31 Mart 2010 Çarşamba

İlk Söz Yerine

İktisat-Siyaset’in 14. sayısı yine alışık olduğumuz üzere yoğun ülke ve dünya gündeminin içine doğuyor. Hal böyle olunca, öne çıkan gündem maddelerine dair kapsamlı değerlendirmelere yer verme çabası, zaman zaman bazı gelişmeleri hak ettiği biçimde ele alamama sorununu doğuruyor bizler için. Bu durumun imkanlar ölçüsünde giderilmeye çalışıldığını ifade edelim ve anlayışla karşılanacağına dair inancımızın tam olduğunu belirtelim.

Diğerleri gibi, İ-S’nin yeni sayısı da egemenlere ve onların çığırtkanlarına karşı yükseltilmiş bir karşı ses olma, “bizim” sesimiz olma işlevini elle tutulur hale getirmeye çabalıyor aslında. Kolektif bilincimizin ve ortak emeğimizin, bir anlamda hepimizin ürünü İ-S’ye, yazıları, öyküleri, şiirleri ve çizgileri ile katkı sunan herkese teşekkür ediyoruz, varoluşlarıyla umudumuzu ve azmimizi arttırdıklarını bir kez daha vurguluyoruz.


İ-S’nin ilerleyen sayfalarında daha geniş biçimde yer bulan ya da bu sayıda yer veremediğimiz bir çok gelişme olduğunu söyledik. Eksik de olsa bir özet niteliğinde alınabilecek bu metinde, gündemin bazı satır başlarını vermeye çalışalım. İçeride yaşanan gelişmelere dönmeden önce dışarıda neler olup bittiğini kısaca hatırlatmakta fayda olabilir. Örneğin kapı komşumuz Yunanistan’da, küresel ekonomik krizinin şiddetli etkilerinin yol açtığı alt-üst oluşları yakından izleme şansına sahip olduk. İktidardaki sosyal-demokrat hükümetin başını ağrıtan ekonomik krizin faturası, her yerde olduğu gibi Yunanistan’da da işçi ve emekçilere çıkarılmak isteniyor. Bu durumun önümüzdeki yılları da kapsayan “tasarruf tedbirleri” ile açığa çıkarıldığını görüyoruz. Henüz topyekün bir kalkışmaya evrilmemiş, sendikaların ağırlığı altında kaldıkça da evrilmesi zor görünen grevler, gerçek anlamda bir toplumsal alt-üst oluşun ne denli büyük etki yaratacağının kanıtı olarak görülmeli. İşte tam da buradan hareketle AB’nin, hem Yunanistan’a yönelik tutumu, hem de kendi içindeki ayrışmalar daha anlamlı hale geliyor. Yaşanan gelişmeler neticesinde bir kez daha görüldü ki kapitalizm üzerinde yükselen bir Avrupa’nın gerçek anlamda birliği mümkün değil, kurulan suni birlik de ulusal çıkarlar söz konusu olduğunda kolayca düşmanlığa ve çatışmaya dönüşüveriyor. Yunanistan konusunda bir değerlendirmeyi ilerleyen sayfalarda bulacaksınız.

Öte yandan ABD’nin dış gündemini Ortadoğu’daki işgaller, Irak’ta seçimler, İran’ın nükleer programı ve Filistin-İsrail meselesi oluştururken, iç gündem ise Sağlık Reformu’na odaklanmıştı. Amerikan rüyasından çok geç uyananların, Obama üzerine kurdukları hayalleri tekrar gözden geçirmek zorunda kaldıkları bir dönemde Sağlık Reformu’nun yasalaşması, yeni bir propaganda aracına sahip olmalarını sağladı. Kimilerinin “sosyalist” ilan ettikleri Obama –ki bu şaka ise bile hiç komik değil- seçim öncesi vaatlerinden biri olan Sağlık Reformu’nu zor da olsa yasalaştırmayı başardı. Sağlık Reformu’nun ABD ekonomisi için nasıl bir zorunluluk haline geldiğini, karşıtlarının kopardığı onca gürültüye rağmen bir miktar törpülenerek de olsa nasıl gündeme alındığını unutmamak gerek. Bu noktada ABD gibi, sermayenin hiçbir yerde olmadığı kadar özgürce hüküm sürdüğü bir ülkede, sağlık sisteminin “sosyal devlet” kavramı ile ilişkilendirilebilecek bir şekilde yeniden düzenlenmesinin altında yatan ekonomik nedenlerin üzerinden atlanmaması gerektiğini söyleyelim. Bu ciddi bir yanılsamaya neden olabilir. ABD bütçe açığını kapatma yönünde, sermayenin uzun erimli çıkarlarının bir ürünü olarak geçirilen bu yasa, aynı zamanda dünya ekonomisindeki karmaşaya hız verecek, diğer ülkelerin de devletçi müdahalelerini artırabilecek ve sonuç olarak büyük kırılmaları hızlandırabilecek dinamikler taşıyor.

Filistin ve İsrail arasındaki ilişkilerin yeniden alev aldığı son günlerde, siyonist İsrail Devleti’nin eylemlerinin yıkıcı etkilerinin, Filistin’de yeniden ve daha güçlü bir biçimde örgütlenmeye çalışılan direnişin ayrıntılarına, ABD’nin ve Türkiye’nin bu noktada oynayacakları kilit role ilişkin detayları içeren bir değerlendirmeyi de yine ilerleyen sayfalarda bulabileceksiniz.

“İçeriye” döndüğümüzde ise geçtiğimiz ay yaşanan bir çok gelişmeye karşılık, gündemin Anayasa tartışmalarına yoğunlaştığını görüyoruz. Bu tartışmalara değinmeden önce Newroz’a ve açılımlara ilişkin birkaç söz söyleyelim. Newroz bu yıl da, her yıl olduğu gibi çoşkuyla ve geniş katılımla kutlandı. Geçen yıllardan farklı olarak devlet tarafından herhangi bir provokasyona girişilmemiş, tüm illerde Newroz kutlamalarına izin verilmiştir. Bunun hem tıkanmış gibi görünen, fakat burjuvazi için vazgeçilmez olan açılım süreci ile, hem de AKP’nin Anayasa Taslağı’nın meclisten ya da referandumdan geçmesinin BDP’den alacağı desteğe bağlı olması ile doğrudan ilişkilendirmek mümkün. Bu, geçmiş Newroz’larda Kürt halkının üzerinde nasıl bilinçli olarak baskı uygulandığının, çatışma ve ölümlerin kimlerin özel organizasyonlarıyla gerçekleştirildiğinin de kanıtıdır.

Ermeni Açılımı’nda ise egemenlerin geldiği son nokta “Göçmen İşçiler Dışarı!”dır. AKP demokrasisinin; iki yüzlü sermaye demokrasisinin gidebildiği yer anormal tepkisellik ve ilkel milliyetçi şovenizm noktasıdır. Bu konudaki tavrımızı gerek bir bildiri metni ile gerekse daha geniş kapsamlı bir başka değerlendirme metnini yayınlayarak ile ilerleyen sayfalarda okuyucuya sunuyoruz.

Anayasa tartışmalarına dönelim şimdi de; AKP’nin uzun süredir gündeminde olan fakat bir türlü eyleme dönüştüremediği Anayasa değişikliği aslında tam da onun elinin içeride ve dışarıda yaşadığı çelişkiler nedeniyle güçsüzlediği bir zamana denk geldi. Yalnız AKP’nin değil, neredeyse bu topraklarda yaşayan herkesin ortak talebi haline gelen darbe Anayasası’nın değiştirilmesi konusunda egemenler arasında bir uzlaşmazlık yaşandığı ortada. AKP, meclisteki muhalefet başta olmak üzere çeşitli sivil toplum kurumları, sendikalar ve patron örgütleri ile görüşme ve “Anayasa Paketi”ne destek arayışı içinde. Hazırlanan taslakta değişiklik yapabileceklerini ifade eden başbakan ve diğer AKP sözcüleri, bazı maddelerde uzlaşmaz tavırlarını korurlarken, CHP kendi alternatif Anayasa paketini ortaya atıyor ve AKP’nin hazırladığı Anayasa üzerinden bir uzlaşma gerçekleştirmeyeceğini ifade ediyor. Özellikle HSYK’da ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısında meydana gelecek değişikliklere tepki gösteren CHP, zaten mevcut hali ile siyasal olan hukukun, AKP lehine siyasallaşmasından tedirgin. MHP ise Anayasa değişikliğine ihtiyaç olduğunu kabul ediyor fakat bunu yeni hükümete bırakmak gerektiğinde diretiyor. Bu noktada AKP ile uzlaşmaya en yakın parti olan BDP ise seçim barajının düşürülmesi, siyasi partilere hazine yardımı gibi konuların yanı sıra AKP’nin hazırladığı taslakta değinilmeyen ana dilde eğitim ve Anayasal vatandaşlık gibi talepleri ortaya atıyor. Patronlar birliği TÜSİAD’ın da hazırlanan taslaktan tatmin olmadığı anlaşıyor. AKP’nin Anayasa taslağında tartışma konusu olan bir diğer konu ise kamu emekçilerinin çalışma ve sendikalaşma hakları ile ilgili. AKP taslağında komik bir biçimde kamu emekçilerinin toplu sözleşme hakkından bahsediliyor fakat grev hakkı tanımayan bir toplu sözleşme hakkı bu. Dolayısıyla hiçbir bağlayıcılığı olmayan, kağıt üzerinde kalmaya mahkum bir haktan bahsedilebilir ancak.

Burjuva medyadan kolaylıkla takip edilebilecek bu olguları sıraladıktan sonra meselenin özüne dönmekte fayda var. AKP’nin derdi yeni, (burjuva anlamda dahi) demokratik bir Anayasa değil, zaten delik deşik edilmiş darbe Anayasası’nın bazı maddelerinin uluslararası sermayenin ve onun sözcüsü olarak kendisinin çıkarları ile örtüşür biçimde değiştirmektir. Ondan bunun ötesini beklemek de bu koşullarda akılcı değildir. O, adına konuştuğu sınıfın çıkarlarını savunmakla yükümlü, biz ise gerçekleri tüm çıplaklığı ile sergilemekle. Anayasa taslağının meclisten geçip, geçmeyeceğini şimdiden tahmin etmek mümkün görünmüyor fakat eğer meclisten geçmezse referandum gündeme gelecek. İşte o vakit bize sunulacak iki seçenekten birini, yani ya Darbe Anayasası’nı ya da Darbe Anayasası’nın revize edilmiş halini desteklemeyi reddedeceğiz. Bir yanda darbe Anayasası'na sarılan, diğer yanda ise “demokrat” görünümlü, fakat darbenin ürünü olduğunun farkındalığı ölçüsünde o Anayasayı törpüleyerek sürdüren burjuva partilerin sınıfsal yüzlerini ifade edeceğiz. İşçi sınıfının ve tüm ezilenlerin haklarını içerecek bir anayasayı savunacağız; bunun yalnızca işçi sınıfının mücadelesiyle elde edilebileceğinin bilinciyle. Ekonomik tabanı ve bütün üst yapıları ile kapitalizmin insanlığa maliyetini ifade edip, gerçek demokrasinin maddi temellerinin nerede olduğunu anlatacağız.

Nisan gündeminin ne derece yoğun
olacağı, Nisan’ın işçi ve emekçiler açından, sistemle hiçbir çıkar ortaklığı olmayan insanlığın ezici çoğunluğu açısından ne derece sancılı geçeceği bu günden görünüyor. Çünkü tarih egemenler tarafından yazılmaya devam ediyor. Ama Nisan aynı zamanda Mayıs’ın ön günüdür. 1 Mayıs, işçi sınıfının uluslararası birliğinin somutlanması ve üretimden gelen gücü ile işçi ve emekçilerin, üzerinde yaşadığımız gezegenin gerçek yaratıcısı olduklarının bilincine varıldığı gündür.

Yeni bir dünya özlemiyle uyanılan sabahların, yeni bir dünya gerekliliğine dair inancın bilince çıktığı akşamların sonsuza kadar sabretmeyeceğini biliyoruz. Egemenlerin yazdığı tarihi değiştirme ümidinin kabaracağı bir 1 Mayıs’ta, alanlarda buluşmak üzere…
İ-S

Hiç yorum yok: