21 Temmuz 2009 Salı

Gürcistan-Rusya Savaşı Üzerine

Geçtiğimiz Ağustos ayında dünyanın gözleri bir süreliğine yeniden Kafkasya’ya çevrildi. Özerk Güney Osetya’nın Gürcistan’dan tek taraflı bağımsızlığını ilan etmesinin ardından yaşanan gelişmeler sonrasında, 8 Ağustos günü Gürcü birlikleri “anayasal düzeni yeniden tesis etmek” için Osetya’yı işgal etmiş, Kafkasya’nın büyük ağabeyi Rusya’nın bu duruma tepkisi oldukça sert olmuştu. Bölge’de konumlanan “Barış Gücü”ne mensup Rus askerlerini ve Güney Osetya’da yaşayan vatandaşlarını Gürcü işgaline karşı korumakla görevli olduğunu öne süren Rusya, önce Oset topraklarındaki Gürcü birliklerine saldırmış, ardından Gürcistan sınırları dahilindeki bazı kentlere kadar ilerlemiş ve ülkenin stratejik noktalarını bombalayarak, askeri gücünü çökertmişti.
Kafkasya’nın bir diğer sorunlu bölgesi Abhazya da Osetlerle birlikte Gürcistan’a karşı harekete geçmiş ve Rusya’nın desteğini arkasına almıştı. AB ve ABD’nin Kafkasya’daki bu gelişmeler karşısında sessiz kalması elbette beklenemezdi, bu cephelerden müdahale gecikmedi. Sonuç olarak savaşın başlamasından beş gün sonra ABD ve asıl olarak AB’nin arabuluculuğuyla Rusya ile Gürcistan arasında bir ateşkes anlaşması yapıldı. Geride kalan Gürcü birlikleri Osetya’dan tamamen çekildi. Rus birlikleri ise işgal ettikleri Gürcistan topraklarını terk ederek beklemeye koyuldu.

Bugün ise Kafkasya’da sessizlik hâkim. Arkasında binlerce ölü ve yaralı bırakan ve masum insanları yerinden yurdundan eden savaş makineleri şimdilik sustu. Zaten yoksul olan bölge halklarının sefaleti daha da artmış, yetersiz ve köhnemiş olan üretici güçler yıkıma uğratılmış durumda. Savaş süresince burjuva medyasında sıklıkla yer bulan bölge, yeni bir savaşa ya da varolan güçler dengesindeki bir değişime kadar kaderine terk edilmiş gibi görünüyor.

Peki, Kafkasya’daki bu savaş nereden çıktı?
Kafkasya, enerji kaynaklarının yoğunluğu ve enerji yollarının geçiş güzergâhı oluşu itibarı ile Ortadoğu coğrafyası ile ciddi benzerlikler taşıyor. İran ve İsrail arasında ABD’nin müdahil olacağı bir savaş beklenirken, Gürcistan ve Güney Osetya arasında Rusya’nın müdahil olduğu bir savaşın patlak vermesi tesadüf değil. Kimilerinin “çok şaşırtıcı” ya da “sürpriz bir gelişme” olarak nitelendirdiği bu savaş, kapitalist dünyanın derin bir kriz içerisinde olduğunu ve artık dibe vurduğu bir dönemden geçtiğini görebilenler için şok etkisi yapmadı.

Siyasi dengeler açısından da oldukça kırılgan bir yapısı bulunan bölge, Stalin eliyle deneme tahtasına çevrilmiş, farklı ulusal ve etnik kimlikler suni yöntemlerle birbirleri ile karıştırılmış, yine aynı yöntemlerle birbirlerinden koparılmıştı. Stalin sonrasında da devam eden yap-boz oyunu, egemen ulusların azınlık durumundaki uluslara baskı ve şiddet uygulamaları, şovenizmi beslemiş, bölgeyi daha da sorunlu ve siyasal krizlerin eksik olmadığı bir yer haline getirmişti.

Bilindiği gibi 2003 yılı sonunda, AB ve ABD destekli “Gül Devrimi”nin ardından iktidara gelen Gürcistan devlet başkanı Saakaşvili, iktidarı süresince Gürcistan kapılarını uluslararası sermayeye açmış ve batılı emperyalist güçlerle yakın ilişkiler geliştirmişti. Gürcistan sınırları içerisinde yaşayan farklı ulusal kimlikleri, üniter devlet yapısı içinde eritmek gibi bir anlayışa sahip olan Saakaşvili bu konuda kısmen başarılı olmuştu. 2006 yılında yaptıkları referandumdan tam bağımsızlık kararı çıkan Osetlerin durumu ise belirsizliğini koruyordu. 3 Mart 2008’de Güney Osetya parlamentosu, Kosova’nın bağımsızlık ilânından hareketle, kendi bağımsızlıklarının da tanınması yönünde bir çağrıda bulundu. Rusya bu çağrıyı olumlu bulduğu cevabını verirken, Gürcistan için bu durumun kabul edilemezliği açıktı.

Saakaşvili iktidarı içeride, siyasal kriz nedeniyle oldukça zor günler yaşarken, Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO üyeliği gündemdeydi. Nisan ayında Bükreş’te toplanan NATO zirvesinde, Rusya’nın karşı çıkışı sonucu Gürcistan’ın üyeliği bir süreliğine de olsa gündemden çıkarıldı. Fakat ABD, Kafkasya’da Rusya’yı yalnızlaştırma hedefini korurken, özellikle de yaşanan savaş sonrasında bu gelişmenin çok uzak bir gelecekte olmayacağını söylemek mümkün.

Saakaşvili çılgın mı, mazlum mu?
Saakaşvili’nin, Rusya ile karşı karşıya geleceğini bile bile Osetya’yı işgale kalkışması bir çılgınlık olarak görülebilirdi, tabii eğer dünya üzerinde değişen güç dengelerini hesaba katmıyor ve uluslar arası sermayenin Kafkasya üzerine kurduğu uzun vadeli planları görmezden geliyor olsaydık.

ABD, Kafkasya’daki yakın müttefiki Gürcistan’ı bir süredir silahlandırıyordu. Rusya’nın büyüyen etkisinden rahatsız olan ve hegemonya mücadelesinde birinciliği kimselere kaptırmak istemeyen ABD’nin haberi olmaksızın, Saakaşvili’nin böyle bir adım atmış olması pek akla yatkın görünmüyor. Üstelik Gürcistan’ın NATO ve AB üyeliği gündemdeyken… Hem içerideki siyasi krizi kendi lehine çevirmek hem de Rusya’yı, diğer emperyalist güçler karşısında zor durumda bırakmak için Osetya müdahalesi oldukça faydalı bir adım olabilirdi.

Osetya işgalinden sonra gelen Rus saldırısı karşısında, çaresizlik içerisinde olduğu açıkça görülen ve uluslararası güçleri yardıma çağıran Saakaşvili, düştüğü acınası durumu gizleyebilmek için günahsız bir mazlum rolüne büründü. O çok yakından bildiğimiz, (burjuvazi siyasetçilerinin vazgeçilmezi) ikiyüzlü ve aşağılık tavırla, Gürcistan’nın “birliğe ve bütünlüğe her zamankinden çok ihtiyacı olduğu” masalını anlatmaya başladı. Ne de olsa “zalim” Ruslar ortada hiçbir neden yok iken, Gürcistan’ın toprak bütünlüğüne kastetmişti. Son dönemde kendisine yönelmiş olan toplumsal muhalefeti, kendi arkasına alma şansını iyi değerlendiren Saakaşvili bu anlamda kısmi bir başarı kazandı şüphesiz.

Fakat Saakaşvili değişen dengeleri belki bütünüyle hesaba katmamıştı. Rusya’nın bu kadar ileri gidebileceğini düşünmemişti. Rusya’nın müdahalesi sırasında yardıma çağırdığı ABD ve AB’den daha keskin çıkışlar bekleyen Saakaşvili yanıldı. AB içindeki merkez ülkeler –özellikle Almanya ve Fransa- enerji alımı konusunda bağımlı oldukları ve ekonomik işbirliği konusunda da önemli ilerlemeler kaydettikleri Rusya ile cepheden karşı karşıya gelmeyi şu an için göze alamadı. ABD ise Rusya’nın Gürcistan işgalini sözlü olarak kınamaktan başka somut bir tepki koyamadı, en azından Saakaşvili’nin beklediği nitelikte bir tepki... ABD’nin stratejisi, Gürcistan’ı bir süreliğine kaderine terk ederek ileride atacağı adımların meşruiyetini sağlamak şeklinde özetlenebilir. Rusya’nın Gürcistan işgali, bir süredir ABD’nin gündeminde olan, Polonya ve Çekya’ya füze kalkanı kurma projesini hayata geçirecek “meşru” zemini hazırlamıştır. Füze kalkanlarının, projelerin hayata geçirilmesi ile birlikte 2012 yılında kullanıma hazır hale geleceği belirtiliyor. Ayrıca bilindiği gibi ABD, Karadeniz’e askeri gemilerin geçişini düzenleyen 1936 tarihli Montrö Sözleşmesi’nin değiştirilmesi için Türkiye ile görüşmelere de başlamış durumda. ABD tarafından sık sık gündeme getirilen ve ihtiyaca göre delinebilen “Boğazlar Sözleşmesi”, Kafkasya’daki savaşın arkasından Gürcistan’a insani yardım götürmek isteyen savaş gemileri nedeniyle yeniden tartışılmaya başlandı.

Arabulucu Türkiye
Gürcistan ve Rusya arasındaki savaş sırasında ve sonrasında ne yapacağını bilemez bir görüntü sergileyen AKP iktidarı, iyi komşu rolü ile zaman kazanmak düşüncesinde. Türkiye’nin, taraflara sağduyu çağrısı yapmaktan başka somut bir adım atmamasının asıl nedeni, gerek Gürcistan’la, gerekse Rusya’yla yoğun ekonomik bağlarının bulunması olarak gösterilebilir.

Enerji kaynaklarının kontrolü ve dağıtımının artık dünya siyasetine yön verdiği hesaba katıldığında, Türkiye ve Gürcistan arasındaki ilişkinin önemi biraz daha artıyor. Çünkü Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı, Nabucco doğalgaz boru hattı projesi ve ayrıca yine proje aşamasında olan ve ulaştırma konusunda önemli bir adım sayılan Bakü-Tiflis-Kars demiryolu, Gürcistan ve Türkiye topraklarından geçiyor. Gürcistan ordusuna silah ve askeri teçhizat sağlayan, Gürcü subayların eğitiminde görev alan Türkiye, savaşın ardından Gürcistan’ın toprak bütünlüğüne saygı duyulması gerektiğini ifade etti. Tabii bunu yaparken Rusya’yı karşısına almaktan özellikle kaçındı.

Petrol ve doğal gaz alımı konusunda Rusya’ya bağımlı olan Türkiye için, ticaret alanında da vazgeçilmez bir ortak olan bu ülkeyi kızdırmak demek, zaten varolan ekonomik kriz karşısında önemli bir güvenceden yoksun kalmak demekti. Öyle ki mevcut veriler incelendiğinde, bugün Türkiye’nin en önemli ticaret ortağı konumunda bulunan Almanya’nın, yerini bir süre sonra Rusya’ya bırakabileceği anlaşılıyor.

Bütün bunların yanında ABD ile ilişkiler konusunda da Türk yönetici seçkinini zor günler bekliyor. ABD ile Rusya arasında tırmanan gerilim, Türkiye’ye hangi tarafta yer alacağı konusunda kesin karar alma gerekliliğini dayatıyor. Bu kararı almak elbette yönetici seçkin ve Türk burjuvazisi için kolay olmayacak.

Türkiye tarafından dillendirilen ve başbakanın bölge ülkelerini ziyaretleri sırasında çözüm önerisi olarak sunulan ‘Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu’, hayata geçirilirse, bölgede bir denge unsuru yaratılacağı, ham hayal olmaktan öteye gidemiyor. Bölge ülkeleri arasında barışı tesis etme ve ekonomik işbirliğinin genişletilmesi amaçlarına hizmet edeceği iddia edilen bu platform, egemenlerin kapitalizmin yıkıcı sorunlarını biraz olsun ertelemek için dokuduğu burjuva kılıftan başka bir şey değil.

Savaş başladı ve bitti! Bu kadar basit mi?
Kafkasya’nın özel yapısı ve enerji kaynakları açısından zenginliği emperyalist güçlerin iştahını kabartmaya yetiyor. Son dönemde yükselen bir güç olarak kendisini dünyaya kabul ettirmeye çalışan Rusya için bölge, bu nedenle oldukça önemli. Tecrit edilmişliğini parçalayan Rusya, kapitalist dünyanın yükselen değerleri Çin ve Hindistan’la yoğun ekonomik ve diplomatik ilişkiler geliştirirken, Amerika’nın arka bahçesinde de ulusalcı Chavez Venezuela’sı ile işbirliğini genişletmekte.

Petrol ve doğal gaz fiyatlarının aşırı yüksek seyri, ekonomik açıdan birçok ülkeye yarar sağladığı gibi Rusya’ya da mevcut durumunu iyileştirme fırsatını sunmuştu. Askeri açıdan geldiği ileri noktayı dünyaya sergilemekten kaçınmayan Rusya, gücünü pratikte gösterme fırsatını Gürcistan’ın Osetya işgali sonrasında buldu. Kosova konusunda gerekli reaksiyonu gösterememesinin acısını adeta bu fırsatı değerlendirerek çıkarttı ve yeni bir emperyalist güç olarak yükseldiğini bütün dünyaya ama özellikle ABD’ye ilan etti.

Küresel ekonomik kriz nedeniyle zor günler geçiren ABD için Rusya’nın Kafkasya’daki, dolayısı ile enerji kaynakları üzerindeki hâkimiyeti başlı başına bir savaş nedeni olmaya devam ediyor. Dünya kapitalizminin bu önde gelen temsilcisi, Ortadoğu’ya yönelik emperyalist politikalarının beklemediği ve istemediği sonuçlarıyla karşı karşıya kalırken, kendisine yeni alanlar açmanın ve Rusya’nın büyüyen etkisini kırmanın peşinde. Gürcistan bu nedenle ABD için hâlâ önemli bir kale. Yaşanan savaş sonrasında Rusya’ya karşı yükseltilen tepki ve tehditler görece cılız ve somut olmaktan uzak olsa da en yoğun biçimde ABD cephesinden gelmişti.

Elbette uluslararası sermayenin Avrupa Birliği de değişen güç dengeleri arasında kendi konumunu sağlamlaştırmayı ve çıkarlarını korumayı hedefliyor. Rusya ve ABD arasında sıkışmışlığını diplomatik manevralara başvurarak ve yaşanan gelişmelerin dışında kalmayarak aşmaya çalışıyor. Kendi içerisinde bir bütünlük oluşturamadığını bildiğimiz ve gittikçe çatırdayan Avrupa Birliği her şeye rağmen uluslararası anlamda bir gücü temsil ediyor.

Egemen güçler, kapitalist rekabet koşullarında, küreselleşen dünya ekonomisi ve varlığını devam ettiren ulus-devletler arasındaki çelişki nedeniyle, her yeni krizde insanlığın başına bela olan savaşlara başvurma zorunluluğunu görmezden gelmiyorlar. Hızla silahlanan kapitalist devletler, ekonomik krizlerin faturasını yine işçi ve emekçilere ödetmekten geri durmayacaklar. İnsanlığın bütünüyle yok oluşuna zemin hazırlayacak olan bir dünya savaşının çıkabileceği bir kehanet olmaktan öte, bir gerçeklik artık.

Emperyalist Savaşların Kıyısında
Ortadoğuda varolan gerginlik, Kafkasya’daki çatışmalar, Latin Amerika’daki hareketlilik her an dünyayı yıkıma sürükleyebilecek bir savaşın ilk kıvılcımını çıkarmaya müsait. Bunun maddi zemini ise bugünden hazır. Biliyoruz ki savaşlar, kapitalizmin dönemsel krizlerinin aşılmasında bir araç. Üretici güçlerin yıkımının, işçi sınıfı tarafından yaratılan değerlerin savaş koşullarında eritilmesinin, burjuvazinin silah üretimi ve satışlarından elde edeceği kârını arttırmasının önünü açacak adımların atılması, dünya kapitalizminin, varlığını devam ettirmek için başvuracağı bir yol olmayı sürdürüyor.

Uluslararası sermayenin dünya çapındaki saldırılarına karşı koyabilecek tek ve biricik güç, yaşamsal önemi üretimde işgal ettiği pozisyondan kaynaklanan işçi sınıfının örgütlü mücadelesidir. Dillerinden düşürmedikleri “dünya barışı”nı bir safsata haline getiren burjuvazi ve onun sözcülerinin ikiyüzlü tavrı, yaşadığımız her somut gelişmede tüm çıplaklığı ile karşımıza dikiliyor. Ulusalcı söylemleri kendilerine tek dayanak haline getiren ve akılları sıra bundan nemalandığını sanan “sol” çevrelerinse, ekonomik krizlerin ve savaşların neden olacağı toplumsal altüst oluş dönemlerinde, işçi sınıfını ve sosyalist gençliği kendi “ulusal burjuvazi”lerine yedeklemekten başka bir şey yapamayacağı açık. Tarih sayfaları, emperyalist savaşlar sırasında, önderliğine soyunduğu işçi sınıfının tarihsel çıkarlarına (bilinçli ya da değil) ihanet ederek, işçileri kapitalizmin çıkarları doğrultusunda yönlendiren, milliyetçi zehrin toplum üzerine yayılmasını sağlayan ve ulus devlet sınırlarını aşamayan “sol” siyasetlerin yenilgileriyle dolu.

İşçi sınıfın enternasyonal birliğine bugün her şeyden çok ihtiyaç var. Sosyalist dünya devrimini hedefleyen bir dünya partisinde örgütlenecek işçi sınıfı, elindeki sosyalizm programı ile hem uluslararası burjuvaziyi hem de kapitalizmin olmazsa olmazı emperyalist savaşları tarihin çöplüğüne gömecektir. İşçi sınıfının böyle bir örgütlülüğünün bulunmadığı koşullar altından, azgın kapitalizmin insanlığa sefalet ve gözyaşından başka bir şey vaat etmediğini söylemeye ise gerek yoktur, yaşayarak görüyoruz.




dünyadan bir Rıza

Hiç yorum yok: