31 Mart 2010 Çarşamba

Filistin Sorunu ve Ortadoğu'da Hegemonya Mücadelesi

Ortadoğu'da ABD ve onun küçük ortağı konumundaki Türkiye'nin stratejik hedeflerinin önüne bir kez daha İsrail engeli çıktı. Mart ayının başlarında İsrail devletinin İbrahim Camisini Yahudi kültürünün parçası olarak gören bir karar çıkarmasını, Mescid-i Aksa’ya bitişik bir sinagogun açılması ve o civarda bir başka sinagogun inşa edilmesi takip etti. Yine İsrail'in, Batı Şeria’daki yerleşimleri geçici olarak durduracağına dair verdiği sözü, Kudüs’te 1600 yeni konutun inşaatı ilanı izledi. Bu yaşananların ardından başlayan gösterilerde İsrail her zaman olduğu gibi birkaç kişiyi öldürdü. Bugün gelinen noktadaysa, başta ABD olmak üzere Ortadoğu dörtlüsünün (ABD, Rusya, BM ve AB) kınamaları sonucu Kudüs'te geçici bir sakinlik oluşmuş durumda.


Obama'nın seçim vaatlerinden birisi olan 'Filistin Barışı' ile ona giden yolda İsrail'in yeni yerleşimleri durdurması ve Filistin'le ikili görüşmelere yeniden başlaması yönündeki çabaları, Gazze işgalinin üzerinden bir yıldan fazla bir zaman geçmeden atılan adımlarla birlikte yeniden çıkmaz sokağa girmiş oldu. İsrail'de faşistleri de kapsayan koalisyon hükümetinin ve İsrail devletinin varlık koşulunun, ABD'nin bölgede sağlamaya çalıştığı istikrar politikasıyla çatışacağı şüphesizdi. ABD bir yandan dışta Irak'a “barış” getirip tamamen çekilerek ağırlığını Afganistan'a vermeye çabalarken, içte de Obama'nın sağlık reformuna kilitlenmiş durumdaydı. Özetle ABD, ne içeride ne de dışarıda elinin sağlam olduğu bir dönemde. Bunu da fırsat bilen Siyonist İsrail devleti, Filistin'de yayılmaya ve Filistin halkını haritadan silmeye yönelik uzun erimli politikasını sürdürdü.

ABD ve İsrail-Türkiye ilişkileri
Fiilen 20. yüzyılın başlarından itibaren adım adım ilerleyen Siyonizm projesi, uygun koşulların oluşmasıyla birlikte, II. Dünya savaşının ardından emperyalist devletler ve SSCB bürokrasisi arasında yapılan anlaşma çerçevesinde 1948 yılında İsrail devletiyle taçlanmıştı. Aradan geçen 62 yıl, İsrail'in işgal, savaş ve katliamlarla genişlemesine, karşısına çıkmaya çalışan Arap devletlerini hizaya getirmesine, Filistin ulusal kurtuluş mücadelesinin ve paralelinde FKÖ-El Fetih'in yükselişine ve en sonu iflasına sahne oldu.

ABD ile İsrail arasındaki stratejik ortaklığın İsrail'in kuruluşuna kadar gittiği ve bölgede ABD'nin ileri karakolu rolünü oynadığı herkesçe biliniyor. Ancak İsrail, ABD ne isterse yapacak bir maşa olmadığını da bugüne kadar defalarca gösterdi. Bunun arkasında ABD'deki Yahudi lobisinin ağırlığının olduğunu ve bu gücün birçok kez ABD başkanlarını aştığını gördük. Bugün de, ABD her ne kadar yeni yerleşim planının açıklanmasına tepki göstermiş olsa da, ortada ilişkileri koparacak kadar bir gerginliğin olduğunu düşünmek hayal olur. Bu yöndeki iddialara yanıt da zaten gecikmedi. Önce ABD’nin Dışişleri Bakanı Clinton, ardından da Başkanı Obama, “İsrail ile sarsılmaz bağlarımız var” açıklamasını yaptılar. ABD ile İsrail arasındaki bu organik ilişki, yazının başında da ifade ettiğimiz gibi, ABD'nin İsrail'e kimi dayatmalarda bulunmasını engelliyor; İsrail de, ABD’nin bölgedeki hedeflerinin önüne (özellikle Türkiye ile birlikte gerçekleştirilmeye çalışılanlara) taş koyuyor.

Bu arada, Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler de, ABD’nin, bu iki önemli müttefiki arasında kalmasına yol açacak şekilde geriliyor. Erdoğan’ın Davos “çıkışı”nın ardından sürekli artan bu gerginliğin son ifadesi, Başbakan’ın Libya’nın Sirte kentinde toplanan Arap Birliği Zirvesi’nde İsrail’i hedefleyen konuşması ve İsrail’in “Ermeni Soykırımı”nı tanıyan bir karar alma yönünde sinyaller vermesi oldu.


Peki, İsrail'in kuruluşunu ve

on yıllardır süren terörist çizgisini Türkiye'nin uzun yıllar desteklemesi ve bunun son yıllarda değişmiş olmasıyla ortaya çıkan Türkiye-İsrail gerginliğinin arkasında ne yatıyor? Öncelikle, Türkiye'nin 1945 sonrası ABD'yle girdiği stratejik birliğin doğal sonucu olarak bölgede İsrail'le de yakın müttefik olmuştu. Aynı zamanda bu yıllar içerisinde Türkiye'nin bölgeye asıl olarak “komünizmle mücadele” ve Kürtlerle sınırlı bir ilgisi vardı, ekonomisi de ulusal kalkınmacı bir rota izliyordu. Üretimin 1970'lerden itibaren küreselleşmesi ve ardından Doğu Bloğu'nun çözülüşüyle beraber, 12 Eylül'ün ardından küresel kapitalizmle bütünleşmeye başlayan Türkiye'nin önceki konumu da giderek yön değiştirdi. Artık içe kapalı ve SSCB tehdidi altında yaşayan bir Türkiye değil, tamamen dışa açılmış, özellikle Ortadoğu'da ekonomik ve siyasi olarak at koşturmaya başlamış bir Türkiye burjuvazisi var. Türkiye'nin önünün açılmasında Irak işgalinin de önemli rolü olduğu bir gerçek. [1]

Türkiye'nin Ortadoğu (Kürt ve Suriye) ile Kafkasya (Ermenistan) açılımlarının ve bölgedeki birçok ülkeyle vizeleri kaldırarak ekonomik-siyasi ilişkilerine hız vermesinin ardında yatan temel dürtünün de, küresel sermaye ile Türkiye burjuvazisinin bölgeye dair ortak bir programda birleşmeleri olduğu çok açık. Elbette Türkiye'nin bu programa dahil olabilmesinin en önemli sebebi, Türkiye kapitalizminin son 25-30 yıllık süreçteki hızla gelişmesi ve küresel kapitalizme eklemlenmesidir. Türkiye'nin bölgedeki en güçlü devletlerden biri haline gelişi ve bunu İsrail gibi kaba kuvvet yoluyla değil, aksine ekonomik ve siyasi ilişkileri geliştirerek yapıyor oluşu, onu küresel sermayenin bölgedeki en önemli ve en güvenilir müttefiki yapıyor.

Ancak İsrail'in, Türkiye'nin bu rolünü üstlenebilmesinin mümkünsüzlüğüyle birleşen, devletin ve bugünkü hükümetin de baştan sona ulusalcı-dinci karakteri ve içe kapanıklığı söz konusu. Hal böyle olunca bir tarafta küreselleşmenin gerekliliklerini yerine getiren “barışçıl” yollarla bölgede adım adım ekonomik ve siyasi bir hegemonya kuran Türkiye devleti ile giderek yalnızlaşan ve sertleşen bir İsrail devleti mevcut. Türkiye, İsrail'in düşmanlarıyla, başta İran olmak üzere Suriye, Lübnan ve Ürdün'le ilişkilerini dostça ilerletir ve Filistin'in hamiliğine soyunurken, İsrail savaşlar ve savaş tehditleriyle varlığını sürdürüyor.

İşte tüm bunlar, Erdoğan'ın Davos çıkışını, Ocak ayında yaşanan “alçak koltuk gerginliği”ni ve en sonu İsrail'in Filistin politikasını sürdürmesini açıklıyor. Başta da belirttiğimiz gibi, ABD'nin İsrail politikasındaki elini kolunu bağlayan “iç durumu” onu İsrail'e geri adım attırma konusunda oldukça zorluyor. ABD, aynı zamanda, Irak'ta ve Filistin'de istikrarın sağlanması ve sermayenin önünün açılması planlarında başlıca rolü Türkiye'nin üstelebileceğinin de farkında. Eğer bunlar sağlanabilirse, ABD, asıl ağırlığını Afganistan'a verme niyetini de hayata geçirebileceğini düşünüyor. Ancak bugünkü duruma baktığımızda bu hesapların büyük kırılmalara açık olduğunu tespit etmemiz gerekir.

Türkiye'nin iç politikasında büyük kırılmalar yaşanmaz ve “bölgesel açılımlar”; yani, burjuvazinin küreselleşmeci politikaları ve Ortadoğu'ya yayılımı sürdürülürse İsrail ile olan ilişkilerin giderek daha da kötüleşeceğini ve bunun müttefik görünen bu iki ülkeyi çok daha sert çatışmalara sürükleyebileceği unutulmamalı. Çünkü, egemen sınıfların bölgeye dair çıkarlarının çatışması söz konusu olduğunda, diplomatik savaşın yerini orduların savaşı pekala alabilir. İsrail’in ve Türkiye'nin asla bu noktaya gelmeyeceğini ileri sürenlere karşılık bunun akılda tutulması gerekliliğini ve bu sonucun doğma ihtimalinin tek sebebinin kapitalizm ve egemen sınıfların çıkarları olduğunu vurgulamak gerekiyor.

Filistin Sorununun Çözümü
Yukarıdaki değerlendirmeler, Filistin sorununun ulusal bir çözümünün mümkünsüzlüğünü de ortaya koyuyor. Dünyadaki ulusal kurtuluşçu hareketlerinin birer birer iflas ettiği 1980'lerin sonu ve 1990'lara denk düşen Filistin Kurtuluş Örgütü'nün (FKÖ) iflası ve onun dinci alternatifi Hamas düşünüldüğünde bugün Filistin halkının burjuva önderlikler eliyle de kıstırıldığı bir gerçektir. 1969'da “laik demokratik Filistin” programını beninmseyen FKÖ, bu tek devletli burjuva çözüm önerisi çerçevesinde mücadelesini 1988'e kadar sürdürdü. Diğer ulusal kurtuluşçu burjuva örgütlerde de olduğu gibi FKÖ'nün rotasını değiştirmesi önderlerinin ihanetinden değil; üretimin küreselleşmesiyle birlikte “anti emperyalist”, ulusal korumacı bir burjuva ulus devletin kurulmasının maddi temellerinin ve SSCB'nin çöküşüyle birlikte iki büyük güç arasında oynama şansının altının oyulmasından kaynaklanıyor. İşte bu yüzden, “iki devlet” sözde çözümüne sarılan ve SSCB'nin çöküşüyle birlikte burjuva karakterini gizleme gerekliliği ortadan kalkan FKÖ hızla emperyalistlerin politikasına uyarlandı. Bu çerçevede 1993'teki “Oslo Barışı”yla beraber Batı Şeria ve Gazze'de bir bütün olarak İsrail'in kontrolünde olan bir Filistin Yönetimi ilan edildi.


Aradan geçen yıllarda 
emperyalistlerin birçok “çözüm” önerisi geldi, ancak hepsi de “iki devletli çözüm”le, yani çözümsüzlükle sınırlı. Aynı şekilde İsrail, boşaltma sözü verdiği yerleri boşaltmak bir yana yayılmasını sürdürüyor. FKÖ ve onun ana bileşeni El-Fetih de bu yıllar içerisinde yolsuzlukla ve baskıyla damgalanan bir politika izledi ve Filistin halkının haklı nefretini kazandı. Ulusal kurtuluşçu örgüt, elde ettiği ekonomik ve siyasi ayrıcalıkları korumak ve Filistin burjuvazisinin çıkarlarını savunmak için Filistin halkının ezilmesinde bugün başrolü oynuyor.


Diğer taraftaysa Hamas'ı görüyoruz. İsrail'in Lübnan savaşındaki direnişi nedeniyle Hizbullah'a yapılan övgüleri 'sol'un bir kesimi tarafından, Gazze savaşı nedeniyle Hamas'a yapılan övgüler izledi. Kimileri bu örgütlerin anti-emperyalist olduğunu söylecek kadar pervasızlaşmış durumda. 1987'de kurulan Hamas, FKÖ'nün halk içindeki büyük etkisini kırmak amacıyla ABD ve İsrail tarafından desteklenmiş ve büyük ölçüde önü açılmıştı (Afganistan'da da El Kaide'yi hatırlayın). Bugün gelinen noktada Hamas'ın seçimleri kazanacak bir güce kavuşabilmesinin arkasında, FKÖ'nün izlemeye başladığı teslimiyetçi ve işbirlikçi politikanının önemi asla yadsınamaz. Hamas, ABD ve İsrail'in güdümünden çıkmış ve bugün asıl olarak İran'ın desteğini alan küçük burjuva radikal İslamcı bir örgüttür. Ancak onun “radikal”liği Yahudi düşmanlığı ve terörist saldırılarından öteye bir anlam ifade etmiyor; o da aynı FKÖ gibi, Filistin burjuvazinin bir kanadının siyasi-askeri örgütüdür ve Gazze'de bugün siyasi gericilik egemendir. Hamas'ın da aynı FKÖ gibi emperyalistlerle uzlaşmaya dünden razı olduğu gerçeğini unutmamak gerekiyor.

Tüm Musevilerin Filistin'den sınırdışı edilmesiyle kurulacak bir Filistin devletini savunan Hamas örgütünü desteklemenin, Siyonist ırkçılığa karşı tersten bir ırkçı-dinci burjuva politikasına destek vermek olacağı ortada. Her iki örgütün de çözüm diye sundukları programların yalnızca çözümsüzlüğü ve Filistin halkının ezilmesinin devamlılığını sağlayacağı gerçeği kimilerini umutsuzluğa düşürebilir. Halbuki bu durum, tam aksine, gerçek çözümün anahtarını vermektedir. Bugüne kadar gerçekleşen iki intifada (1987, 2000) incelendiğinde, Siyonist burjuvaziyi ve emperyalistleri tek korkutan şeyin Filistinli emekçiler ile İsrail işçi sınıfının ortak mücadelesi olduğu görülecektir. Bu sağlandığında, kapitalist yayılmacı amaçları doğrultusunda Filistin halkının hamiliğine soyunan Türkiye devletinin de gerçek sınıfsal yüzünü gösterip emperyalistlerin ve Siyonizmin yanında yer alacağı şüphesiz. Filistin sorununun tek gerçekçi çözümü, bir bütün olarak tarihsel Filistin topraklarında (İsrail, Ürdün, Filistin Özerk Yönetimi) yaşayan Müslümanların, Musevilerin ve Hristiyan Arapların eşit siyasi birliğinden geçer. Bunu da yalnızca, sözkonusu halkların işçileri sağlayabilir. İşte o zaman yalnızca Siyonist İsrail devleti değil, Filistinli milliyetçi ve dinci burjuva örgütlerinin de işçi sınıfının karşısına çıkacağını söylemek tarihteki onlarca örneğe baktığımızda kahinlik olmaktan çıkar. Yalnızca dini ve ulusal bölünmeyi reddeden Marksist bir partide sağlanabilecek bu birlik çerçevesindeki mücadele Filistin devrimiyle sınırlı kalmayacak ve tüm Ortadoğu'yu kucaklayacaktır.

[1] http://sss-sosyalizm.org/sosyalizmden/israil_turkiye_krizi.asp


Yusuf Ateşçi

Hiç yorum yok: