvılcımlı ise, “işçi sınıfının öncülüğünde ve bir işçi-köylü ittifakı biçiminde gerçekleşecek demokratik halk devrimini (DHD)” savunuyordu. Onun DHD’sine göre de işçi sınıfı, aynı MDD’de olduğu gibi, devrimin, antiemperyalist ve demokratik görevlerin yerine getirileceği ilk aşamasında “zinde güçler” (antiemperyalist subaylar, öğrenci gençlik, aydınlar vb.) ile birlikte, bir “demokratik halk cephesi“ içinde kalmalıydı. Sosyalizm için mücadele, devrimin -ne zaman geleceği bilinmeyen- daha sonraki aşamasında söz konusu olabilirdi. Özetle, Hikmet Kıvılcımlı’nın DHD’si, “finans-kapitalin, derebeylerinin ve tefeci bezirganların saltanatı” gibi özgün kavramlar eşliğinde, gerçekte MDD’nin bir versiyonuydu.

MDD, DHD ya da UDD gibi farklı isimlerle anılan bütün bu stratejilerin 1960’ların ikinci yarısından başlayarak gündeme gelmesi Stalinizm’in devrimci işçi hareketi üzerindeki yıkıcı etkisinin ne denli derin olduğunun ifadesiydi. (Troçki’nin 1905 Devrimi sürecinde formüle ettiği ve Lenin’in 1917 Şubat Devrimi’nin ardından benimseyip sert bir mücadelenin ardından Bolşevik Parti’ye kabul ettirdiği Marksist sürekli devrim / geçiş programı anlayışının Türkiye sosyalist hareketine yabancılığı bugün de sürmektedir.)
Öte yandan, MDD’ciliğe karşı “sosyalist devrim“ tezini savunanlar, Türkiye’deki egemen üretim biçiminin kapitalizm olduğundan, Türkiye burjuvazisinin emperyalizm ile ilişkilerinin kapitalizmin doğal işleyişi içinde “gönüllülük” esası üzerine kurulu olduğundan, devrimci anlamda emperyalizm karşıtı bir “milli burjuvazi”den söz edilemeyeceğinden hareket ediyorlardı. TİP önderliğinin savunduğu bu çizgi, ister istemez, “emperyalizme ve feodal kalıntılara karşı mücadele”yi işçi sınıfı önderliğinde gerçekleşecek kapitalizm karşıtı, sosyalist bir devrimle ilintilendiriyordu. Gündemde olan, sosyalist devrim; onun öncüsü de işçi sınıfı idi. Ancak TİP’in “sosyalist devrim” dediği şey, yukarıda değindiğimiz gibi, gerçekte, burjuva yasalcılığı ve parlamentarizm üzerine kurulu bir reformlar dizisinden ibaretti. Seçimler sonucunda parlamentoda çoğunluğu elde edip burjuva devlet aygıtının yönetimine gelerek gerçekleştireceği reformlar yoluyla “sosyalizme” geçileceğini savunan TİP’in “sosyalist devrim” programında, işçi sınıfının ve yoksul köylülerin öz örgütlenmelerine (Sovyetler), burjuva devlet aygıtını parçalamasına ve onun yerine Sovyetler üzerine kurulu bir işçi devletinin kurulmasına yer yoktu. Bu devrim programında, özel mülkiyetin ve kapitalizmin ortadan kaldırılması ve bir dünya toplumu olarak sosyalizm de yoktu. TİP’in “sosyalist devrim”den anladığı, ulusal korumacı bir program çerçevesinde ve demokratik reformlar eşliğinde uygulanan sosyal adaletçi – devletçi bir kalkınma projesiydi.
Zeki Baştımar önderliğindeki TKP’ye gelince… O, gerçekte, “Ulusal demokratik devrim” adı altında, Mihri Belli’nin MDD’si ile aynı programı (Stalinist Komintern’in tarihin çöplüğünden çıkarmış olduğu aşamalı devrim anlayışını / asgari programını) savunuyordu. Ama TKP önderliği, bu tartışmada kendisiyle benzer görüşü savunan Mihri Belli’yi değil; TİP’te onun karşısında yer alan “sosyalist devrim“cileri (parlamenter yoldan “sosyalizme geçiş”i savunanları) destekledi. TKP önderliğinin bu tavrının ardında, başlıca siyasi rakibi olan Belli ekibinin TİP içinde güçlenmesini engelleme düşüncesi de rol oynamış olabilir. Çünkü Belli’nin TİP içinde egemen olması, Baştımar ekibinin tasfiyesi anlamına gelecekti.

1960’ların ikinci yarısında, dünyanın dört bir yanında, işçi sınıfının eylemliliği, köylü direnişleri ve öğrenci hareketleri yükselişe geçiyordu ve bu, kapitalizmin yaklaşan krizinin (ithal ikameci ulusal kalkınma modelinin / Keynesçiliğin iflasının) işaretiydi. Türkiye de bu dalgadan muaf kalmadı. 1960’ların ikinci yarısında, 1967’de DİSK’in kurulmasıyla sonuçlanan yasadışı grev ve direnişlere; köylü mitinglerine ve giderek artan öğrenci eylemlerine tanık olduk. Ancak, ileri kapitalist ülkelerde 1968 – 1969’da doruk noktasına ulaşan hareket, işçi sınıfının sosyal demokrat ve Stalinist önderlikler eliyle etkisizleştirilip geriye itilmesinin ardından, hızla radikal küçük burjuvazinin denetimine girdi. Türkiye’de de grevler, fabrika ve toprak işgalleriyle yükselen işçi / emekçi mücadeleleri, 15-16 Haziran 1970’de doruk noktasına ulaştıktan sonra, hızla gerileyecek; işçi sınıfının eyleminin yerini radikal küçük burjuvazinin “öncü savaşı” alacaktı.
Hızla radikalleşen kent küçük burjuvazisi (özellikle öğrenci gençlik), “solcu” / “sosyalist” sendikal ve siyasi önderlikler onları işçi sınıfının devrimci önderliğinden mahrum bıraktığı koşullarda önderliğe soyundular. Ama ortada, başını işçi sınıfının çektiği toplumsal hareketlilik içinde hızla radikalleşen öğrenci gençliği enternasyonalist ve devrimci bir program etrafında toparlayacak Marksist bir önderlik yoktu. Ne onlarca yıllık ulusalcı reformist deformasyonla malul Stalinist TKP ne de TİP onların devrimci özlemlerini karşılayabiliyordu. Radikalleşen gençlik, bu koşullar altında, bir yandan yüzünü “Kemalist devrimci” subaylara dönerken, aynı zamanda, kendisine “kurtarıcı” misyonu biçti ve “halk savaşı”nı başlatmak üzere silaha sarıldı; “politikleşmiş askeri, savaş stratejisi” ya da “öncü savaşı” gibi adlar altında girilen bu yolda, başta önderleri olmak üzere, çok sayıda devrimci genç devlet tarafından öldürülecekti.
MDD: “Türkiye solu”nun ana akımı
Sosyalist devrim-MDD/DHD ayrımı çerçevesinde yaşanan ideolojik siyasi bölünmede “sosyalistlerin” (TİP) reformist-parlamenter çizgisinden kopan gençlik Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki sömürgecilik ve işgal karşıtı ulusal kurtuluşçu gerilla mücadelelerinden etkileniyor ama aynı zamanda onları “destekleyen” SSCB ve Çin sayesinde “sosyalizm”e de sempati duyuyordu. Bu “sosyalist” ülkeler içinde en muteber olanı, elbette, Küba idi. Çünkü Castro önderliği, Kremlin’in komünist partileri gibi reformist parlamenter yolu önermiyor; tersine, dünyanın dört bir yanında savaşan gerillalara doğrudan destek veriyordu. Che’nin dünyanın başka yerlerindeki gerilla hareketlerine bizzat katılması, “sosyalist” Küba’yı ve Castro önderliğini kutsal bir “devrimci enternasyonalist” merkez haline getirmeye yetti.
Yukarıda değindiğimiz gibi, MDD’ciler, TİP’in reformist-parlamenter çizgisini ve burjuva yasallığı içinde kalmasını eleştiriyor ama ne onu yok sayabiliyor ne de yerini doldurabiliyorlardı. On bin dolayında üyeye sahip olan ve yüz binlerce oy desteği alan bu kitlesel parti, aynı zamanda, MDD’ciler için önemli bir faaliyet alanıydı. TİP önderliğinin seçim faaliyetleri dışında patlayan toplumsal hareketlere (kitlesel işçi ve gençlik eylemlerine) önderlik etme yeteneğine sahip olmadığı ortaya çıktıkça, parti üyeleri yüzlerini giderek daha fazla MDD’cilere döndüler. Onlar, MDD’cilerin, partinin içinde bulunduğu tıkanıklığa çözüm getireceklerini umuyorlardı. Yanıldılar!
Önde gelen MDD’cilerin (Mihri Belli, Reşat Fuat Baraner, Şevki Akşit vb.) bütün siyasi deneyimleri son derece dar ve gizli bir örgüt olan TKP içinde edinilmişti. Bütünüyle bürokratik tarzda ve emir-komuta zinciri içinde gerçekleşen bu gizli çalışmalar içinde siyasi bakımdan gelişmeleri ve olgunlaşmaları mümkün değildi. Dolayısıyla, onlar, mekanik bir “öncü örgüt” şablonundan ibaret olan Stalinist parti kavrayışları nedeniyle TİP’i kavramakta zorlandılar. Zaten bir işçi partisi olan TİP’i nasıl “gerçek bir işçi partisine” dönüştürebilecekleri üzerine kafa yoran MDD’ciler, bu parti içinde “devrimci” bir muhalefet örgütlemeye yöneldiler. Yönetimin değişmesi, partiden atılanların geri alınması, teorik eğitimlerin başlaması gibi talepler yükselten MDD’ciler, aynı zamanda, TİP’in MDD’yi kabul etmesi gerektiğini öne sürüyor ama TİP’in programına ve tüzüğüne yönelik kapsamlı / tutarlı bir eleştiri de yapmıyorlardı.
MDD’cilerin gerçekte herhangi bir sosyalist örgüt kültürüne sahip olmadıkları, onların TİP Istanbul örgütünü ele geçirmelerinin ardından iyice açığa çıkmıştı. Ülkenin en büyük -hem de sanayi- kentinde parti örgütünü elinde tutan MDD’ciler, bu durumdan bile yararlanamadılar. Zira onlar, TİP gibi kitlesel bir işçi partisi ile ne yapabileceklerini bilmiyorlardı. Sonuçta, MDD TİP’in içinde güç kazanırken TİP’in kendisinin hızla güç kaybettiği bir açmaza girildi.
Çekoslovakya’nın Sovyet birliklerince işgali ve Kremlin ile Pekin bürokrasileri arasında artık düşmanlık düzeyine ulaşmış olan rekabet, bu süreci daha da sancılı ve keskin hale getirdi. Türkiyeli “sosyalistler” bütün bu gelişmeleri yakından izliyorlardı. İlk açık kırılma Çekoslovakya’nın işgaliyle yaşandı. MDD’ciler ile TİP içindeki “sosyalist devrimci“ Aren-Boran ekibi Çekoslovakya’nın işgalini onaylarken, işgale açıkça karşı çıkan tek kişi M. Ali Aybar oldu. Bu durum, Aren-Boran ekibi ile Aybar’ın yollarının ayrılması anlamına geldi.
FKF içindeki gençlik, işte bütün bu gelişmeler / tartışmalar içinde kendisine bir yol bulmaya çalışıyordu. Onlar, nihayet, eski kuşak “komünistler” arasındaki “verimsiz” tartışmaların “yararsızlığına” ikna oldular ve Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki ulusal kurtuluş mücadelelerine damgasını vuran gerillacılıkta karar kıldılar. Çünkü farklı Stalinist eğilimler arasında sürmekte olan bu tartışmalar, yukarıda değindiğimiz gibi, hızla radikalleşen gençliğe, düzeni değiştirme yolunda hiçbir perspektif sunmuyordu. Devrimci özlemlerle yanan gençlik, kendi yolunu kendisi bulacaktı.
“68 kuşağı” olarak adlandırılan gençlik içindeki ana eğilim, sınıf mücadelesini, işçi sınıfının devrimci özne olarak rolünü ve kapitalizmin ortadan kaldırılması gereğini yok sayan, ulusal bağımsızlıkçı MDD çizgisi oldu. Türk Solu ve Aydınlık Sosyalist Dergi etrafında toplanan ve küçük-burjuva aydınların, öğrenci gençliğin ve Kemalist subayların “ulusal bağımsızlıkçı” ve küçük burjuva devrimcisi özlemlerine hitap eden MDD çizgisi, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Doğu Perinçek gibi gençlik önderlerini de saflarına kattı. Elindeki MDD tezi ile Mihri Belli, ilk ideolojik gıdasını Kemalizm’den almış olan gençliğin işçi sınıfından ve sosyalizmden iyice uzaklaşmasında ve bütün devrimci enerjisini küçük burjuva radikalizminde tüketmesinde belirleyici rol oynadı. Mihri Belli, 12 Martlara, Kızılderelere, 1970’li yılların kaos ortamına ve 12 Eylüllere uzanan; “kurtarıcı” rolüne soyunan binlerce devrimci gencin işçi sınıfından kopartılarak devletin silahlı güçlerine hedef kılındığı bütün bir sürecin, başlıca sorumlularındandır.
Yıkıcı söylem
Mihri Belli’nin ve MDD’nin Türkiye’deki “sosyalist” / “devrimci” gençlik hareketine bıraktığı mirasın en az işçi sınıfını mülk sahibi sınıflara, asker-sivil bürokrasiye ve küçük burjuvaziye yedeklemek kadar yıkıcı olan bir diğer yanı, üslubuydu. MDD ile birlikte, kuramsal ve siyasi argümanların yerini baştan sona keyfi ve öznel kriterlerle belirlenen “ajan”, “işbirlikçi”, “hain” vb. kavramlar almış; 1969’ların sonlarına gelindiğinde, eleştirinin yerini saldırganlık, örgüt içi çoğulculuğun yerine tek seslilik geçmeye başlamıştır.
Mihri Belli ve MDD’nin diğer önderleri, içinden geldikleri TKP’nin Stalinist siyasi kültürünü en kaba biçimiyle yaşatıyorlardı. İşçi kitleleriyle ve kitle hareketleriyle ilişkisi olmayan bir örgütte on yıllarca acımasız bürokratik bir cendere içinde yaşamış olan bu kadrolar, her düşünce farklılığını “ihanet”, “işbirliği”, “provokasyon” gibi kavramlarla mahkum etmeye alışıktılar. MDD’cilerin TİP’e karşı Yöndergisinde başlattığı “ajan” türü suçlamalar, Türk Solu’nun yayınlanmaya başlamasıyla birlikte iyice sistematik hale geldi. Bu Stalinist üslup, kısa süre sonra, Dev-Genç’lilerin TİP üyelerine yönelik fiziksel saldırılarıyla tamamlanacaktı. Zira “TİP oportünizmine karşı mücadele, emperyalizme karşı mücadele demekti.” (Geçerken, söz konusu Stalinist üslubun MDD ile sınırlı olmadığını; TİP önderliğinin muhalefeti partiden atma sürecinde Aybar’ın onları “CİA ajanlığı” ile suçladığını da unutmamak gerek.)

Sosyalizm

Hiç yorum yok: