31 Mart 2010 Çarşamba

Pencereler, Duvarlar ve Aralıktan Bakanlar

“Bir pencere, bakmaya
Bir pencere, duymaya
Bir pencere, yeryüzünün yüreğine ulaşan tıpkı bir kuyu gibi
Tekrarlanan mavi şefkatin enginlerine açılan.
Yalnızlığın küçücük ellerini
Cömert yıldızların verdiği gece bahşişi kokularıyla
Dolduran bir pencere
Belki de konuk etmek için güneşi şamdan çiçeklerinin gurbetine
Bir pencere, yeter bana”

Furuğ FERRUHZAD

Aslı’ya, Furuğ’a ve akıntıya ters yüzen tüm kırmızı balıklara;


Mimaride mekan kavramı aktarılırken doluluklardan ve boşluklardan bahsedilir. Duvarlar doluluk olarak değerlendirildiğinde bunlar üzerinde açılan kapılar ve pencereler de boşluklardır. Oysa duvarlar içerisindeki o dipsiz boşluktaki tutsak insan ancak pencereler ve kapılar ile özgürlüğe kavuşup ruhunu doldurabilir. Bu durumda bir pencere benim için ne ifade etmeli? İyi biliyorum ki bir pencere benim gibi tüm kadınlar için aynı şeyi ifade ediyordur. Fakat ben, Furuğ ve pek az kısmımız bunun farkındayız, dile döküyoruz.

Furuğ “pencere”den bakarken sormuş; “Ve işte senden daha yalnız değil mi / Ayaklarının altında titreyen yeryüzü?” İrkiliyorum her tekrar edişimde. Kendi çaresizliğimi, umutsuzluğumu harç yapıp yalnızlığın görkemli duvarlarını örmeye başladığımda ayaklarımın altında titriyor o koca dişi, yeryüzü. Ve bin türlü keder içinde de olsam, yüreğimde o birbirimize yarattığımız, dayattığımız adına sistem, yasa, ahlak dediğimiz cehennemlerle savaşacak kadar cesur bir kişi buluyorum. İnadına pencereler açıyorum kendime, inadına kilitlerini zorluyorum kapılarının o “insan”lığın.

Furuğ’un “duvar”ları da var elbette. Birilerinin onun için ördüğü. Ama o korkusuzca sesleniyor belki de haykırıyor kim bilir: “ben oradan özgürlük ve sarhoşlukla / bakarım büyülü gözlerinle / yollarını kararttığın dünyaya / bakarım büyülü gözlerinin / sırların karanlığında yeknesak / ördüğü duvara”. Furuğ’un duvarları kalın. Fakat öyle bir meydan okumadır ki onunki ötesindeki bilinmezliğe rağmen, aşka rağmen, acıya rağmen zapt edilmez bir özgürlük türküsü söylemekten geri durmaz. Ama tüm bu çaba, yorgunluk, yılgınlık da getirir kimi zaman. Hani içinde yaşamakta olduğun hücren, hapisliğin ve kurduğun her düşsel eylemin olasılıksızlığı, direnci kırar gün gelir. O “tutsak”lığı sürdürür içinde çatışarak. Hayat pazarlık eder onunla, özgürlüğe karşı en sevdiğinden, oğlundan vazgeç!... “şayet bir gün, ey gökyüzü / kanatlanırsam bu sessiz evden / ağlayan çocuğa nasıl söylerim / tutsak bir kuşum vazgeç benden”. Hayat hepimizle pazarlık eder, terazimizde tartarız vazgeçilecekle, kazanılacakları. Ve ne kadar cesursak o kadar özgürüzdür bu ortaoyununda. Bize yazılan bu tek perdelik dramların oyuncusu ya da seyircisi olmayı değil, seçtiğimiz hayatı yaşamak için derin yaralar almayı yeğleriz kimimiz.

Elbette aykırı olmak, dilin zehirli oklarını sisteme, toplumsal baskılara, ideolojilere fırlatmayı gerektirirdi. O da zaten içindeki zehri, öfkesini kusmuştu dizelere, çok yukarıdan bakıp dalga geçerek üstelik. O kutsal “halka”yı sorar; “genç kız gülümseyerek dedi ki / nedir bu altın halkanın sırrı / parmağımı böylesine sıkı sıkıya saran / bu halkanın sırrı” ve cevabını verir sonra “kadın perişan oldu / ve yüzünde yine de ışık ve parıltı olan bu halka / kölelik ve kulluk halkasıdır diyerek / için için ağladı.” Bu dizelerin sahibi bundan yaklaşık 50 yıl önce İran’da yaşayan yirmili yaşlarda bir kadının, günümüzde tüm sistemlere karşı durup, toplumsal ahlak dediğimiz dayatmalara boyun eğen, anayasanın bile koruduğu “evlilik” müessesesine dil uzatmaktan çekinen bizlere atılan bir tokadıdır.

Kimimiz dolduğumuz kaba sığmayız, taşarız. Kimimiz cüzdanlarımız kadarızdır görünen gelecekte; nüfus cüzdanlarımız, evlilik cüzdanlarımız, banka cüzdanlarımız anlatır kim olduğumuzu. Öyle midir sahi? Bizler onların anlattıklarından mı ibaretiz. “fethettim / kaydettirdim kendimi / bir adla bir kimliği süsledim / ve varlığım somutlandı bir numarayla / öyleyse yaşasın 678 sayılı, Tahran'ın 5 nolu bölgesinde kayıtlı sakini // her yönden içim rahat artık / anavatanın şefkatli kucağı” diyor Furuğ “inci dolu ülkesine”. Sanırım o incilerden biri kendisi ve aslında ne kadar çok olduklarından ve gizlendiklerinden bahsediyor. Ve tüm bu sınırlandırmalar ve sınıflandırmaları, hayatın yasal faydalarını yıkıma başlıyor bu kez ; “fethettim evet fethettim / şimdi bu fetih sevinciyle / aynanın önünde, iftiharla, 678 veresiye mumu yakıyorum / ve rafa zıplayıp çıkıyorum ve izninizle / hayatın yasal faydaları üzerine / iki çift kelam etmek istiyorum huzurunuzda / hayatımın yüksek binasının ilk kazmasını / coşkulu alkışlar eşliğinde kendi tepeme indiriyorum / ben yaşıyorum evet bir zamanlar yaşayan Zayenderud* gibi // ve halkın tekelindeki bütün imkanları kullanacağım ben de” Bizler hala aynı haykırışlar içinde erkek egemen dünyadan hayatın tekelindeki bütün imkanları istiyoruz bunca zaman sonra Furuğ’un kaldığı yerden. Sadece Furuğ’un kaldığı yerden mi? Virginia Wolf 1929 yılında yazdığı “Kendine ait bir oda” kitabında soruyor ; “Neden erkekler şarap, kadınlarsa su içiyordu? Neden cinsiyetlerden biri öylesine varlıklı, öbürü ise yoksuldu?” Zaman pek çok şeyi değiştirirken hangi coğrafyada yaşarsak yaşayalım yoksulluğumuz değişmedi.

Ve aşklar ve günahlar. Furuğ ile benim coğrafyamızda aşkı yaşayamama korkusundan çok aşkı yaşama korkusu daha ağırdır. Çünkü bizler her dinde günahın öznesi olduk. Ve bu sebepten hep toplumsal ahlak yasalarında, hukuk sisteminde erkek için hafifletici sebepler bulunurken kadın en ağır cezaya çarptırıldı. Aşk bu sebepten yıkımdı, cezaydı, korkutucuydu. Sürüye dahil olanlar ve korkanlar her şeyden vazgeçtikleri gibi aşktan da geçtiler. Kimimiz ise ; “günah işledim hazla dolu bir günah / sıcak ateşli bir kucakta / günah işledim demirden / ateşli, öç peşinde kollar arasında” diyerek “günah”a davet ettik kendimizi. Tanrı Tekvin’de kadına seslenir: “Senin acılarını ve doğurganlığını arttıracağım; çocuklarını acı içerisinde dünyaya getireceksin, arzuların kocana yönelecek ve seni o yönetecek.” Ama cesaretle tüm dünyaya karşı bir başına kalan kadın ne arzularını dizginler ne de yönetilir. Ve inanır soğuk mevsimin başlangıcına ve pencereyle görmek arasındakilere, “Araf”takilere seslenir yılmadan.

“ben düşüncelerin, sözlerin ve seslerin aldırmazlık
dünyasından geliyorum
ve bu dünya yılan yuvasına benziyor
ve bu dünya
öyle insanların ayak sesleriyle doludur ki
seni öpüyorken
kafalarında seni asacakları urganı örüyorlar.

selam ey masum gece!

pencereyle görmek arasında
her zaman bir aralık var.
inanalım
soğuk mevsimin başlangıcına inanalım
düş bahçelerinin yıkıntılarına inanalım
işsiz devrik oraklara
ve tutsak tanelere.”

Kimdir Furuğ Ferruhzad:
Furuğ’un “Pencere” şiirini ilk okuduğumda –ki öyle tanıştık kendisiyle- hakkında hiçbir bilgim olmamasına karşın onun bir kadın olduğunu, onun kederli ve yalnız bir kadın olduğunu, onunla aynı coğrafyada, hemen hemen aynı kurallar, inançlar içerisinde tutsak olduğumuzu, buna rağmen başkaldıran, aykırı ve cesur bir kadın olduğunu anladım. Hayat hikayesini okuduğumda ise yanılmadığımı gördüm. 1935‘te Tahran’da doğmuş, 16’sında evlenmiş iki yıl sonra bir oğlu olmuş ve 1954 yılında boşanmış. Döneminin koşullarına, yaşadığı coğrafyaya ve yaşının henüz 18 olmasına bakarsak sırf bunu yapabilme cesareti bile bende ona karşı korkunç bir hayranlık uyandırdı elbette. Tabii ki toplum onu cezalandırmaktan geri kalmamış, çocuğunun velayeti babasına verilmiş ve yaşamı boyunca bu özlemi ve acıyı kendisiyle birlikte sürüklemiş. Şiirleri sansürlenmiş, yasaklanmış. Buna rağmen o yasaklanan duyguları dillendirmekten vazgeçmemiş, erkek egemen dünyaya kafa tutmuş, şiirle, resimle ve sinemayla ilgilenmiş. Şaibeli bir trafik kazasında öldüğünde 33 yaşındaymış. Benim onu şimdi kelimelere dökmeye çalıştığım yaşta.


*Zayenderud: İran’da bir nehir


Ece BAKİOĞLU
07/03/2010

Hiç yorum yok: