Bu yazı kaleme alındığı sırada 76. gününü dolduran TEKEL işçilerinin Ankara direnişi, bu zaman zarfı içerisinde görmek isteyen gözler için çok şey gösterdi. İktisat-Siyaset'i yakından takip eden okurların farkedeceği üzere, hem geçmişte yaşanmış, hem de bugün yaşanmakta olan işçi mücadelelerine ilişkin tutumumuz birkaç temel üzerinde şekilleniyor. Her şeyden önce bizler, işçi sınıfının yolunda olduğumuzu, onun tarihsel çıkarlarının savunucusu olduğumuzu en başından belirterek başlıyoruz işe. Bunun sonucu olarak da, herhangi bir direniş, grev, işyeri işgali vb. gibi işçi mücadelelerini ne abartıp, allayıp pullayarak olduğundan büyük gösterme yolunu tutup kendi kendimizi tatmin etmeye çalışıyoruz, ne de onları küçük-gereksiz görüp burun kıvırıyoruz.
Böylesi bir girişe ihtiyaç
duyulmasının sebebi, bizim gibi mütevazı ancak sağlam adımlarla yürüyen bir gençlik yayınının çapının kat kat üstünde olduğunu iddia eden sol siyasetlerin, asıl olarak reddettiğimiz temellerde hareket etmesi. Dolayısıyla her iki durumda da etki alanı geniş olsun ya da dar olsun, ortaya gerçekliği yadsıyan hayaller toplamı çıkmış oluyor. Bu noktada, ideolojik, politik ve örgütsel olarak darmadağın edilmiş, bilinci geri sıçratılmış ve asıl olarak egemen sınıfın hegemonyası altında olan işçi sınıfının üzerindeki ölü toprağını atma anlamında, TEKEL direnişini önemli bir adım olarak görüyoruz; ve fakat bunun yalnızca bir adım olduğunun bilinciyle, direnişin olumlu ve olumsuz yönlerinin gerçekçi bir biçimde ele alınmasından yanayız.
Sorunun kökenleri
Bugün 4/C statüsüne karşı özlük haklarıyla birlikte başka bir kamu kurumuna işçi statüsünde aktarılma talebiyle direnişlerini sürdüren işçilerin sorunlarının kökeni birkaç on yıl öncesine dayanıyor. 1984 yılında ANAP hükümeti döneminde yalnızca TEKEL'in değil, birçok devlet işletmesinin de özelleştirilmesi süreci başlamıştı; yani sorunun kökeni tam da burada. O günden itibaren sürdürülen özelleştirme sürecinde, art arda gelen hükümetlerin başlıca destekçisinin Türk-İş Konfederasyonu olduğunu da görüyoruz. AKP'nin tamamlamak niyetinde olduğu sürecin, DSP-MHP-ANAP koalisyonun son günlerinde 4733 Sayılı Kanun’un çıkarılmasıyla son virajına girdiğini belirtelim. 12 Eylül askeri diktatörlüğünün önünü açtığı ve ardından gelen her bir hükümetin sürdürdüğü özelleştirmelerin, yalnızca Türkiye'de değil, dünyanın başka ülkelerinde de gerçekleşen ve üretimin küreselleşmesine denk düşen, tek tek hükümetlerin iradelerinden bağımsız kapitalist üretim biçiminin yasalarının bir sonucu olarak uygulamaya konan kolektif bir saldırı olduğu gerçeği anlaşıldığında, “vatanı satıyorlar” diye bağıran ve AKP'den önce her şey güllük gülistanlıkmış gibi davranan milliyetçi solun ve sendika bürokrasilerinin sınıfsal konumları kitlelerin gözünde daha da netleşecektir.
Sınıf işbirlikçi rolü, direniş ilerledikçe daha net ortaya çıkan Tekgıda-İş Sendikası ve onun başkanı Mustafa Türkel, özelleştirme sürecinin son dalgasında, yani 2005 yılından itibaren TEKEL işletmelerinde ne bir karşı direniş hattı oluşturmaya çalışmış ne de işçilere onları nelerin beklediği hakkında bir bilgi vermiştir. Fabrikaların kapatılmasına karşı yerellerde ortaya çıkan işçi direnişleri yalnız bırakılmış, bırakalım Türkiye çapında olmayı, TEKEL işletmeleri çapında dahi bir birleşik direniş hattı örgütlenmemiştir. Bugün TEKEL direnişi diye bir direnişin var olmasının tek sebebi, yerellerdeki işçilerin sendikanın karşı çıkışına rağmen Ankara'da bir araya gelmiş olmasıdır. Tekgıda-İş bu süreci örgütlemek bir yana durdurmaya çalışmış, önünü alamayınca önderliğine soyunarak baltalama işlevini başarıyla yerine getirmiştir.
Hükümet ve sendikal bürokrasiye karşı işçiler
AKP hükümeti, Ankara'nın göbeğinde süren
direnişi uzun bir süre görmezlikten gelme yoluna gitti. Ancak işçilerin kararlılığı ve 'ölmek var dönmek yok' sloganında özetlenen tutumları, direnişi ülke gündeminin önemli maddelerinden biri haline getirdi ve sonunda hükümet de bu konuyu gündemine almak zorunda kaldı. Fakat hükümet cephesinden yapılan her açıklama, TEKEL işçilerinin haklı taleplerini kabul etme tutumundan oldukça uzak olunduğunu ilk günden göstermişti.
Hükümetin bu tavrının başlıca destekçisinin, TEKEL işçilerinin direnişinin etkisiyle onların yanındaymış gibi görünen sendikalar olduğunu vurgulamamız gerekir. Bu sayfalarda uzunca bir süredir üzerinde durduğumuz sendikaların kapitalizmdeki rolü ve işçi mücadelesinin önündeki bir engel oldukları gerçeği bu direnişte net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Buna rağmen solun önemli bir çoğunluğunun, direniş boyunca sendikalar hakkında hayaller ve yanılsamalar üretmeyi sürdürmüş olması, onların da aynı sendikalar gibi iflas etmiş olduklarının bir ifadesidir. Hatta vatan-millet edebiyatından başka söyleyecek bir şeyi artık kalmayan TKP, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'i kastederek bülteninde 'İngiliz Mehmet ülkeyi terk et' diye alt başlık atabilecek kadar kaba milliyetçi bir şovenizme batmıştır. Halbuki TEKEL işçileri “açılımı biz yaptık” diyerek Kürt ve Türk işçilerinin birliğinin nereden geçtiğini ilk günden ortaya koymuşlardı. Buna rağmen TKP ve benzeri siyasetler, kimi işçilerin geri bilincine uyarlanarak, “olayların tek sorumlusu dış güçlerdir” masalına “sol”dan destek verdiler.
TEKEL işçileri, 17 Ocak Ankara
mitinginde kürsüyü işgal etmiş ancak ardından sendikal bürokrasi tarafından ikna edilerek alandan çıkarılmışlardı. Ertesi günü de işçilerin Türk-İş'i işgal çabası bürokratlar tarafından savuşturulmuş ve ardından direnişin önderliği tamamen Türk-İş ve Tekgıda-İş'e kalmıştı. Solun bir kesiminin öve öve bitiremediği, kimisinin tutup Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne konuk olarak davet etmeye kadar iş götürdüğü Tekgıda-İş başkanı Mustafa Türkel ve onun Türk-İş'teki ortakları, “radikal” soslu tüm konuşmalarına rağmen, ilk gününden itibaren kararlı bir şekilde direnişi baltalama mücadelesi verdiler. Burada üzerinde durulması gereken önemli nokta, bu tutumun adı geçen bürokratların ihanetinden değil, bizzat sendikaların yapısından kaynaklandığı gerçeğidir. Bu yüzden, önceki sayımızdaki TEKEL değerlendirmemizde de işçilerin burjuvazi-sendika kıskacından kurtulması ve kendi taban örgütlülüklerini yayması ve mücadeleyi tüm işçi sınıfı geneline taşımalarının tek başarı şansı olduğunu ifade etmiştik.
Bununla beraber, direniş sürecinde doğrudan müdahil olacak Marksist bir işçi sınıfı partisinin yokluğunun doğal sonucu olarak, işçiler haftalar geçtikçe hem devletin hem de sendikaların gerçek rolünün ne olduğunun farkına varmaya başladılar. Tüm işçiler için geçerli olmayan bu durum, ne yazık ki TEKEL işçilerine pahalıya patladı: sendikanın direnişi Türk-İş önüne hapsetmesi ve işçileri yıldırma politikası izleyebilmesi mümkün hale geldi. İşçilerin ilk günden itibaren sürdürdükleri kararlı direniş, Türk-İş’i hiç de hesabında olmayan adımları en azından atıyormuş gibi yapmaya zorladı. 4 Şubat 'genel iş bırakma eylemi'nden söz ediyoruz. 4 Şubat günü, varlık nedenleri ve sınıf işbirlikçi rolleri ayyuka çıkan Türk-İş, DİSK, KESK ve diğer sendikalar kimilerine göre bir “genel grev” örgütlediler. En net ifadeyle fiyaskoyla sonuçlanan 4 Şubat eylemi, ülke çapında üretimi durdurmak bir yana ciddi bir etki dahi yaratmadı ve sendika bürokrasinin barutu da böylece tükenmiş oldu.
Hiçbir sendika konfederasyonunun
özel sektörde hatırı sayılır bir örgütlülüğe sahip olmadığı, örgütlü olduğu yerlerde ise işçileri kontrol altında tutma işlevini gördüğü gerçeği hatırlanılırsa sorumluluğun doğrudan sendikalarda olduğu açıkça görülecektir. Türk-İş'in bu kararı almasının arkasında TEKEL işçilerinin baskısının yattığı elbette doğru, ancak Türk-İş ve diğer konfederasyonlar her zaman olduğu gibi “görev savma” anlayışları doğrultusunda, kendi bünyelerinde örgütlü olan işçileri bile greve götürmemiş, mitingler son dakikada ve herkesten habersiz, birkaç bin kişinin katılımıyla örgütlenmiştir. Bu durum, işçilerin çoğunluğunun sendikalara hiçbir güveninin kalmadığını ve patronların tehdidine boyun eğmek zorunda kaldıklarını göstermiştir.
Geçtiğimiz hafta yaşanan gelişmeler de bu sürecin bir parçası olarak ilerledi ve sendikalar açısından noktalandı. Önce 20 şubatta Ankara'da düzenlenen mitinge sendika temsilcileri düzeyinde katılım sağlanması yetmiyormuş gibi, mitingi TEKEL işçilerinin bir anlamda hapsedildiği Sakarya Caddesi’ne taşıyarak “artık bitse de kurtulsak” diye açıkça bağıran sendika bürokrasilerinin, 22 şubat günü yaptıkları ortak toplantıdan çıkan karar şu oldu: 26 Mayıs 2010 tarihinde bir genel eylem yapılması... Kimilerinin sol sandığı DİSK ve KESK sendikalarının da Türk-İş “abi”sinin baş destekçisi olduğu bu süreçte bizler sendika bürokrasisini suçlamıyoruz. Onlar, işçi sınıfının gardiyanı olma tarihsel görevlerini başarıyla yerine getirdiler ve burjuvaziden alkışı aldılar. Ancak, teşhir edilmesi gereken asıl kesim, çöküş belgelerini tüm bir direniş boyunca sendikalara yaltaklanarak imzalamış olan küçük burjuva soludur. Bu kesime, aklınıza gelen ve Türkiye solunda “en güçlü” görünen tüm “sol” hareketlerin dahil olduğunu vurgulayalım.
Bugün ve yarınki mücadeleler için
TEKEL işçilerinin kararlılığını ve her
türlü baskıya karşı mücadeleyi sürdürme azimlerini Ankara'da yakından hissetme ve onlarla uzun süre tartışma fırsatını da yakalamış olarak, bu süreci genel hatlarıyla yukarıda çizmeye çalıştık. Bugün de, sendikaların oyunu “iki saatlik oturma eylemleri” ile sürüyor. Her ne olursa olsun, TEKEL işçilerinin mücadelesinin önemli siyasi kazanımlara yol açtığını üstünde durmak isteriz. Birincisi, TEKEL direnişi, işçi sınıfının sendikaların gardiyanlığından kurtulması gerekliliğinin yakıcılığını ortaya bir kez daha çıkardı. Tam da bu noktada, işçi sınıfının siyasi örgütlülüğünün eksikliği açığa çıkıyor. Marksist enternasyonalist bir partinin yokluğunda her kararlı işçi mücadelesinin önüne yalnızca kapitalist devlet değil, yalnızca sendikalar değil aynı zamanda küçük burjuva solu çıkmakta. Direniş boyunca yayılan hayaller ile, vatan millet edebiyatı ile, sendika kuyrukçuluğu ile, tüm burjuva sınıfını hedef almayan kaba bir 'AKP karşıtlığı' ile küçük burjuva sosyalistleri, TEKEL işçilerinin bu ikili kıskaca alınmasına büyük bir katkı sundular.
Bir başka kazanım olarak ifade edebileceğimiz durum ise TEKEL direnişinin görece dar bir çevreye mahkum edilmesine karşın işçilerin birliğinin, sınıf olarak ifade ettiği gücün pratikte ortaya konması ve uzun yıllardır hareketsizleştirilmiş mücadele alanlarının tekrar hatırlanmasıdır. Sınıf siyasetini unutmuş milliyetçi solun bile TEKEL direnişi ile birlikte işçi sınıfı diye bir gücün varolduğunu kaypak bir biçimde de olsa kabul etmek zorunda kalması bunun en açık kanıtıdır. TEKEL direnişinin sonunun ne olacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz. Kapitalist devletin polis zoruyla direnişi dağıtma yoluna gitmesi durumunda nelerin yaşanabileceğini bugünden kestirmek zor. Fakat vurguladığımız gibi her ne olursa olsun, daha önceki sınıf mücadeleleri derslerine TEKEL dersini de eklemek ve işçi sınıfının enternasyonalist partisini örgütleme mücadelesini sürdürmek zorunluluğu ilk günkü gibi devam ediyor.
Güneş y.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder