12 Aralık 2011 Pazartesi

İktisat-Siyaset'in Penceresinden


Yeni sayımızı yine yoğun bir gündemle beraber yayınlıyoruz. Giriş bölümünde, elimizden geldiği ölçüde yine içeride yer veremediğimiz gündem maddelerine değinmeye, bu konular hakkındaki fikrimizi ifade etmeye çalışacağız.

Dünya gündeminin ana maddelerinden birini aylardır olduğu gibi yine Suriye meselesi oluşturuyor. Aylardan beri neredeyse hergün Suriye'den bir kitlesel kıyım haberi alıyoruz. Devletin, Esad rejimi karşıtı gösterilere yönelik her müdahalesinde onlarca insan yaşamını yitiriyor. Gelinen noktada artık tartışılan en önemli başlık 'Suriye'ye müdahale' konusu olmaya başlamış durumda. Liberaller, daha önce aynı Irak için söyledikleri gibi Suriye konusunda da emperyalist müdahalenin başlıca savunucuları konumundalar. Onlar, Irak'ta Saddam rejiminin başta ABD olmak üzere emperyalistlerin işgaliyle yıkılması insan hakları ve demokrasinin zaferi olarak sundular, ve hala da sunuyorlar. 1,5 milyon insanın cesedi üzerinde yükselen bu demokrasinin, emperyalist kapitalizmin bir zaferi olduğu hiş şüphesiz doğru, ancak bizlerin buna destek vermesini beklemek saflık olur. Ulusalcılarsa bu konuda yine Irak ve en son da Libya'da olduğu gibi “emperyalizme karşı” söylemi arkasına gizlenerek yerel egemen sınıfın destekçisi konumunda duruyorlar. Onlar, Saddam ve Kaddafi rejimlerini emperyalist müdahaleye karşı sonuna kadar desteklerken, gerçekte burjuvazinin bir kanadına yedeklenmiş oluyor ve emekçi halkın karşısında konumlanıyorlar. Bizlerse, aynı daha öncesinde de olduğu gibi işçi sınıfının bağımsız sınıf tavrının tek gerçek devrimci tavır olduğu konusunda ısrarlıyız. Yani, Suriye'ye yönelik bir dış müdahaleye kesin bir şekilde karşı çıkarken, Esad liderliğindeki Baas rejiminde temsil edilen Suriyeli egemen sınıfa karşı mücadeleyi de aynı şekilde yükseltmek gerekiyor. Yaşananlardan da görüldüğü gibi, bunu gerçekleştirebilecek olan tek sınıf da yine uluslararası sınıf kardeşlerinden destek alan ve sosyalist perspektifle donanmış işçi sınıfıdır. Suriye işçi sınıfının önünde duran bu görevin yanında, özellikle biz Türkiye'de yaşayanlar için de önemli görevler düşüyor. Bilindiği gibi Türkiye Suriye'ye yönelik olası bir müdahalede rol alabilecek başlıca aktörlerden birisi konumunda. Bu durumda Türkiye devletinin savaş tehdidine ve olası müdahalesine karşı mücadeleyi yükseltmek ve bunu “kendi” egemen sınıfımıza karşı mücadeleye tabi kılmak gerekiyor.

Yine bir diğer savaş ihtimalini doğuran konu da Malatya'ya kurulacak olan NATO füze kalkanı. İran en başından itibaren şiddetle karşı çıktığı bu duruma yönelik tepkisini giderek yükseltiyor. İranlı egemenler içinden, kendilerine yönelik herhangi bir müdahale anında ilk olarak Malatya'yı vuracağını açıklayan sesler yükseliyor ki bu hiç şüphesiz oldukça olası. Türkiye'nin emperyalist ortaklarının talepleri doğrultusunda attığı bu adım sonucunda, Türkiye topraklarının da hedef tahtası haline gelmesinden başka nasıl bir sonuç doğabilirdi ki? Bu duruma yalnızca İran değil Rusya da sert tepki gösteriyor çünkü füze kalkanı yalnızca “İran tehdidine karşı” olarak sunulsa da, onun işlevi önümüzdeki dönemin emperyalist hesaplaşmalarıyla da yakından ilgili. Suriye'ye yönelik bir müdahaleye de aynı şekilde karşı çıkan Rusya-Çin kanadının bu tavrı, elbette emperyalist devletler arasında bir kutuplaşmanın da ifadesi. Türkiye'nin bu emperyalist kutuplaşmada tavrını ABD-AB kanadından yana koyuyor oluşunun bir sonucu olarak (İsrail, Suriye ve İran gerginlikleri düşünüldüğünde), Türkiye burjuvazisinin önümüzdeki dönemin savaşlarında Türkiye halklarının kıyımının ön hazırlığını yaptığını söylemek çok da zor değil.


Savaş tamtamlarının çaldığı, ekonomik krizin dünyanın her köşesinde şiddetlendiği ve yine dünyanın birçok yerinde kitlesel hareketlerin yaşandığı şu günlerde dünyayı çitlerle 200'e yakın parçaya (ulusal sınır) bölen burjuva devletleri de hem askeri harcamalarına hem de “iç güvenlik” çalışmalarına büyük bir hız vermiş durumdalar. Elbette Türkiye de bundan muaf değil. Kürtlere yönelik baskının binlerce BDP'linin ya da BDP'ye yakın demokratların tutuklanmasıyla şiddetlendiği bir dönemden geçiyoruz. Artık devlet, 90'ların başında olduğu gibi 17 bine yakın faili meçhul yaratmaktansa yargı yoluyla uzun erimli bir ceza yolunu seçmiş durumda. Bu oldukça da “demokratik ve hukuka saygılı” görünüyor! Hiçbir elle tutulur dedilin sunulamadığı iddianamelerde binlerce kişi “silahlı terör örgütü” üyeliğinden yargılanıyor. Devletin bu tavrı hiç şüphesiz şaşılası bir durum değildir, aynı şekilde bu terörün dağa çıkışa itilim kazandırdığı da bir sır değil. Bu gerçekler, sermaye sınıfının Kürt sorununu çözmeye muktedir olmadığını ortaya koymakla sınırlı değil, aynı zamanda çözümün anahtarını da göstermektedir. “Demokratik bir anayasa ve ülke” ideali ile “demokratik çözüm” vurgusu, burjuvazinin diktatörlüğü var oldukça birer yanılsamadan başka bir şey ifade etmemektedir. Burjuvazinin çözümü, imha ve inkardan, hukuki imha ve inkara dönmüş durumda, Kürt halkının meşru demokratik talepleriyse hala gerçekleşmeyi bekliyor. Bizler, işçi sınıfının ortaya çıktığı günden itibaren, ezilen halkların tek samimi destekçisi olduğunun bilinciyle devletin baskılarına karşı mücadelenin, ulusal baskının kaynağını (kapitalizm ve burjuva devlet) ortadan kaldırabilecek tek sınıf olan işçi sınıfı temelinde yürütülmesi gerektiğini bir kez daha vurgulamak istiyoruz.

Tutuklama dalgasının yalnızca Kürtlerle sınırlı olmadığı, diğer toplumsal muhalefet kesimlerini de kapsadığı bir gerçek. Türkiye’de şu an yaklaşık 600 üniversite ve lise öğrencisi tutuklu. Yasal basın açıklamalarına katılmak, saç kestirmek, puşi takmak ve hatta Tolstoy’un Savaş ve Barış kitabını evinde bulundurmak “terör örgütüne üyeliğin” delilleri olarak iddianamelerde yerlerini alıyor. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, tutuklu öğrenciler üzerinde özellikle AKP iktidarı yanlısı burjuva medya tarafından sürdürülen karalama kampanyaları yapılıyor. Dünyadaki yaygın ekonomik kriz ve artan toplumsal hareketlenmeler, Türkiye’de de burjuva devletin toplumun dinamik kesimlerinden öğrenci gençlik üzerinde bir baskı kurma ihtiyacını meydana getiren nedenler arasında. Ayrıca Türkiye’yi de bekleyen ekonomik kriz tehlikesi, burjuvaziyi işçi sınıfının kazanılmış haklarına saldırmaya iterken, öğrenci gençlik gibi yeri geldiğinde “baş ağrıtıcı” olabilecek toplumsal kesimler üzerinde de sistematik biçimde baskı politikaları uygulanmasına önayak oluyor. Adeta zorlama delillere dayanarak haklarında açılan davalar sonucunda tutuklanan öğrencilerin eğitim hakkı engellenirken, sermaye sınıfı adına AKP hükümeti aslında hem işçi sınıfına hem de diğer toplumsal kesimlere gözdağı verme niyetinde. İçerisinden geçtiğimiz baskıların ve saldırıların yoğunlaştığı dönemin açığa çıkardığı üzere, başta işçi sınıfının öncülüğünde Kürt halkının, öğrenci gençliğin ve diğer dinamik toplumsal kesimlerin de güç vermesi gerektiği bir birleşik mücadele hattı örülmek zorundadır. Bu hat elbette kendiliğinden ortaya çıkmayacak, öncelikle bu hatta yürünülebilmesini sağlayacak bir araca ihtiyacımız var. Marx ve Engels'in temellerini attığı bilimsel sosyalizm dünya görüşü üzerinde yükselecek enternasyonalist devrimci bir partiden yoksun olduğumuz sürece böylesi bir hattı oluşturabilmek ve sosyalist hedefe yöneltmek mümkün olmayacak.

İ-S

Hiç yorum yok: