Ocak sayımızın ardından 13. sayımızı sizlerle paylaşıyoruz. Bu sayının Şubat-Mart olarak yayınlanmasının sebebi, tahmin edileceği üzere araya “şubat tatili”nin girmiş olması. Böylece elinizdeki sayıda, son bir buçuk ayda öne çıkan oldukça fazla gelişme içerisinden ele alabildiğimiz konuları bulacaksınız.
İçeride ele alamadığımız kimi konularıysa bir kez daha, kısaca bu bölümde ele almak niyetindeyiz. Ortadoğu'da, Davos zirvesinde yaşanan tartışmalar ile açığa çıkan Türkiye-İsrail gerginliği geçtiğimiz haftalarda bir kez daha öne çıktı. Daha önceki sayılarda da Türkiye'nin, bölgesinde yükselen gücü ve netleşen konumuna dikkat çekmiştik. Türkiye burjuvazisinin, emperyalist dostlarıyla beraber bölgedeki çıkarlarını geliştirdiğini ve bu yöndeki politikalarına ağırlık verdiği bir sır değil. Hal böyle olunca, bölgenin en güçlü devletlerinden ikisi olarak İsrail ile Türkiye'nin, on yıllara yayılan müttefik geçmişlerine rağmen karşı karşı gelme ihtimalinin ortaya çıktığı bir dönemden geçiyoruz. Köprülerin atıldığını ve artık düşman olduklarını söylüyor değiliz. Evet, hala müttefikler, stratejik ittifak hala devam etmekte.
Ancak hiçbir şey eskisi gibi değil. Türkiye burjuvazisinin bölgeye dair artan iştahı, Filistin meselesindeki tutumunun da sebebi. Öyle ya, İsrail’i ilk tanıyan devletlerden biri olma ünvanıyla Türkiye, Siyonist devletin Filistin katliamını da on yıllardır selamlıyordu. Fakat bugün Türkiye egemen sınıfı, geçmişteki konumundan çok daha farklı bir noktaya gelmiş durumda. “Açılım” çerçevesinde, bölge ülkeleriyle vizeler birer birer kalkmakla kalmıyor, sermaye yatırımları ve ikili ilişkiler de hızla geliştiriliyor. Dolayısıyla Türkiye bugün Arap toplumunda da “önder” ülke olarak algılanmaya da başlandı. Sonucu ise biliyoruz, İsrail'in Ortadoğu'da hegemonya mücadelesinde Türkiye ile karşı karşıya gelmesi... Bugün nüve haline olan İsrail-Türkiye ayrışması, içinden geçtiğimiz ekonomik kriz, önümüzdeki savaşlar ve iki ülke egemen sınıflarının çıkarları doğrultusunda derinleşmeye gebe. Fakat tam tersi bir durumu da tamamen dışlamamak gerekiyor.
Bununla beraber, sessiz sedasız Afganistan'daki Türk birliklerinin çatışmalara katılmaya başladığı haberini aldık geçtiğimiz haftalarda. Böylece, Genelkurmay başkanlığının ve hükümetin “askerlerimiz yalnızca Afgan halkına yardım için oradadır ve çatışmaya girmeyecektir” söylemlerinin kofluğu ortaya çıkmış oldu. Türkiye ordusunun da, aynı diğer ordular gibi Afganistan'da işgalci bir güç olduğu gerçeği hala görmek istemeyenler için dahi açığa çıktı.
Emperyalist işgallerin hızla yayıldığı ve emperyalist arası çelişkilerin keskinleştiği bir dönemden geçiyoruz. Önce Yemen'deki savaş haberi geldi. Burada ne yazık ki ayrıntılı olarak ele alamayacağımız bu süreç halen devam ediyor. Yılbaşında bir Nijeryalı'nın “uçağı havaya uçurmak üzereyken” yakalandığı haberi dünya basınında gündeme taşınmıştı. Sonra bu Nijeryalı'nın El Kaide'nin Yemen koluna üye olduğu “anlaşıldı.” Tesadüfe bakın ki bunu, ABD ve Britanya'nın Yemen'de “terörizmle mücadele” edilmesi gerektiği yönündeki açıklamaları ve Suudi Arabistan'ın Yemen'de sürmekte olan çatışmalara müdahalesi izledi. Yemen'de emperyalist çıkarların bahanesi yılbaşında yaratılmıştı. Somali'nin karşısında bulunan Yemen de, enerji kaynaklarından, enerji yollarının geçiş noktası ve deniz ticaretinin merkezi oluşu sebebiyle sahip olduğu stratejik konum emperyalistlerin iştahını kabartıyor. Bu müdahalenin bir diğer ve önemli nedeni de, İran'ın bölgede artan etkisi.
Bu gelişmeleri, Afrika ülkesi Nijer'deki askeri darbe izledi. Eski bir Fransız sömürgesi olan Nijer dünyanın en yoksul ülkelerinden birisi, ama aynı zamanda dünyanın en büyük üçüncü uranyum kaynağına sahip ülke olma özelliğine sahip. Dolayısıyla, sömürgecilikten kurtuluşundan bugün başta Fransa olmak üzere emperyalistlerin güdümünde olan Nijer'deki bu darbenin arkasında yatan neden de açığı çıkıyor. Cumhurbaşkanının görev süresini uzatma adımını Anayasa Mahkemesi'nin reddetmesinin ardından, Anayasa Mahkemesi'ni kapatıp, parlamentoyu feshetmiş olması darbenin sebebi olarak sunulmuş olsa da gerçek neden kapitalist çıkar çatışmasına dayanıyor. Çinli ve Kanadalı yatırımcıların ülkeye çağrılması ve İran’la yapıldığı iddia edilen uranyum anlaşması, darbenin arkasından CIA'in olduğu yönündeki tahminleri destekliyor.
Asya ve Afrika'da emperyalist çatışmalar yayılırken Türkiye'de süregiden burjuva sınıf içi çatışma farklı bir aşamaya ilerliyor. Önce savcılar arası gerginlik ve HSYK'nın müdahalesi gelmişti. Bir süredir devletin dönüştürülmesi operasyonunu sürdüren AKP hükümeti ile karşı saftaki ulusalcı bürokrasi bu olayda ilk kez net bir şekilde karşı karşı geldiler. Hukuk tartışmaları ekseninde yürüyen bu süreç, gerçekte sınıf içi çatışmanın dışa vurumundan başka bir şey değildi. Bunu, bir süredir dillendirilen anayasa paketi ve yargıda reform söyleminin daha sık ifade edilmesi izledi. AKP hükümeti böylece, ordu ve diğer devlet kurumlarında sürdürdüğü ve bizim özetle küresel sermaye ile Türkiye burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda atılan adımlar olarak ifade ettiğimiz yapısal değişimi yargıya da taşımak niyetinde. Buna anayasayı da değiştirme niyetini eklediğimizde, özellikle AKP'nin son aylardaki güç kaybını da hesaba kattığımızda, gerçekleşme ihtimali üzerinde düşünmek gerekiyor.
'Balyoz darbe planı' iddiası çerçevesinde, eski kuvvet komutanlarının gözaltına alınmasına gelince; bunu da, Ergenokon operasyonlarıyla başlayan yapısal değişimin üst boyutta bir devamı olarak özetlemek mümkün. Türkiye devleti, burjuvazinin programı çerçevesinde gelecek dönemler için yapısal bir değişimden geçmekte. Ordunun siyaset üzerindeki baskın rolü bu son süreçte oldukça törpülenmiş durumda. Bu noktada, Genelkurmay ile hükümet arasında bir uzlaşma olduğu, ancak Genelkurmay'ın kimi çıkışlarının bu yapısal değişimin bir günde sindirilemeyeceğini ve ordu içine de mesajlar verilmesi gerekliliğini ifade ettiği akılda tutulursa daha net anlaşılacaktır.
Dünya ve ülke gündemine kuşbakışı yaptığımız bu gezinin ardından, sözü “içeriye” bırakabiliriz.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününüz Kutlu Olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder