31 Mart 2010 Çarşamba

14. Sayı

İçindekiler

İlk Söz Yerine

“Ermeni Açılımı”na Şövenist Rötuş

Yunanistan'da Kriz

Pencereler, Duvarlar ve Aralıktan Bakanlar

Mart Savunması

Filistin Sorunu ve Ortadoğu'da Hegemonya Mücadelesi

Nazım Hikmet Portresi

Sınırları Olmayan
Şiir

Küresel Kriz Nereden Nereye

Çingenelerin Vatanı Bütün Dünyadır

Egemenlerin Yeni Açılımı: Göçmen İşçiler Dışarı!

Lars Von Trier ve Dogville

GDO Tartışmaları Üzerine

Eşcinsellik Değil, Homofobi Hastalıktır!

Kaçak Çöp Avcıları ve Katık

İki Dil Bir Bavul

Tekel Destekçilerine Gözdağı

Zamanı Taşıyan Güvercine Çağrı

bize yazın: iktisatsiyaset@gmail.com

İlk Söz Yerine

İktisat-Siyaset’in 14. sayısı yine alışık olduğumuz üzere yoğun ülke ve dünya gündeminin içine doğuyor. Hal böyle olunca, öne çıkan gündem maddelerine dair kapsamlı değerlendirmelere yer verme çabası, zaman zaman bazı gelişmeleri hak ettiği biçimde ele alamama sorununu doğuruyor bizler için. Bu durumun imkanlar ölçüsünde giderilmeye çalışıldığını ifade edelim ve anlayışla karşılanacağına dair inancımızın tam olduğunu belirtelim.

Diğerleri gibi, İ-S’nin yeni sayısı da egemenlere ve onların çığırtkanlarına karşı yükseltilmiş bir karşı ses olma, “bizim” sesimiz olma işlevini elle tutulur hale getirmeye çabalıyor aslında. Kolektif bilincimizin ve ortak emeğimizin, bir anlamda hepimizin ürünü İ-S’ye, yazıları, öyküleri, şiirleri ve çizgileri ile katkı sunan herkese teşekkür ediyoruz, varoluşlarıyla umudumuzu ve azmimizi arttırdıklarını bir kez daha vurguluyoruz.


İ-S’nin ilerleyen sayfalarında daha geniş biçimde yer bulan ya da bu sayıda yer veremediğimiz bir çok gelişme olduğunu söyledik. Eksik de olsa bir özet niteliğinde alınabilecek bu metinde, gündemin bazı satır başlarını vermeye çalışalım. İçeride yaşanan gelişmelere dönmeden önce dışarıda neler olup bittiğini kısaca hatırlatmakta fayda olabilir. Örneğin kapı komşumuz Yunanistan’da, küresel ekonomik krizinin şiddetli etkilerinin yol açtığı alt-üst oluşları yakından izleme şansına sahip olduk. İktidardaki sosyal-demokrat hükümetin başını ağrıtan ekonomik krizin faturası, her yerde olduğu gibi Yunanistan’da da işçi ve emekçilere çıkarılmak isteniyor. Bu durumun önümüzdeki yılları da kapsayan “tasarruf tedbirleri” ile açığa çıkarıldığını görüyoruz. Henüz topyekün bir kalkışmaya evrilmemiş, sendikaların ağırlığı altında kaldıkça da evrilmesi zor görünen grevler, gerçek anlamda bir toplumsal alt-üst oluşun ne denli büyük etki yaratacağının kanıtı olarak görülmeli. İşte tam da buradan hareketle AB’nin, hem Yunanistan’a yönelik tutumu, hem de kendi içindeki ayrışmalar daha anlamlı hale geliyor. Yaşanan gelişmeler neticesinde bir kez daha görüldü ki kapitalizm üzerinde yükselen bir Avrupa’nın gerçek anlamda birliği mümkün değil, kurulan suni birlik de ulusal çıkarlar söz konusu olduğunda kolayca düşmanlığa ve çatışmaya dönüşüveriyor. Yunanistan konusunda bir değerlendirmeyi ilerleyen sayfalarda bulacaksınız.

Öte yandan ABD’nin dış gündemini Ortadoğu’daki işgaller, Irak’ta seçimler, İran’ın nükleer programı ve Filistin-İsrail meselesi oluştururken, iç gündem ise Sağlık Reformu’na odaklanmıştı. Amerikan rüyasından çok geç uyananların, Obama üzerine kurdukları hayalleri tekrar gözden geçirmek zorunda kaldıkları bir dönemde Sağlık Reformu’nun yasalaşması, yeni bir propaganda aracına sahip olmalarını sağladı. Kimilerinin “sosyalist” ilan ettikleri Obama –ki bu şaka ise bile hiç komik değil- seçim öncesi vaatlerinden biri olan Sağlık Reformu’nu zor da olsa yasalaştırmayı başardı. Sağlık Reformu’nun ABD ekonomisi için nasıl bir zorunluluk haline geldiğini, karşıtlarının kopardığı onca gürültüye rağmen bir miktar törpülenerek de olsa nasıl gündeme alındığını unutmamak gerek. Bu noktada ABD gibi, sermayenin hiçbir yerde olmadığı kadar özgürce hüküm sürdüğü bir ülkede, sağlık sisteminin “sosyal devlet” kavramı ile ilişkilendirilebilecek bir şekilde yeniden düzenlenmesinin altında yatan ekonomik nedenlerin üzerinden atlanmaması gerektiğini söyleyelim. Bu ciddi bir yanılsamaya neden olabilir. ABD bütçe açığını kapatma yönünde, sermayenin uzun erimli çıkarlarının bir ürünü olarak geçirilen bu yasa, aynı zamanda dünya ekonomisindeki karmaşaya hız verecek, diğer ülkelerin de devletçi müdahalelerini artırabilecek ve sonuç olarak büyük kırılmaları hızlandırabilecek dinamikler taşıyor.

Filistin ve İsrail arasındaki ilişkilerin yeniden alev aldığı son günlerde, siyonist İsrail Devleti’nin eylemlerinin yıkıcı etkilerinin, Filistin’de yeniden ve daha güçlü bir biçimde örgütlenmeye çalışılan direnişin ayrıntılarına, ABD’nin ve Türkiye’nin bu noktada oynayacakları kilit role ilişkin detayları içeren bir değerlendirmeyi de yine ilerleyen sayfalarda bulabileceksiniz.

“İçeriye” döndüğümüzde ise geçtiğimiz ay yaşanan bir çok gelişmeye karşılık, gündemin Anayasa tartışmalarına yoğunlaştığını görüyoruz. Bu tartışmalara değinmeden önce Newroz’a ve açılımlara ilişkin birkaç söz söyleyelim. Newroz bu yıl da, her yıl olduğu gibi çoşkuyla ve geniş katılımla kutlandı. Geçen yıllardan farklı olarak devlet tarafından herhangi bir provokasyona girişilmemiş, tüm illerde Newroz kutlamalarına izin verilmiştir. Bunun hem tıkanmış gibi görünen, fakat burjuvazi için vazgeçilmez olan açılım süreci ile, hem de AKP’nin Anayasa Taslağı’nın meclisten ya da referandumdan geçmesinin BDP’den alacağı desteğe bağlı olması ile doğrudan ilişkilendirmek mümkün. Bu, geçmiş Newroz’larda Kürt halkının üzerinde nasıl bilinçli olarak baskı uygulandığının, çatışma ve ölümlerin kimlerin özel organizasyonlarıyla gerçekleştirildiğinin de kanıtıdır.

Ermeni Açılımı’nda ise egemenlerin geldiği son nokta “Göçmen İşçiler Dışarı!”dır. AKP demokrasisinin; iki yüzlü sermaye demokrasisinin gidebildiği yer anormal tepkisellik ve ilkel milliyetçi şovenizm noktasıdır. Bu konudaki tavrımızı gerek bir bildiri metni ile gerekse daha geniş kapsamlı bir başka değerlendirme metnini yayınlayarak ile ilerleyen sayfalarda okuyucuya sunuyoruz.

Anayasa tartışmalarına dönelim şimdi de; AKP’nin uzun süredir gündeminde olan fakat bir türlü eyleme dönüştüremediği Anayasa değişikliği aslında tam da onun elinin içeride ve dışarıda yaşadığı çelişkiler nedeniyle güçsüzlediği bir zamana denk geldi. Yalnız AKP’nin değil, neredeyse bu topraklarda yaşayan herkesin ortak talebi haline gelen darbe Anayasası’nın değiştirilmesi konusunda egemenler arasında bir uzlaşmazlık yaşandığı ortada. AKP, meclisteki muhalefet başta olmak üzere çeşitli sivil toplum kurumları, sendikalar ve patron örgütleri ile görüşme ve “Anayasa Paketi”ne destek arayışı içinde. Hazırlanan taslakta değişiklik yapabileceklerini ifade eden başbakan ve diğer AKP sözcüleri, bazı maddelerde uzlaşmaz tavırlarını korurlarken, CHP kendi alternatif Anayasa paketini ortaya atıyor ve AKP’nin hazırladığı Anayasa üzerinden bir uzlaşma gerçekleştirmeyeceğini ifade ediyor. Özellikle HSYK’da ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısında meydana gelecek değişikliklere tepki gösteren CHP, zaten mevcut hali ile siyasal olan hukukun, AKP lehine siyasallaşmasından tedirgin. MHP ise Anayasa değişikliğine ihtiyaç olduğunu kabul ediyor fakat bunu yeni hükümete bırakmak gerektiğinde diretiyor. Bu noktada AKP ile uzlaşmaya en yakın parti olan BDP ise seçim barajının düşürülmesi, siyasi partilere hazine yardımı gibi konuların yanı sıra AKP’nin hazırladığı taslakta değinilmeyen ana dilde eğitim ve Anayasal vatandaşlık gibi talepleri ortaya atıyor. Patronlar birliği TÜSİAD’ın da hazırlanan taslaktan tatmin olmadığı anlaşıyor. AKP’nin Anayasa taslağında tartışma konusu olan bir diğer konu ise kamu emekçilerinin çalışma ve sendikalaşma hakları ile ilgili. AKP taslağında komik bir biçimde kamu emekçilerinin toplu sözleşme hakkından bahsediliyor fakat grev hakkı tanımayan bir toplu sözleşme hakkı bu. Dolayısıyla hiçbir bağlayıcılığı olmayan, kağıt üzerinde kalmaya mahkum bir haktan bahsedilebilir ancak.

Burjuva medyadan kolaylıkla takip edilebilecek bu olguları sıraladıktan sonra meselenin özüne dönmekte fayda var. AKP’nin derdi yeni, (burjuva anlamda dahi) demokratik bir Anayasa değil, zaten delik deşik edilmiş darbe Anayasası’nın bazı maddelerinin uluslararası sermayenin ve onun sözcüsü olarak kendisinin çıkarları ile örtüşür biçimde değiştirmektir. Ondan bunun ötesini beklemek de bu koşullarda akılcı değildir. O, adına konuştuğu sınıfın çıkarlarını savunmakla yükümlü, biz ise gerçekleri tüm çıplaklığı ile sergilemekle. Anayasa taslağının meclisten geçip, geçmeyeceğini şimdiden tahmin etmek mümkün görünmüyor fakat eğer meclisten geçmezse referandum gündeme gelecek. İşte o vakit bize sunulacak iki seçenekten birini, yani ya Darbe Anayasası’nı ya da Darbe Anayasası’nın revize edilmiş halini desteklemeyi reddedeceğiz. Bir yanda darbe Anayasası'na sarılan, diğer yanda ise “demokrat” görünümlü, fakat darbenin ürünü olduğunun farkındalığı ölçüsünde o Anayasayı törpüleyerek sürdüren burjuva partilerin sınıfsal yüzlerini ifade edeceğiz. İşçi sınıfının ve tüm ezilenlerin haklarını içerecek bir anayasayı savunacağız; bunun yalnızca işçi sınıfının mücadelesiyle elde edilebileceğinin bilinciyle. Ekonomik tabanı ve bütün üst yapıları ile kapitalizmin insanlığa maliyetini ifade edip, gerçek demokrasinin maddi temellerinin nerede olduğunu anlatacağız.

Nisan gündeminin ne derece yoğun
olacağı, Nisan’ın işçi ve emekçiler açından, sistemle hiçbir çıkar ortaklığı olmayan insanlığın ezici çoğunluğu açısından ne derece sancılı geçeceği bu günden görünüyor. Çünkü tarih egemenler tarafından yazılmaya devam ediyor. Ama Nisan aynı zamanda Mayıs’ın ön günüdür. 1 Mayıs, işçi sınıfının uluslararası birliğinin somutlanması ve üretimden gelen gücü ile işçi ve emekçilerin, üzerinde yaşadığımız gezegenin gerçek yaratıcısı olduklarının bilincine varıldığı gündür.

Yeni bir dünya özlemiyle uyanılan sabahların, yeni bir dünya gerekliliğine dair inancın bilince çıktığı akşamların sonsuza kadar sabretmeyeceğini biliyoruz. Egemenlerin yazdığı tarihi değiştirme ümidinin kabaracağı bir 1 Mayıs’ta, alanlarda buluşmak üzere…
İ-S

“Ermeni Açılımı”na Şövenist Rötuş

Başbakan Tayyip Erdoğan, 16 Mart günü Londra’da BBC’nin Türkçe servisine yaptığı bir açıklamada, Türkiye'deki kaçak Ermeni işçilerin sınır dışı edilebileceğini belirtti. Erdoğan, hükümetin TC Devleti vatandaşı olmayan 100 bin Ermeni’yi “şu anda idare ettiğini” ama “gerekirse bu yüz binine hadi siz de memleketinize diyeceğim, bunu yapacağım" diyerek, burjuvazinin “açılım“ sınırını da gözler önüne sermiş oldu. Öncelikle belirtmek gerekir ki, Erdoğan’ın bu açıklaması, bu topraklarda egemen olan yabancı düşmanlığının ve şöven Türk milliyetçiliğinin yalın bir ifadesidir.

Yunanistan'da Kriz

Özellikle son haftalarda Yunanistan ile ilgili sıcak gelişmeler yaşanıyor. Her şeyden önce Yunanistan krizinin fişeğini ABD’de başlayan küresel krizin ateşlediğini ve bu gibi krizlerin pek çok ülkede daha beklendiğini belirtelim. Yunanistan’ın bu sürecini hızlandıran etmenler arasında geçmiş dönemdeki Yeni Demokrasi Partisi (YDP) hükümeti ve Karamanlis’in politikayı ekonomiye yeğ tutma çabası, Yunanistan’ı bekleyen tehlikenin üzerini örttü. Dış borç ve bütçe açığı gibi temel dengelerin Karamanlis hükümeti tarafından saptırıldığı bu krizle birlikte ortaya çıktı. Krizle mücadele etmek için erken seçim ve yeni bir halk desteği bekleyen Karamanlis, iktidarı PASOK’a kaptırdı. 2009’un sonlarına doğru bütçe açığı euro bölgesinin tavanı olan yüzde 3‘ün dört kat üstündeydi. Bu son 30 hatta 40 yılın rekoruydu aynı zamanda. Bu ortamda, hem krizi aşma hayali hem de sosyal devlet sloganıyla işe koyulan PASOK tabii ki şu anda vaatlerinden oldukça uzakta.

Pencereler, Duvarlar ve Aralıktan Bakanlar

“Bir pencere, bakmaya
Bir pencere, duymaya
Bir pencere, yeryüzünün yüreğine ulaşan tıpkı bir kuyu gibi
Tekrarlanan mavi şefkatin enginlerine açılan.
Yalnızlığın küçücük ellerini
Cömert yıldızların verdiği gece bahşişi kokularıyla
Dolduran bir pencere
Belki de konuk etmek için güneşi şamdan çiçeklerinin gurbetine
Bir pencere, yeter bana”

Furuğ FERRUHZAD

Aslı’ya, Furuğ’a ve akıntıya ters yüzen tüm kırmızı balıklara;

Mart Savunması

Mart'ı suçlamak
Ne kolay
''Mart kapıdan baktırırmış''
Bütün suç O'nun mu sanki
Adı çıkmış bir kere
Şimdi değil midir oysa ki
Ayın sonunu zor getirene
Bütün aylar kapıdan baktıran...

Masalkuşu

Filistin Sorunu ve Ortadoğu'da Hegemonya Mücadelesi

Ortadoğu'da ABD ve onun küçük ortağı konumundaki Türkiye'nin stratejik hedeflerinin önüne bir kez daha İsrail engeli çıktı. Mart ayının başlarında İsrail devletinin İbrahim Camisini Yahudi kültürünün parçası olarak gören bir karar çıkarmasını, Mescid-i Aksa’ya bitişik bir sinagogun açılması ve o civarda bir başka sinagogun inşa edilmesi takip etti. Yine İsrail'in, Batı Şeria’daki yerleşimleri geçici olarak durduracağına dair verdiği sözü, Kudüs’te 1600 yeni konutun inşaatı ilanı izledi. Bu yaşananların ardından başlayan gösterilerde İsrail her zaman olduğu gibi birkaç kişiyi öldürdü. Bugün gelinen noktadaysa, başta ABD olmak üzere Ortadoğu dörtlüsünün (ABD, Rusya, BM ve AB) kınamaları sonucu Kudüs'te geçici bir sakinlik oluşmuş durumda.

Nazım Hikmet Portresi

Bir Nazım geçti
Hikmet'li sözlerle
Meşhur adamların ansiklopedisinde
Belki yaşadı çoğu zamanını
Dört duvar arasında
Ama her vakit mutluydu
Bir bahar manzarasında...

Sınırları Olmayan Şiir

Burjuvazi!
Korur “sınırlarını”
Sermayesi ve sınıfların varlığını sürdürmesi için
Geçmişte kılıç-kalkanla verdiği mücadeleyi
Bugün silah ve bombalarıyla verir
Ama bugün insanlar bilmektedir…
Sınırlar bizler için gereksizdir
Tarih başa döndü:
İnsanlar burjuvazinin tanklarına karşı kılıç-kalkan oynuyor…
Durun, artık bir gücümüz daha var
Fabrikalar…
Sınırlarla birlikte kaldıralım sınıfları da
İndirip şartelleri,
Birleştirip bütün dünya işçilerini!...


kardelen

Küresel Kriz Nereden Nereye

Bugün her ne kadar ekonomik krizin yakıcılığı gündemden düşmüş gibi görünse de, kriz hiç olmadığı kadar şiddetleniyor (diyoruz, çünkü, krizin şiddeti 1929 buhranına göre daha büyük ve etkileyici) ve emekçiler hoşnutsuzluklarını dışa vuruyor. Amerika Birleşik Devletleri'nde bankacılık sektörü ve finans kuruluşlarının krize girmesi ve bu krizin tüm dünya ülkelerine yayılmasının ardından, dünyanın önde gelen gelişmiş ekonomilere sahip ülkeleri, krizden çıkış olarak şunları önlerine koydular; küresel işbirliği temelinde hareket edilmesi, finansal düzenlemelerde değişiklikler yapılması, parasal ve mali politikaların yeniden gözden geçirilmesi, iflas bayrağını çeken banka ve finans şirketlerini kurtarmaya yönelik milyarca dolarlık kurtarma paketleri ile devlet müdahelesinin yapılması gerekliliği. Dünyayı yönetenlerin krizden çıkış olarak belirledikleri yol haritaları yer yer ekonomide toparlanma sinyalleri verse de, bugün krizde gelinen nokta itibariyle krizin önlenmesi bir yana dünya çapında “maliyet tasarrufu” çerçevesinde işsizliğin hızla artması, kamu harcamalarının kısıtlanması, vergilerin artırılması, burjuva hükümetlerin bütçe açıklarındaki beklenmedik durum, ABD merkezli ortaya çıkan krizin benzerinin Dubai'de yaşanması ve bugün de Yunanistan başta olmak üzere AB ülkelerinin bir kısmını kıvrandıran durum krizin daha da derinleştiğini ve derinleşeceğini gözler önüne seriyor. İçinden geçmekte olduğumuz dünya ekonomik krizi, son otuz yıllık süreçteki benzerlerinin aksine “zayıf ekonomiler”de değil, emperyalist kapitalizmin kalbinde ortaya çıktı ve hızla yayıldı. Ancak bu, krizin sebebinin kimi ulusalcıların söylediği gibi ABD'ye bağlanabileceği anlamına gelmiyor, aksine krizin sebebi küresel kapitalizme içsel, ama asıl önemli nokta bu kez etkisinin dünya çapında olduğu gerçeği.

Krizin Gelişim Süreci
Küresel ekonomik krizin merkez üssü olan ABD'de, emlak sektöründe yüzbinlerce inşa edilen konut, banka şirketleri ve finansal kuruluşlardan sağlanan konut kredisiyle emekçilere satılmıştı, fakat gerek konutların tümünün satılmaması gerekse de emekçilerin konut kredilerini geri ödeyemez duruma gelmesiyle birlikte borsalarda büyük çöküşler görüldü, şirketlerin hisseleri düştü; çek, bono ve senet gibi maddi değerler bir anda değerlesizleşti; başka bir değişle, kredilerle şişen balon bir anda patlamıştı. Hal böyle olunca, dünya ekonomisinin bütünleştiği günümüz dünyasında, ABD'deki borsanın tepe-takla olması çok geçmeden diğer ülkelerin borsalarını etkilemesiyle birlikte küresel kriz domino taşı gibi dünya ülkelerine yayılarak kapitalist dünya ekonomisi resesyon sürecine girmiş oldu.

Kriz öyle böyle bir kriz değildi. Krizin ortaya çıkmasıyla en başta ABD'deki bankalar bir bir iflas bayrağını çektiler, ardından konut kredilerini sağlayan iki mortgage devi -Faninie Mae ve Freddie Mac- hükümet kontrolüne geçmek zorunda kaldı. Bu yaşananlar bir yana, Amerikan kapitalizminin asıl olarak tehlike gördüğü 158 yıllık yatırım bankası Lehman Brothers'in iflas edip etmeyeceğiydi- ve bu da kapitalizmin krizine karşı ayakta kalamadı; iflas başvurusu yapmak zorunda kalarak kolektif kapitalist tarafından satın alındı (devletleştirildi). Bankaların ve finans kuruluşlarının iflası ABD ile sınırlı kalmadı elbette, Avrupa'da da benzer iflaslar oldu. İflasların Avrupa'ya kadar uzanması kağıt üzerinde değerli olan sermayenin Avrupa'daki banka ve sigorta şirketleri ile ticari bir ilişkisi -yatırımları- olmasından dolayı kaçınılmazdı. Başka bir ifadeyle, söz konusu şirketler çok uluslu ve ulus ötesi şirketler idi; dolayısıyla onların dünyanın dört bir yanındaki şirketleri etkilenecekti krizden.

Küresel finansal krizin ilk olarak ortaya çıktığı zamanlarda dünya burjuvazisini endişilendiren şey, finansal krizin üretim sektörüne yansıyıp krizin küresel ekonomik krize dönüşmesiydi. Banka ve sanayi sermayesinin arasındaki organik bağ ve krizin merkezde ortaya çıkması nedeniyle finansal krizin üretim sektörüne yansıması kaçınılmazdı- ki zaten öyle de oldu. Hatırlayacağınız üzere, ABD ve AB ülkelerinde finansal kriz iyiden iyiye kendini hissettirirken, Türkiye'de henüz krizin olmadığını ve krizin bizleri etkilemeyeceğini Başbakan Erdoğan “Hamdolsun kriz teğet geçti” sözleriyle açıklamıştı. Ama ne var ki, kapitalizmin temel yasaları gereği, kriz mutlak bir şekilde Türkiye'yi etkileyecekti- ve nitekim etkiledi; her ne kadar finansal bir kriz olmasa da üretim sektörü ciddi bir kriz ile karşılaştı. Türkiye'de de, dünyada olduğu gibi birçok fabrikanın kapısına kilit vuruldu, yine çok sayıda fabrika üretimi düşermek zorunda kaldı; bunun sonucunda üretim kapasitesi düştü, yüzbinlerce işçi işten çıkarıldı, işsizlik çığ gibi büyüdü. ABD'da işsizlik %9 ile tarihi rekor düzeye ulaştı. Yine orta ve gelişmiş kapitalist ülkeler işsizlikte çift haneli rakamlarla rekor kırdı. Dünya Çalışma Örgütü'nün (ILO) açıklamasına göre, krizden dolayı işsizler ordusuna 1 yılda 20 milyon işsiz katıldı! Elbette bu yalnızca resmi rakam.

Devlet Müdahelesi ve Küreselleşme
Krizin dev banka tekellerini iflasa sürüklemesiyle birlikte kapitalistlerimiz, “imdat” çığlıkları atarak krize karşı devletlerinin bir an önce müdahalede bulunmasını istediler. Neden kapitalistler devletlere sığındı? Ve neden burjuva ulus devletler kapitalistlere milyarlarca dolar kurtarma paketleri hazırladı? Bu iki soruya ek olarak, “küreselleşme dönemi”nin sona erdiği iddiasına karşı cevap vermekte de yarar var.

Aslına bakacak olursanız bu gelişmelerde şaşılacak bir şey yok, gerek kapitalistlerin devlete sığınmaları gerekse de burjuva devletlerin kapitalistler için milyarlarca dolar kurtarma paketleri hazırlaması gayet normal bir şey. Öncelikle belirtmek isteriz ki, kapitalistlerin burjuva devletlere sığınmaları bu kriz ile birlikte yeni bir şey değil, şu ana kadar kapitalizmin her krizinde kapitalistler burjuva devletlere sığınmışlardır- ve burjuva devletler kapitalistleri krizden kurtarmaya yönelik her türlü şeyi (emekçilerin paralarından kurtarma paketlerinin hazırlanması, ücretlerin düşürülmesi, hakların gasp edilmesi, vergilerin arttırılması vd.) yapmaktan kaçınmamışlardır. Tarih boyunca devlet, egemen sınıfın hizmetindeki bir araçtı, bugün de farklı değil. O bugün, işçi sınıfını ezen ve baskı altında tutan, varolan sistemin koruyucusu ve sürdürücüsü olan bir aygıt; dolayısıyla, özellikle kriz dönemlerinde, işçi ve emekçi düşmanı politikalar uygulayarak mülk sahibi sınıfları krize karşı korumalı ve onların çıkarları doğrultusunda hareket etmeli; içinden geçmekte olduğumuz krizde de olduğu gibi...

Buna bağlı olarak, kimi aklıevvel sosyalistlerimiz diyor ki, kapitalistlerin devletlerden yardım istemesiyle birlikte “ulus-devletleri ortadan kaldıran küreselleşme” sona ermiştir. Ne yazık ki bu önerme hatalı. Birincisi küreselleşme ulus-devletleri ortadan kaldırmıyor çünkü, ulus-devletler kapitalizmin yapısal bir ürünüdür; ancak kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla ortadan kalkarlar. İkincisi ise küreselleşmenin sona erdiği kapitalistlerin devletlerden yardım istemesiyle izah edilemez. Bunun bu şekilde izah edilemeyeceği bir önceki paragrafta belirtilmişti. Şu doğrudur, mülk sahibi sınıflar ve onun siyasi temsilcisi burjuva devletler, küreselleşmenin karşıtı olan korumacılık eğilimini dile getirmişlerdir ama bunu -küreselleşmenin en büyük savunucuları bile- birbirlerine karşı “tehdit” olarak ve de geçici olarak dile getirmişlerdir. Ki zaten, küreselleşme sonucu üretimin dünya çapında devasa ölçeklerde toplumsallaşmasıyla beraber kapitalist özel mülkiyet ve ulus devlet ile dünya ekonomisi arasındaki çelişkiler, krize çözüm olarak kapitalistleri korumacılık eğilimine iterler. Ancak bu, korumacı ekonomi politalarına onlar istediğinde dönülebileceği anlamına gelmez, önlerindeki engel bizzat kapitalizmdir. Bunun aşılması için devası büyümüş üretici güçlerin büyük ölçüde imha edilmesi; yani emperyalist bir dünya savaşı gerekiyor.

Birçok insan için ideolojik bir saldırıdan ibaret olarak görülen küreselleşme olgusu ise kesinlikle bununla sınırlı değildir. Asıl belirleyici olan nokta üretimin küreselleşmesi gerçeğidir. Küreselleşme, birilerinin kafalarında ürettiği (Reagan’ın, Teatcher’ın, Bush’un ve başkalarının da uygulamaya koyduğu) bir ideoloji ya da politika değil; kapitalizmin 1970’lerden bu yana yaşadığı ve üretken sermayenin (yani doğrudan artı değer sömürüsünün) yukarıda değindiğimiz sonuçlarıyla birlikte uluslararasılaşmasını ifade eden bir olgudur. Bunu mümkün kılan da, üretici güçlerde (bilim ve teknolojide) 1960’lı yılların sonundan itibaren başlayan ve tek bir malın üretiminin ülkeler hatta kıtalar arasında gerçekleşmesini sağlayan devrimci gelişmedir. Bugün üretim ulusal pazar için değil, dünya pazarı için yapılıyor, emek gücünün değeri de dahil olmak üzere metaların fiyatlarında belirleyici olan giderek dünya pazarı oluyor. Bu sonuç, kapitalizmin şiddetini, yani krizleri, savaşları, baskıyı, yoksulluğu ve açlığı devasa ölçülerde arttırıyor şüphesiz, ancak devrimci sonuçlar çıkarmak isteyenler için de bir şey ifade ediyor: üretici güçler bugün, dünya çapında (kar için değil) insan ihtiyaçları doğrultusunda demokratik ve planlı bir üretimi; komünizmi hayata geçirebilecek olgunluğa fazlasıyla ulaşmıştır.

Küresel Krizin Nedeni Kapitalizmdir
Dünya çapında krizin patlak vermesiyle birlikte bunun nedenleri üzerine çok konuşuldu ve tartışmalar yapıldı. Burjuva dünyası bir kez daha “acaba biz nerde yanlış yaptık” diye zirve toplantıları yapıyorlardı, ekonominin “duayenleri”, burjuva iktisatçıları ise krizin nedenini banka devleri ve sigorta şirketlerinin kötü yönetimi sonucuna bağlıyordu. Tabii burjuvazi ve onların iktisatçıları krizi okurlarken eşyanın tabiatı gereği kapitalizme toz kondurmuyorlardı.

Fakat Küresel krizin nedenini şu ya da bu şekilde kapitalizmden başka bir yerde aramaya gerek yok. Kriz, kapitalizmin karakterisitik bir özelliğidir. Kapitalizmin anarşik üretim yapısı yani demokratik bir planlanmaya dayanmayan “her şey kar için” sloganı ile üretimin sonucunda aşırı-üretim ortaya çıkar. Konutlar insanların ihtiyacı için değil, plansız bir şekilde ve tamamen kar dürtüsüyle inşa edildi ve satışa çıkarıldı. Sonrasında, görüldü ki, konutların hepsi satılamadı ve satılanların da büyük bir kısmı kredileri ödeyemez oldu. Ancak morgage işin yalnızca ortaya çıkan kısmı. Aslına bakılırsa bugün finansın içine girmeden yaşamak dahi güçleşmiş durumda. Hepimizin bildiği ve milyonlarca kişinin kullandığı kredi kartları bunun en iyi örneği. Artık kapitalizm öyle bir noktaya gelmiş durumdaki, gerçekleşmemiş artı-değerin sömürüsü olgusuyla karşı karşıyayız. Yani, bankadan kredi alındığında, kredi kartı kullanıldığında ya da başka bir yöntemle finasal kapitalizmle alışverişe girildiğinde, henüz varolmayan bir değer var kabul edilerek işlem yapılıyor, kapitalistler işçilerin gelecekte elde edeceği ücretine el koyuyorlar. Derinlemesine ele alınıp, üzerine düşünülmesi gerekilen bu olguyu kabaca bu şekilde ifade edebiliriz. Kapitalizm, metaların üretimi sürecinde işçinin ürettiği artı-değere el koyarak sermaye birikimi yaratıyor, bu doğru. Ancak bir de bu metaların satılması gerekli, artık, üretim ve artı değere el koyma öyle bir noktaya ulaşmış durumdadır ki, pazardaki metaların satılması için ortada maddi para yok. İşte o anda imdadınıza finansal sistem yetişiyor, ve bu sistem son 30 yıllık süreçte giderek artan ölçüde kapitalizmin karakteristiklerinden biri haline gelmiş durumda. Hal böyle olunca, gerçekte olmayan değerler üzerinde, spekülatif olarak işleyen bir piyasayla karşı karşıya kalıyoruz, sonuçsa belli: kriz.

Sonsöz yerine
Dünya ekonomik krizinin kısa bir sürede ve 'kazasız belasız' sönümlenmesi mümkün değil. Bunu sermaye sınıfının temsilcileri ve burjuva iktisatçıları bile itiraf ediyorlar ve önümüzdeki birkaç yıla ilişkin karamsar bir tablo ortaya çıkarıyorlar. Bu krizin 1929 ekonomik buhranından bile daha kötü geçebileceğinin farkındalar. Gerçekten, şu an içinden geçmekte olduğumuz kapitalizmin krizi, 1929 buhranı ile karşılaştırılamayacak kadar kötü sonuçlara yol açabilir. Asya'dan Afrika'ya uzanan emperyalist işgaller ve emperyalistler arası çıkar çatışmasının yoğunlaşması yeterince açık örnekler.

1929 Buhranı sonucu, kapitalizmin dünya çapında içine girmiş olduğu krizle ve bu krizin II. Dünya Savaş'ına yol açmasıyla büyük yıkımlar ve toplumsal felaketler yaşanmıştı. Ve ancak bu şekilde kapitalizm kurtulmuştu! Birçok ülkede totaliter burjuva diktatörlükleri kurulmuştu. Şimdi, önümüzde iki seçenek var: Bugün ya da yarın, ya geçmişte yaşananları yaşayacağız ve kapitalizmin dünyayı barbarlığa götürmesine seyirci kalacağız ya da işçi sınıfının yolunu seçeceğiz. Çünkü işçi sınıfı, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve kar üzerine kurulu bu sistemden, onun ifadesi olan ulusal, etnik, dinsel vb. parçalanmışlıktan çıkarı olmayan –tersine bütün bunlardan yalnızca zarar gören- tek sınıftır. Kapitalizmin panzehiri işçi sınıfının uluslararası devrimci mücadelesi ve sosyalizmdir.

meso

Çingenelerin Vatanı Bütün Dünyadır

'yirmi dört şamar!
yirmi beş şamar!
anacığım sarar beni
gece gümüş kağıtlara.
...
ah, muhafız komutanı,
ah, muhafız komutanı,
yan gelmişsin odanda!
hani ipek mendiller,
kurulayım yüzümü!'

Lars Von Trier ve Dogville

İzlerken adeta bir gerilim filmi

seyredermiş gibi gerileceğiniz bir film Dogville (İt kasabası). Film, 3 saat 10 dakika boyunca tiyatro sahnesinde tebeşirle çizilmiş dekorlar arasında, kameraların son derece başarılı bakış açılarında önümüze geliyor. Baştan sona kasvet yüklü bir film. O yüzden konuya hakim olabilmek için her bir sahneyi her bir konuşmayı son derece dikkatli bir şekilde takip etmeniz gerekiyor. Bu film koca bir günde, ayık kafayla ve dinç bir vücutla izlenmeli kesinlikle. Aksi takdirde filmin sizi sürüklemesi mümkün olmuyor, sizin filmi sürene sürüne izlemenize neden oluyor.
Filmin yönetmeni Lars Von Trier. Bu yönetmen kimilerine göre ne yaptığını bilmez, ahlakçı, Katolik ve fazla büyütülmemesi gereken bir yönetmen, kimilerine göreyse bir dahi. Yönetmenin diğer filmlerinde de anlaşılacağı üzere filmler tesadüf eseri ilgi çekmiyor. O yüzden Trier’den biraz bahsetmek gerekir. Çocukluğunda duygu, inanç ve zevkleri konusunda anormal bir hissizlik olduğu keşfedilir ve küçük yaşlarda sinemaya yönelir. Sinemayı dış dünyayla olan iletişimini sağlayabilmek için tek seçenek olarak görmektedir. Birkaç kısa film denemesi ile ödüllerle tanışmaya başlar.
...
Tekrar eden yaşamlar
Can sıkıcı hatıralar
Ve bütün bunların içinde
Tek başına bir serçe
Bütün dünyanın büyüklüğü için
Şaşılacak şey diyordur içinden
Küçük bedeninin ondan da küçük arzusu
Sahip olanların göremeyeceği kadar küçük
Neyse ki kanatlar
Kocaman rüzgarın içinde
Küçücük azmiyle
Hepimizin üstünde
Büyük insansın küçük serçe!

Homo homini lupus

GDO Tartışmaları Üzerine

Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı'nın Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) yönetmeliğini yayınlamasıyla birlikte GDO, bir süre önce gündemin ilk sırasına oturmuştu ve medyada uzun süren tartışmalara neden oldu. İnsan sağlığını son derece ilgilendiren GDO konusunda medya, bilgi kirliliğine sebebiyet vererek kafaları karıştıracak şekilde konuyu çok farklı noktalara çekti. Öte yandan, konunun akademik uzmanları, medya aracılığıyla “değerli” görüşlerini bizlerle paylaştılar. GDO'lar üzerine bilimsel çalışmaların az yapıldığı, konunun son derece önemli bir bilim dalı olan genetik bilimle yeni yeni tanışan Türkiye gibi bir ülkede, konunun uzmanı olmayanlar ve konunun uzmanı olmayıp ama uzmanı gibi görünen kişiler, GDO'lu ürünlerin tehlikeli ve sağlığa zararlı olduğu; konunun uzmanı olup ama bir avuç emperyalist tekelin çıkarlarına toz kondurmayan bilim insanları ise GDO'lu ürünlerin “açlığı bitireceği” görüşünü ortaya koydular.

Eşcinsellik Değil, Homofobi Hastalıktır!

Türkiye'de 60. hükümetin 1 Mayıs 2009 tarihinden beri Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakan'ı olan Selma Aliye Kavaf, hatırlanacağı üzere Mart Ayı'nın ilk haftasında Hürriyet Gazetesi'ne verdiği demeçte eşcinsellik hakkındaki görüşlerini açıklamıştı. Kavaf'a göre eşcinsellik; bir hastalıktı, tedavi edilmesi gereken bir süreçti. Türkiye'de eşcinsellerin varlığını reddetmeyen Kavaf aynı demecinde Türkiye'de yaşayan eşcinseller için 'vaka' kelimesini kullanmıştı.

Kaçak Çöp Avcıları ve Katık

Adları daha sık duyuluyor artık, gösterdikleri çaba, verdikleri emek karşılığını üretiyor. Aslından hergün görüyoruz onları, ama belki farketmiyoruz bile ya da belki de burun kıvırıyoruz. Birçoğu öyle diyor zaten gazetelerinde, “para mı isteyecek yoksa tinerci mi” diye düşünüyorlar diyor bir geri dönüşüm işçisi. Üretimleri çok da yeni sayılmaz aslında, on yıllara dayanan bir geçmişi var “meslek”lerinin. Böylesine yaygınlaşması atık işçiliğinin 80'lerin sonuna, tüketimin hızla artmaya başlamasına kadar gidiyor. Malum yoğun bir kırdan kente göç dönemi, hem kapitalizmin doğal gelişimi sonucu, hem de Kürtler'in zorunlu göçü... Yalnızca Ankara'da 10 binden fazla atık işçi var, ama yalnızca Ankara'da değiller.

İki Dil Bir Bavul


İki genç yönetmen; Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan, maddi zorluklar ve uzun uğraşlar sonucunda yönetmenliğini ve yapımcılığını yaptıkları ve kendi kameralarından çektikleri belgesel tarzındaki İki Dil Bir Bavul filmi ile, şu ana kadar hiçbir yönetmenin (Yılmaz Güney ve Yeşim Ustaoğlu gibiler dışında) filmlerinde konu olarak Kürt illerindeki eğitimin zorluğunu ve eşitsizliğini; bununla ilişkili olarak Kürt sorununa değinip doğru bir politik mesaj vermeye cesaret gösterip de yapamadığını yaparak ve ayrıca filmin ezber bozan bir film olması dolayısıyla bir ilke imza attılar. Film, sinema eleştirmenlerinden izleyicilere kadar geniş bir kesim tarafından büyük bir beğeniyle izlendi ve alkış topladı. Gerçekten de İki Dil Bir Bavul filmi ayakta alkışlanacak filmlerden bir tanesi. Zaten bundan dolayıdır ki, film, çeşitli ödül törenlerinde ve festivallerde birçok ödül kazandı. Bunlardan birkaçını söyleyecek olursak; 5. ZagrebDox'ta En İyi Genç yönetmen ödülünü, 46. Altın Portakal Film Festival'inde En İyi İlk Film dalında, Ortadoğu Film Festivali'nde En iyi Ortadoğu Belgesel Film dalında ödül kazanmaya layık görüldü.

Filmin yönetmenleri, filmin gerek çekim aşamasına kadar

Tekel Destekçilerine Gözdağı

Ankara'da Türk-İş binasının önünde 78 gün boyunca 4-C çalışma şartlarına karşı direnen Tekel işçilerinin 2 Mart'ta sendika bürokrasisinin zoruyla sona erdirdikleri direnişlerinin ardından kısa bir süre sessizlik hakim olmuştu. Fakat Mart ayı içerisinde ardı ardına duyduğumuz, direnişe destek verenlerin okullarından ve işlerinden atılması haberleri, konunun bir başka boyutuna dikkat çeker hale geldi.

Zamanı Taşıyan Güvercine Çağrı

Sınırlar çizildi önce
Ülkelerle şehirlerle yetinmediler.
İnsanlara sınırlar koyar oldular.
Geceleri gökyüzü siyah olabilirdi
Ya da en sevdiği elbise bir çocuğun...
Ekmeğin en yakın dostu zeytin de siyahtı
Fakirin sofrasındaki...
Bir kızın gözleri siyahsa ne de güzel parlardı gece gibi...
Ama bir insanın rengi siyahsa
Bu hiç normal bir şey değildi
Ne garip
Aynı renk bazen her şeydi bazen hiçbir şey.

23 Mart 2010 Salı

2 Mart 2010 Salı

13. Sayı

İçindekiler

Mart Kapıdan Baktırır

2010 Çıkmazında Kadınlar ve 8 Mart

İsyan Hakları Evrensel Bildirgesi

TEKEL Direnişi Neler Anlattı?

Yolculuk

Kar ve Kurşun

Bir Şair: Attila İlhan

İki Kişilik

'Yeni Sol Parti' Üzerine

Madende Yine Bir 'İş Kazası'

Cinsel Devrim III

Yaz Sonu Seyahati ve 'Dönersen Islık Çal' Adlı Bir Film

Haiti Depremi ve Gerçek Suçlu

12 Mart 1995 Gazi Mahallesi Katliamını Unutmadık

Rock Müziğin Doğuşu ve Tarihi

314 Bin Öğretmen Açığı, 300 Bin İşsiz Öğretmen...

İktisat ve Marx

Arka Kapak: akdeniz cikliti

bize yazın: iktisatsiyaset@gmail.com

Mart Kapıdan Baktırır...

Ocak sayımızın ardından 13. sayımızı sizlerle paylaşıyoruz. Bu sayının Şubat-Mart olarak yayınlanmasının sebebi, tahmin edileceği üzere araya “şubat tatili”nin girmiş olması. Böylece elinizdeki sayıda, son bir buçuk ayda öne çıkan oldukça fazla gelişme içerisinden ele alabildiğimiz konuları bulacaksınız.

2010 Çıkmazında Kadınlar ve 8 Mart

Çoğu gazetelerin 3. sayfa haberlerinde

yüzleri karalanmış fotoğraflarıyla yer alıyor. Yüzleri karalı, çünkü çoğunun yüzü tanınmayacayak halde. Taşlanmış, asitle yakılmış, asılmış ya da bıçaklanmış. Hikayeleri farklı farklı. Kimisi evlenmeden cinsel ilişkiye girdiği için, kimisi tecavüze uğradığı için, kimisi bir iş cinayetine kuban gidiyor kimisi de kocası tarafından kıskanıldığı ya da kocasının gömleğini ütülemediği bahanesiyle öldürülüyor. Cinsel tercihleri nedeniyle öldürülenler de var aralarında, yoksulluktan evde doğum yapmaya çalışırken kan kaybından ölen de var. Farklı hikayelerin buluştuğu bir sokaksa burası; evet burası 'Cinsiyetçilik Sokağı'.
İlkel komünen toplumların ekonomisi yerini sınıflı toplumların ekonomisine bıraktığı bir tarihten bugüne dek dünya üzerindeki tüm ülkelerin söz birliği yapmışçasına uyguladıkları cinsiyetçi ekonomi politikleri, kadınları, eşcinselleri ve transları alt sınıf bir tür olarak algılar. Tarih sınıflı toplumların tarihidir derken altını çizmemiz gereken bir diğer tarih, tarihin cinsiyetçi uygulamalarının tarihi olduğu ibaresidir. Yüzyıllardan beri kadınlar ve eşcinseller cinsiyetleri ve cinsel tercihleri sebebiyle toplumsal yaşamdan uzakta tutulmuşlar ve ezilmişlerdir. Tarih, biraz da, sırf kadın veya eşcinsel olduğu için öldürülen insanların tarihidir. Tarım ekonomisinden sanayi ekonomisine tarihin kadınlara bıraktığı yegane değişmezlik kadının evdeki ve toplum içindeki konumudur.

İsyan Haklari Evrensel Bildirgesi

Yorgo, Mızgin ,Darbinyan, Mehmet, Antonio, Hao, Hilda ve tüm dünyaya

Ey ağzına gem vurulmuş yürekler!
Şaha kalkma anı gelip çatıyor...
Hazırlansın demir orak, çekiçler;
Dünya yepyeni bir biçim istiyor.
Fabrika bacası elem tüttürür,
Tek kazanan varsa o da patronlar.
Tarlalarda hasat kimi güldürür?!
Kârla sırıtanlar; sermayedarlar.

Kızıl renklere aç şimdi gökyüzü;
Bomboş kalmış bakraç ekmeksiz susuz;
Dağıtma vaktidir tepeyi, düzü;
İsyan yüreklerde çılgın, uykusuz...

Saflarda yoksullar el ele birlik,
Düzen ipe gelmiş; el pençe divan.
Kurulacak elbet düşteki dirlik,
Aşkla tutuşacak köhneyen devran.

Düşün bir gecenin mehtabı İSYAN..!
Süzgün yar yüzünün endamı İSYAN..!
Ölgün sahraların deryası İSYAN..!
İşçi sınıfının sevdası İSYAN..!

necati76

TEKEL Direnişi Neler Anlattı?

Bu yazı kaleme alındığı sırada 76. gününü dolduran TEKEL işçilerinin Ankara direnişi, bu zaman zarfı içerisinde görmek isteyen gözler için çok şey gösterdi. İktisat-Siyaset'i yakından takip eden okurların farkedeceği üzere, hem geçmişte yaşanmış, hem de bugün yaşanmakta olan işçi mücadelelerine ilişkin tutumumuz birkaç temel üzerinde şekilleniyor. Her şeyden önce bizler, işçi sınıfının yolunda olduğumuzu, onun tarihsel çıkarlarının savunucusu olduğumuzu en başından belirterek başlıyoruz işe. Bunun sonucu olarak da, herhangi bir direniş, grev, işyeri işgali vb. gibi işçi mücadelelerini ne abartıp, allayıp pullayarak olduğundan büyük gösterme yolunu tutup kendi kendimizi tatmin etmeye çalışıyoruz, ne de onları küçük-gereksiz görüp burun kıvırıyoruz.

Yolculuk

Küçük bir oğlan çocuğuydu, henüz doğduğu evden ayrılmamış. Uzayıp giden, sonu gelmez yolculuklarla tanışmamış. Ayrılıkları ve hüznü tatmamış. Kendi küçük dünyasının vazgeçilmez oyuncaklarıydı çakıl taşları, tren rayları arasında sonsuz uzanan bir oyun bahçesi. Mevsimler birbirini kovalarken hayatının ilk yağmurlarıyla ve tren raylarında parlayan güneşle tanıştı burada.

Kar ve Kurşun

19 Ocak 2010 bu yılın en soğuk ve


en sıcak günü oldu. Şöyle ki; öncelikle küreselleşen kapitalizmle birlikte küreselleşen sıcaklık nedeniyle kışın başlangıcından bu yana İstanbul'da hava sıcaklığı mevsim normallerinin üzerinde seyrediyor ve insanlar yazdan kalma günler yaşıyordu. Bu yazdan kalma günler bize küresel ısınmanın “hediye”siydi. Takvimler Ocak ayının 19'unu gösterdiğinde ise İstanbul'da çok soğuk bir hava vardı ve yağmurla karışık kar yağıyordu. Bütün bu soğuk havaya rağmen İstanbul'da Agos gazetesinin önü kalabalıktı; binlerce insan üç yıl önce tam da burada, Agos’un önünde uğradığı silahlı saldırıda başına isabet eden üç kurşunla hayatını kaybeden Hrant Dink için toplanmıştı.

Bir Şair: Attila İlhan

“başlangıçta daima şairler vardı
başlangıçta daima şairler olacak”


1925’te İzmir’de başlayıp İstanbul, Ankara, Paris gibi hep büyük kentlerde sürdürdüğü yaşamı 2005’ten beri bizden bir metre kadar aşağılarda devam eder büyük yolların haydudunun. Bilginin duyguya, duygunun imgeye, imgeninse şiire dönüştüğünü söyleyen şair bilgi konusunda ayaklı kütüphane yakıştırmasını hak eder. Attila İlhan yayımladığı 60 civarı şiir, roman, deneme, senaryosuyla ve kafasından eksik etmediği kasketiyle –bazen insan yatarken dahi çıkarmadığını düşünüyor – edebiyat tarihinde farklı bir yer edindi kendine.

iki kişilik

bak burda bir kilise, bir cami, bir sinagog
biz onların ortasında kendi dinimizi yaratıyoruz
en ufak ibadetimize öpüşmeyle başlıyoruz
en sonunda herkes bizi ayıplıyor

gövdende yeni baştan bir soba yakıyorsun
ben yanaklarımı alıp sobaya değdiriyorum
ellerimi de alıp omuzlarına koyuyorum
kül oluyor sakallarım ayaklarının dibine
ben yanıyorum, kendimi alamıyorum
gövden bugün sıcak yarın daha öbür gün daha
sabah akşam bunu yapıyoruz tekrar tekrar
diğer kadınların gövdeleri buz tutuyor

denizden her akşam bir şey buluyoruz
alıp onu yatağımızın ortasına oturtuyoruz
bu akşam oluyor, ayakların beliriyor denizde
senin ayaklarını alıyorum, usulca kuruluyorum
sevecek başka yerin kalmamış sanki
bu akşam da ayaklarını seviyorum
her akşam denizden başka bir şeyini çıkarıyoruz

herkes bir şeyler söylüyor başka dillerden
kimi anladığımız dilden konuşuyor kimi anlamadığımız
biz alıp karanlık bir defteri
kimsenin bilemeyeceği kelimeler yazıyoruz
son sayfasından başlayıp dudaklarımızın ucuyla
biz o kelimelerle neler yapmıyoruz ki
şiirler kuruyor, yemekler yapıyor, şarkılar çalıyoruz
ben her bir saç teline ad takıyorum o dilden

bu dili bizden başka kimse kullanmıyor
bu dini, bu sobayı, bu denizi de öyle
iki kişilik yaşıyoruz, sadece iki kişilik
ama şimdi sen kendinle savaşıyormuşsun
her kılıç darbende benim tükendiğimi bilmeden
ihka

'Yeni Sol Parti' Üzerine

Küresel ekonomik krizin etkileri sürerken bir yandan da siyasal, toplumsal çatışmaların yoğunlaştığı bir dönemde, Türkiye solunda uzunca bir süredir devam eden tartışmalar yeni bir sol partinin doğumuna ebelik ediyor.

Madende Yine Bir ‘İş Kazası’

Balıkesir‘in Dursunbey ilçesine bağlı Odaköy’de faaliyet gösteren Şentaş madencilikte 23 şubatta gerçekleşen göçükte biri mühendis 13 işçi hayatını kaybetti. Bursa’da 19 işçinin hayatını kaybettiği olaydan sonra Balıkesir'deki göçük (iki ay arayla, iki farklı özel ocakta gerçekleşen bu göçükler) bize iş ve işçi güvenliğinin ne denli hafife alındığını tekrar hatırlattı.

CİNSEL DEVRİM III

SSCB’de Cinsel Devrim ve Onun Boğuluşu

1917 Ekim devriminin ardından SSCB’deki deneyimler her şeyden önce yer ve zaman bakımında çok büyük bir değişimi hedefliyordu. Çarlık Rusya’sının katı, ataerkil yasaları ve bunların toplumsal mirası, cinsel devrimin uygulamaya geçirilmesini oldukça zorlaştırmıştır. Hem Çarlığın otoriter yönetimi, hem de burjuva ailenin devlet tarafından desteklenen disiplini insanların büyük değişimlere uyum sağlamasını zorlaştırıyordu. Ancak değişen sosyal düzen, bu katı koşullarda bile kısa sürede büyük kültürel değişimlere zemin hazırlamıştı. Zor olan şey bundan önceki ataerkil toplumun kabuğunu kırabilmek ve insanlara yeni bir anlayışla “yaşama sevincini” getirebilmekti. Ancak değişen bütünün parçaları gibi cinsel devrim de değişen bu yapının parçası olarak topluma yön vermeli, gerekli boşluğu doldurmalıydı ve dolduruyordu da.

Bir Yaz Sonu Seyahati ve 'Dönersen Islık Çal' Adlı Bir Film

Yaz sonuydu. Adaya gitmeye karar vermiştik. İkimizde işsizdik, iş arıyorduk, cebimizde az biraz paramız vardı. Ada vapuruna kendimizi attıktan sonrası çok önemli değildi. Geç bir saatti. Muhtemelen öğle saatleri.

Haiti Depremi ve Gerçek Suçlu

13 Ocak 2010 tarihinde Haiti'nin başkenti olan Port-au-Prince'te rihter ölçeğine göre 7 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. 200 yıldan beri bekleyen bir fay tek seferde 13 Ocak tarihinde kırıldı ve binlerce insan enkaz altında yaşımını yitirdi.

12 Mart 1995 Gazi Mahallesi Katliamını Unutmadık

Çoğunlukla Alevi halkının

yaşadığı ve Alevisiyle, Sünnisiyle işçilerden, yoksullardan oluşan bir “varoş mahallesinde” saat akşam 20:00 sıralarında işten çıkmış, arkadaşlarıyla vakit geçirmek ve sohbet etmek amacıyla onlarca insan ana cadde üzerindeki kahvehaneleri doldurmuştu. Ve saat 20:15’te bir ticari araç içindeki “kimliği belli olmayan” şahıslar tarafından otomatik silahlarla taranmaya başlandı bu insanlar. Açılan ateş sonucu kahvehanelerden birinde Halil Kaya adlı bir ihtiyar hayatını kaybetmişti ve beşi ağır

Rock Müziğinin Doğuşu ve Tarihi

Daha önce iki sayıda müzikle ilgili yazılar yazmıştık, şimdi de bazı müzik türlerini ele alarak nerede ve hangi nedenlerle doğduklarını incelemeye çalışalım. Bu bize müziğin nasıl yaşayan bir organizma olduğunu gösterecektir. Bugün bildiğimiz birçok müzik türü doğduğu dönemde dünyanın durumuyla birebir ilgilidir. Rock müzikte bu etkinin en çok olduğunu söyleyebileceğimiz türlerden biri. Şimdi kısaca doğuşuna bir bakalım.

314 Bin Öğretmen Açığı, 300 Bin İşsiz Öğretmen ve 40 Bin Atama

Türkiye'de çığ gibi büyüyen işsizler ordusunun önemli bir oranını diplomalı işsizler oluşturuyor. Diplomalı işsizlerin başında da diplomalı işsiz öğretmenler geliyor. Önceki yıllarda, diplomalı öğretmenlerin işsiz kalacağını duysak inanmazdık, hatta halk arasında öğretmenlik “garanti” bir meslek olarak bilinirdi. Alışık olmadığımız durum yani öğretmenlerin de işsiz kalabileceği bugün artık bir gerçek ve halk, öğretmenliği garantili bir meslek olarak görmüyor son yıllarda. İşte bu yazıda, politik bir bakış açısıyla başta diplomalı işsiz öğretmenler olmak üzere ücretli ve sözleşmeli öğretmenlerin sorunlarına ve bu sorunlar neticesinde örgütlü mücadelelerinin eksilerine ve artılarına değineceğiz.

İktisat ve Marx

“Ekonominin temel misyonu, burjuva toplumunun ve kapitalizmin anlaşılmasını engellemek ve olup bitenleri meşrulaştırmaktır.” Karl Marx