31 Mart 2010 Çarşamba

Lars Von Trier ve Dogville

İzlerken adeta bir gerilim filmi

seyredermiş gibi gerileceğiniz bir film Dogville (İt kasabası). Film, 3 saat 10 dakika boyunca tiyatro sahnesinde tebeşirle çizilmiş dekorlar arasında, kameraların son derece başarılı bakış açılarında önümüze geliyor. Baştan sona kasvet yüklü bir film. O yüzden konuya hakim olabilmek için her bir sahneyi her bir konuşmayı son derece dikkatli bir şekilde takip etmeniz gerekiyor. Bu film koca bir günde, ayık kafayla ve dinç bir vücutla izlenmeli kesinlikle. Aksi takdirde filmin sizi sürüklemesi mümkün olmuyor, sizin filmi sürene sürüne izlemenize neden oluyor.
Filmin yönetmeni Lars Von Trier. Bu yönetmen kimilerine göre ne yaptığını bilmez, ahlakçı, Katolik ve fazla büyütülmemesi gereken bir yönetmen, kimilerine göreyse bir dahi. Yönetmenin diğer filmlerinde de anlaşılacağı üzere filmler tesadüf eseri ilgi çekmiyor. O yüzden Trier’den biraz bahsetmek gerekir. Çocukluğunda duygu, inanç ve zevkleri konusunda anormal bir hissizlik olduğu keşfedilir ve küçük yaşlarda sinemaya yönelir. Sinemayı dış dünyayla olan iletişimini sağlayabilmek için tek seçenek olarak görmektedir. Birkaç kısa film denemesi ile ödüllerle tanışmaya başlar.
1979’da Münih film festivalinde, Nocture, en iyi kısa film seçilir. Bu arada Trier uçak korkusu nedeniyle bütün filmlerini Avrupa’da çekmiştir. Üçlemelerle sinemaya merak ve canlılık getiren Trier “Avrupa” üçlemesiyle adından herkese söz ettirir. Breaking The Waves ile Cannes da Grand Prix ödülüne layık görülür. 1995’te babasının öz babası olmadığını öğrenir, öz babası ise kendisiyle görüşmeyi reddeder. Bu nedenlere bağlı olarak geçmişine karşı çıkarak Katolikliğe geçtiği iddia edilir. Filmlerinde ise Katolikliğin getirmiş olduğu bir ahlakçılıktan zaman zaman söz edilebilir. Ancak yarattığı durumun ve izleyicide uyandırdığı duygu sarsıntısının basit bir ahlakçılığın çok ötesinde olduğunu görmek gerekir. Dogma akımının kurucusu ve öğreticisi olarak da ardılı olacak yönetmenler için filmleri hazine değerindedir. 1991 yılında başladığı, Avrupanın farklı bölgelerinde her yıl sadece 3 dakikasını çektiği “Dimension” filmi, Trier’in eğer ömrü yeterse 2024 yılında tamamlanacak. Son olarak USA üçlemesi olarak yine Avrupa’da çekilen birinci film Dogville, ikincisi Manderlay, üçüncüsü ise henüz çekilmemiş olan ve belki de hiç çekilmeyecek olan Washington. Her ne kadar filmleri görünürde politik amaçla yapılmasa da ele aldığı konular bakımından, toplumun ekonomik ve politik ayrışmasını deşifre ediyor, hatta gözümüzün içine sokuyor.
Trier filmleri benzer mesajlar taşısa da, kurgu ve yönetmenin dehası her filminde ayrı bir tatla seyirciye sunuluyor. Trier izleyenleri filmin dışında tutmaktan ziyade onları harekete geçiriyor. Filmin içinde hissediyorsunuz kendinizi. Yaşananlara seyirci kalamama isteği son derece yoğun hissediliyor. Masumiyetin ve kötülüğün ne anlama geldiğini “bu kadar da olmaz” nidalarıyla izliyorsunuz her sahnede. Kapitalizmin acımasız yıkıcılığını, üretim ilişkilerinin insan ilişkilerini ne boyutta tükettiğini, insanı insanlıktan çıkartan vahşi duyguları tokat gibi yiyorsunuz suratınıza. Trier filmleri umut vaat etmiyor. Vahşi duyguların altında yatan maddi nedenleri es geçmeden belirgin bir şekilde altını çiziyor. Hem duygusal coşkunluğu hem de nedenselliği böylesine yoğun harmanlayan bir başka yönetmen daha işitmedim. Temelsiz duygu çarpışmalarıyla olağandışı tepkilere şaşırmıyorsunuz. Sömürü zincirinin getirdiği köpekleşen insanlar ordusunu gösteriyor yönetmen. Koşulların dayattığı efendi köle ilişkisi, insana ve iyiye ait duyguların yeniden inşa edilmesini olanaksız kılıyor. “Bir provakasyonun amacı insanları düşünmeye sevk etmektir. Eğer insanları provake ederseniz, onlara kendi düşüncelerini açıklama olanağı veririsiniz” diyor Trier. Bu düşünceyle hem filmin kahramanı, hem de izleyen provoke ediliyor. Gizli kalmış düşünceler, duygusal çatışkılar saklandığı yerden dışarıya taşıyor, fışkırıyor. Trier filmlerini izlerken, yönetmenin tesadüfi bir yaratıcılıktan ziyade, yıllar öncesinden başlayan bir kurgunun son halkasında izleyicinin olduğunu ve filmin izleyicide bıraktığı hissin bile kurgulandığını hissediyorum.
Film az önce de bahsettiğim gibi baştan sona bir tiyatro sahnesinde geçiyor. Dogville kasabasındaki evler, dükkanlar, çitler ve hatta çiçekler tamamen tebeşirlerle çizilmiş. Filmi bu denli gergin yapan belki de hemen hemen bütün dialogların fısıltı şeklinde geçmesi. Mutluluğu, acıyı ve hatta çığlığı bile fısıltılarla işitiyoruz. Baş rolde mükemmel oyunculuğuyla Nicole Kidman, Grace (Merhamet) rolünde karşımıza çıkıyor. Bu film için Nicole Kidman’ı da es geçmemek gerek. Aşmış performansıyla bütün film boyunca sarılasınız geliyor kendisine. Filmde Grace mafyadan kaçıp Dogville kasabasına sığınır. Ancak bu mafyanın gücü devlet yetkesinin bile üstündedir. O yüzden kimsenin yolunu bile bilmediği bu kasabada bile Grace’in sığınması kasabalılar için büyük bir risktir. Oylama yapılır ve Grace günün belirli saatlerinde kasaba halkına yardım etmek koşuluyla köyde sığınmaya başlar. Ancak işler zamanla değişmeye başlar. Başta fedakar görünen kasabalı, gün geçtikçe Grace’den daha çok şey istemeye başlar, hatta bir insan olarak verebileceği her şeyi.
Filmde görüntüyü sınırlayan, duvar ve kapı gibi dekorlar yok. Olabildiğince insan var. Görüntüdeki durağan, gergin ve fısıltılı dialoglara fondaki insanların habersiz davranışları eklendiğinde, her bir karakterin ayrı bir hayatı ve onları ilgilendiren ayrı konuları olduğu gerçekliğine daha iyi varıyoruz. Aslında sinemada gerçekliği yansıtabilmek için önemli bir ayrıntı, zira gerçek hayatta baş rol insanın kendisidir. Duvarların olmaması, zaman zaman izleyicinin gergin bir bekleyişine yol açabiliyor, çünkü, ne zaman görecek yada görecek mi hatta, benim gördüğümü oyuncuda görüyor mu gibi soru işaretleri oluşabiliyor. Hele bir tecavüz sahnesi var ki inanılmaz gergin bir hal alabiliyor insan. Özellikle tiyatro sahnesinin sinemayla olan buluşmasının, insanı ne hale getirdiğini bu sahnede dank diye anlıyorsunuz.
Filme yapacağımız eleştiri doğal olarak Trier filmlerinin umutsuz son fetişizmine olacak. Durumun tahlilini net bir şekilde ortaya koyduktan sonra bu filmde de diğer filmlerinde olduğu gibi her şeyi berbat eden bir son çıkıyor karşımıza. Yönetmenin bir diğer başarılı filmi olan Dancer In The Dark’taki “artık görülecek ne kaldı ki” vurgusu Dogville’de de yapılıyor. Yani bu kadar iyi özetlenmiş bir konunun, bir o kadar yanlış olan karara bağlanmasına insan sevinse mi üzülse mi bilemiyor. Belki de yönetmenin dinsel tercihi bizim “ama neden” sorumuzun altında yatan ana nedendir. Her şeye rağmen ölmeden yapılacak yüz şeyden birisi bu filmi izlemektir.


Homo homini lupus
(ims)

Hiç yorum yok: