İnsancılık, en genel anlamıyla insanın yazgısının insanın kendisi dışında bir güce emanet edilemeyeceğini, insanlığın ‘insana yaraşır bir yaşam’a ancak insanın kendi çabası ve aklıyla ulaşabileceğini savunan görüşe karşılık gelir. Aslında insancılık anlayışının kökeni
çok eskilere dayanır. Protogoras’ın ‘insan her şeyin ölçüsüdür’ sözünü dile getirerek hare-
ket ettiği felsefe anlayışı da bize insancılığın kökenlerinin nerede aranmasına dair ipuçları sunar.
Tanrı-merkezli değil de insan-merkezli olan insancılık anlayışı Skolâstik döneme tepki olarak doğmuştur. Skolâstik dönemin dogmatik, dinsel ve aşırı katı tutumlarına karşı özgür, insanı temek alan ve insanı temel alırken onun bir takım öz nitelikleriyle de ilgilenen bir anlayıştır. Bu öz nitelikler insan benliğinin oluşmasında oldukça etkilidir. Yaşamında ilahi ve mistik bir takım güçler doğrultusunda kararlar vermek yerine, kendi aklını esas alan insan kendinden uzaklaşmamış olur. Düşüncelerini söyleyebilmek, başka etmenleri göz önünde bulundurmadan ifade edebilmek, insanı kendine yabancılaştırmamış olur. Baskıcı ve bağnaz tutumları olan bir toplum insanı insana ve insanı kendine yabancılaştırır. Böyle bir toplumda insan ilişkileri tek düze ve belli düşünceler çerçevesinde olur. İçinde bulunduğumuz kapitalist düzende de bu aynen böyledir. Geçim sıkıntısı nedeniyle makineden farksız, gününün yarısını hatta kimi zaman daha fazlasını çalışarak geçirmek zorunda kalan ve bunun karşılığında emeğinin çok altında bir meblaya tabi tutulan insan hem kendine hem de topluma yabancılaşmıştır. Gündemde olan Tuzla’daki işçi ölümleri de bunun en gerçekçi örneğidir. İnsanın ve insan hayatının değersizleşmesinin, duyarsızlaşmanın yüksek düzeyde görüldüğü bir olaydır. Yani insan bir ‘değer’ olarak başköşeye yerleşmemiştir. Kapitalist toplumlarda bunun açıkça böyle olduğu görülür. İnsancılık anlayışı bir de burada ortaya çıkar. Çünkü insancılık salt bir düşünce okulu ya da sınırları çizilmiş bir felsefi öğreti değildir. İnsanı değer olarak en üste yerleştiren ve bunun üzerinden farklı tarihsel dönemlerde ortaya çıkan, tüm yapıp etmelerimizin ‘insan öğesi’ni göz önünde bulundurması gerektiğini savunan genel bir anlayıştır.
İnsanlığı çok yönlü olarak ele almak gerekir. İnsanlığı bir yandan bilimsel açıdan doğanın ve doğal düzenin bir parçası, bir yandan diğer canlı türleriyle bir arada yaşayan canlı bir varlık, diğer yandan ‘kendi kendine yeten’ bir varlık olarak ele almak gerekir. İnsan biyolojik, sosyolojik ve yetkin bir varlıktır. Yetkin olmasının en önemli sebebi; aklının olması ve aklını kendi iradesiyle kullanabilmesidir. Şu an aklını kendi iradesi ve düşünceleri doğrultusunda kullanabilen az insan vardır. Çünkü insanlar istemediği bir şekilde birçok şeyi yapmaya maruz kalabiliyorlar ve bu topumda birçok aksaklık ve psikolojik rahatsızlıkların da öncü nedeni olabiliyor. İnsanın düşünebilmesi, düşündüklerini eyleme geçirebilmesi ve bunun sonucundaki farkındalık, yani bilinçlilik durumu insanı insan yapar ve dolayısıyla onu diğer canlılardan ayrı kılar.
İnsancılığın yerli yerine oturması ‘Aydınlanma Felsefesi’yle olmuştur. Bir yandan Fransız filozoflar Voltaire, Diderot ve Rousseau diğer yandan Hume, Lessing, Kant, Franklin ve Jefferson gibi önde gelen isimler insancılığın bilimsel ya da dünyevi (din dışı) bir kimliğe bürünmesinde etkin rol oynamışlardır. Bütün bu düşün adamları dinin katı, önyargılı dünyasını alaşağı etmek adına özgürlüğü, eşitliği, hoşgörüyü vurgulayarak Batı toplumunda din dışı bir dünya görüşünün uç vermesine katkıda bulunmuşlardır.
İnsancılık, bundan böyle insanın kendi içinde bir değer taşımadığını savunarak, insanı yok sayıp insan yaşamının bir anlamı olduğunu kabul etmeye yanaşmayan, insanı tanrısal iradenin yarattığı değersiz bir yaratık olarak gören, insanı bir takım otoritelerin elinde yoğrulacak bir hammadde sanan anlayışların tümüne karşı duran bir anlayış halini almıştır.
…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder