1914 yılında başlayan Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda, o tarihte işçi sınıfının uluslararası örgütü olan Sosyalist (II.) Enternasyonal’in Sosyal-demokrat partilerinin tek istisnayla tümü, bu savaşta kendi burjuva ulus-devletlerini desteklemişler, bu tutumlarıyla doğrudan emperyalist savaşa ortak olup işçi sınıfına büyük bir darbe indirmişlerdi. Bu partiler içinde tek istisna ise, Rusya Sosyal-demokrat İşçi Partisi- Bolşeviklerdi.
Birinci paylaşım savaşını dayatan, kapitalist devletleri buna iten şey bir teröristin silahından çıkan kurşun değil, ulusal sınırlar içindeki üretici güçlerin gelişmişlik düzeyinin bu sınırlara dar gelmesi ve burjuvazinin bu sorunu yalnızca savaşlar; üretici güçlerin kitlesel imhası ve dünyanın yeniden paylaşımı yoluyla çözüme kavuşturabilecek olmasıydı. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ve onun kapitalist niteliği, yani yalnızca kara dayalı anarşik üretimi, savaşları kapitalist toplumda kaçınılmaz kılar.
Bu savaşın dayanılmaz yıkıcı sonuçlarına (ölümler, açlık, yoksulluk ve sefaletin genel bir hal alması vd.) ilk başkaldıran Rus işçi sınıfı oldu. Savaşa karşı başlayan genel hoşnutsuzluk, –eski takvime göre- 1917 Şubatında kitlelerin kendiliğinden harekete geçmesi ve Çarlığı devirmesiyle kendini gösterdi. Bu devrimin ardından, ortaya çıkan durum ikili iktidar olarak ifade ediliyor; bir yanda işyerlerinden, fabrikalardan, mahalle ve şehirlere uzanan, tüm işçileri kapsayan İşçi temsilcileri Sovyetleri (meclisleri), diğer yanda ise asıl olarak işçi sınıfının başlattığı devrimde iktidara el koymaya çalışan burjuvazinin hükümeti bulunuyordu. İktidardaki burjuvazi emperyalist savaşa son vermeyip, aksine onu devam ettirmiş, kitleler nezdinde Çarlık dönemiyle devrim sonrası dönem arasında değişen bir şey olmamıştı. İkili iktidarın diğer ayağı, işçi sınıfının iktidar organları olan sovyetlerde örgütlü proletarya, savaşın sona erdirilmesinden yanaydı. İşçi Sovyetlerini, kapitalizmden sosyalizme (sınıfsız topluma) geçiş döneminde işçi devletinin (proletarya diktatörlüğünün) iktidar organları olarak gören Bolşevikler, tüm iktidarın Sovyetlere verilmesi, savaşa son verilmesi ve derhal bir barış anlaşmasının yapılması talepleriyle işçi sınıfının örgütlü çoğunluğunun desteğini kazandılar. Ekim Devrimi, işçi sınıfının doğrudan iktidara gelişinin diğer adıydı. Burada Bolşevik Parti’nin rolü, işçi sınıfının organik bir parçası olarak, onu sosyalist devrime taşımış olması olarak ifade edilebilir.
Bu kısa girişin ardından, yazıda asıl öne çıkarmak isteğimiz şey, Ekim Devrimi ile kurulan Sovyetler Birliği’nin 1991’de çöküşüyle birlikte, “sosyalizm’in çöktüğü”nün iddia edilmesi ve yaygın olarak bunun böyle bilinir olmasıdır. Bunun böyle olmasındaki temel rol, burjuvazinin ideolojik saldırısından çok, 1920’lerin ortasında Rusya’daki işçi devletini bürokratik bir karşı-devrimle yıkan Stalinizmin bu bürokratik diktatörlüğü dünyaya sosyalizm olarak tanıtmış olmasıdır. Bu yüzden Marksizmde işçi devleti konusuna kısaca değinmeliyiz.
Marksizm’de İşçi Devleti
1840’ların sonundan itibaren Marx ve Engels tarafından ifade edilen, Komünistler Birliği’nin programında (Komünist Parti Manifestosu) yer alan, kapitalizmden sosyalizme geçiş dönemini ifade eden; proletarya diktatörlüğü (işçi devleti) kavramının pratikte siyasi biçimiyle ilk ortaya çıkışı 1871 Paris Komünü’yle oldu. Yalnızca teorik olarak böyle bir geçiş dönemi tasviri çizen Marx ve Engels, Paris Komünü’nün ardından işçi devletinin temel hatlarını gözleme ve bunu sistemleştirme fırsatı buldular.
“Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna da bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz” (Karl Marx, “Alman İşçi Partisi Programının Kenar Notları”, Seçme Yapıtlar, c.3, s.31-32)
Paris Komünü örneğinde siyasi biçimini görme fırsatı buldukları işçi devletinin temel özellikleri şunlardı: üretim araçlarındaki özel mülkiyetin kaldırılması ve üretim araçlarının devletleştirilmesi, dış ticaret tekeli, tek bir devlet bankasının kurulması, düzenli ordunun kaldırılıp yerine tüm halkın silahlandırılması, tüm kamu görevlilerinin seçimle iş başına gelmeleri ve gerektiğinde geri çağrılmaları, yasama ve yürütmenin birleştirilmesi, din kurumlarının devletten uzaklaştırılması, eğitimin zorunlu ve parasız hale getirilmesi. Bunların yanında, asıl olarak; burjuva devletinin parçalanması, parlamentonun yerine en alt birimlerden en üst birimlere kadar öz-örgütlerinde (komün, Sovyet ya da konsey) örgütlenmiş işçi sınıfının siyasi iktidarı, dolayısıyla ekonomik iktidarı ele geçirmesi ve dolaylı demokrasinin yerine doğrudan demokrasi, yani; işçiler tarafından seçilen işçi temsilcilerini geri çağırma hakkı, temsilcilerin ücretlerinin ortalama işçi ücretlerinden fazla olmaması. Bu önlemler bürokrasinin ortadan kaldırılması, dolayısıyla devletin ortadan kaldırılması için zorunluydu. Öyle ki, işçi devletleri, kendilerini ortadan kaldırmak için kurulacaktı. Marx ve Engels tarafından “devlet olmayan devlet” olarak ifade edilen proletarya diktatörlüğü dönemi, komünizme ulaşmada işçi sınıfının yalnızca bir aracı olacak, o tüm sınıfları, dolayısıyla bir sınıf olarak işçi sınıfını da ortadan kaldırarak, sınıf karşıtlıklarının olmadığı sınıfsız bir topluma ulaşacaktı. Sınıf çelişkilerinden doğan devlet, sınıfların ortadan kalkmasıyla birlikte sönümlenecekti. Dolayısıyla, Marksistler burjuva devlete olduğu kadar işçi devletine de bu anlamıyla karşıdırlar. İlk gününden itibaren sınıfları ortadan kaldırmak için kullanılacak olan devlet, Marksizmde asla mutlaklaştırılmaz ve yalnızca sınıfsız topluma geçişte bir araç olarak ifade edilir.
Bu temel hatları belirttikten sonra, Marx ve Engels döneminde, Engels’in anarşistlere karşı yazdığı satırlara bakmakta yarar var. Öyle ki, sonrasında Ekim devriminin ardından, bürokratik karşı devrimle iktidara gelen Stalinizmin dile getireceği ifadelere (özgür halk devleti gibi) de bir yanıt niteliğindedir bu satırlar:
“Daha Marx’ın Proudhon’a kitabından beri ve sonra da Komünist Parti Manifestosu’nda sosyalist toplumsal düzenin kurulmasıyla devletin kendiliğinden dağıldığı ve yok olduğu açıkça söylenmiş olmasına karşın, anarşistler yeteri kadar halkçı devleti kafamıza çalmış durmuşlardır. Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır: proletaryanın devlete gereksinmesi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır. Onun için biz, devlet sözcüğünün yerine, her yerde, topluluk (Gemeinwesen) gibi, Fransızca komünün karşılığı olan mükemmel eski bir Alman sözcüğünün kullanılmasını önermekteyiz” (Engels, Seçme Yapıtlar, c.3, s.42)
Ekim Devrimi ve Sosyalizm başlıklı bir sonraki yazıda, Sovyetler Birliği’nde 1920’lerin ortasındaki Stalinist karşı devrimin nedenlerine, onun sosyalizm olarak sunduğu şeye, gerçekte ise sosyalizmin (komünizmin yani sınıfsız toplumun ilk evresi) ne olduğunun Marksist dünya görüşündeki yerine değineceğiz.
Prometheus
yazının devamı:
http://iktisatsiyaset.blogspot.com/2009/10/ekim-devrimi-ve-sosyalizmii-el.html
http://iktisatsiyaset.blogspot.com/2009/10/ekim-devrimi-ve-sosyalizmiii.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder