13 Aralık 2009 Pazar

Üniversitelerde Bologna Süreci

19 Haziran 1999'da 23 ülkenin katılımıyla 2010 yılına kadar “Avrupa Yüksek Öğretim Alanı” yaratma girişimi olarak başlatılan Bologna süreci, üniversiteleri küreselleşen ekonomiye entegre etmek ve planlanan hedeflerle eğitime yeni bir biçim kazandırmayı amaçlamaktadır.


Son 30 yılı aşkın bir zamandır, bilim ve teknolojinin dünya çapında hızla geliştiği küreselleşme olarak adlandırdığımız bir dönemde, Avrupalı ülkeler; Amerika, Japonya ve Çin gibi gelişmiş kapitalist ülkelerin bilim ve teknoloji alanındaki gelişmişlik düzeyine ulaşabilmek için, bilgi–yoğun teknolojinin araştırıldığı, geliştirildiği ve üretildiği yüksek öğrenim kurumlarında reform yapmaya ihtiyaç duymuştur. Bu nedenle, Bologna Süreci başlatılmış, temel hedefler olarak da deklarasyonda şu şekilde ifade edilmiştir:

  1. Kolay anlaşılır ve birbirleriyle karşılaştırabilir yüksek öğretim diploma ve/veya dereceleri oluşturmak (bu amaç doğrultusunda Diploma Eki uygulamasının geliştirilmesi),
  2. Yüksek öğretimde Lisans ve Yüksek lisans olmak üzere iki aşamalı derece sistemine geçmek,
  3. Avrupa Kredi Transfer Sistemini (European Credit Transfer System, ECTS) uygulamak,
  4. Öğrencilerin ve öğretim görevlilerin hareketliliğini sağlamak ve yaygınlaştırmak,
  5. Yüksek öğretimde kalite güvence sistemleri ağını oluşturmak ve yaygınlaştırmak,
  6. Yüksek öğretimde Avrupa boyutunu geliştirmek.

Bologna bildirisinin yayınlamasından iki yıl sonra, 32 Avrupa ülkesinin yükseköğretimden sorumlu Bakanları, 19 Mayıs 2001'de Prag'da, yaptığı toplantıda Bologna Süreci'ne 3 hedef daha eklemiştir:

  1. Yaşam boyu öğrenimin teşvik edilmesi,
  2. Öğrencilerin ve yüksek öğretim kurumlarının sürece aktif katılım sağlaması,
  3. Avrupa Yüksek Öğretim Alanı'nın cazip hale getirilmesi.

Bologna Süreci'nin bu temel dokuz hedefi, bilim emekçileri ve öğrenci gençlik açısından son derece önem arz ediyor. Söz konusu hedefler, ilk bakışta her ne kadar “iyi” bir şey(miş) gibi gözüküyor olsa da aslında hiç de öyle olmadığı satır aralarından anlaşılıyor. İlk üç hedef, Avrupa yüksek öğretim kurumlarının genel olarak eğitim kalitesini “eşit” düzeylerde standartlaştırmayı hedeflemek anlamına geliyor ki bu da şu demektir: Üniversitelerarası beyin göçünü mümkün kılmak, uluslararası kapitalist kuruluşların ucuz işgücü ihtiyacını sağlamak ve en önemlisi işgücü rekabetini piyasa ekonomisine göre ulusal sınırlar içerisinde değil küresel çapta önünü açmak.

Dördüncü hedef, ilk üç hedefle ilişkilidir. Çünkü dördüncü hedefin gerçekleşmesi için öncelikle ilk üç hedefin gerçekleştirilmiş olması gerekiyor. Dolayısıyla dördüncü hedefle birlikte öğrenciler ve bilim emekçileri, uluslararası sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket edecek. Ne zaman ki, gerek üniversiteler gerekse uluslararası kapitalist kuruluşlar (buradan kasıt, başta Bologna sürecine üye olan ETUCE – Avrupa Sanayi ve İşverenler Konfederasyonları Birliği, vd.) sermayeye kar sağlayacak mal ve hizmetlerin üretimi için vasıflı–nitelikli işgücüne ihtiyaç duydu, işte o zaman işçi–öğrencileri ve bilim emekçilerini iş güvencesi ve sosyal güvence olmadan, düşük ücret karşılığında dilediği gibi sömürebilecek (bunun adı bir nevi kiralık işgücüdür). Öte yandan, üniversitelerde öğrenci sayısı artacak, ama bilim emekçilerinin sayısı azalacak. Şöyle ki; sermaye sınıfı işgücü talep ederken işçi-öğrencileri tercih edecektir, dolayısıyla her yıl üniversitelerde öğrenci kontenjanı artırılacak (Türkiye'yi örnek verecek olursak, dikkat edin, her yıl öğrenci kontenjanlarında artış söz konusu), tabii bu artış bilim emekçileri sayısına göre doğru orantılı olmayacak; örneğin, 20 öğrenciye bir bilim emekçisi düşmesi gerekirken 30 öğrenciye bir bilim emekçisi düşmüş olacak. İşte bu, Avrupa yüksek öğretim kurumlarında toplumsal hizmet amaçlı bilimsel eğitimden söz etmeyi bırakın, nasıl bir eğitim sisteminin olduğunun/olacağının göstergesidir.

Beşinci hedefte belirtilen “Yüksek öğretimde kalite güvence sistemleri ağını oluşturmak ve yaygınlaştırmak”, yüksek eğitim kalite düzeyini hedeflemiyor; bilim emekçilerinden “yüksek performans” göstermesini yani emek gücünü olabildiğince sömürmeyi ve en kısa zamanda çok iş yapmasını, öğrencileri de en az iki haftada bir quiz gibi sınavlara tabi tutarak eğitimi “verimli”leştirmeyi hedefliyor. Böylece beşinci hedef, bilim emekçilerinin bilimsel akademik araştırma ve proje yapmasını ve öğrencilerin bilimsel eğitim almasını engellemiş oluyor; öğrencileri sosyo–kültürel aktivitelerden uzaklaştırmış oluyor, bunun yanı sıra sermaye sınıfının bilim emekçilerini manipüle etmesini sağlamış oluyor.

Bologna Süreci'nin son dört hedefinden “Yaşam boyu öğrenimin teşvik edilmesi” hedefi, Avrupa sermayesinin uzunca süredir dillendirdiği bir istektir. Avrupa sermayesinin bu istekte yani yaşam boyu eğitimde ana vurgu işgücünün sürekli eğitimidir. İşgücünün sürekli eğitimi, bir yandan değişen ve dönüşen dünyada kapitalizmin dinamikleri gereği bilgi ve iletişim teknolojisinin gelişmesi, burjuvaziyi işgücünü sürekli yenilemek zorunda bırakmasıyla işgücünü robotlaştırıyor diğer yandan eğitimden muazzam karlar elde eden sermaye çevreleri için iştah kabartıyor. Diğer hedeflerden de anlaşılacağı üzere, Avrupa'nın eğitimde “küresel ya da bölgesel” pazar sahibi olmasını hedefliyor.

Türkiye ve Bologna Süreci

Buraya kadar genel olarak Bologna sürecinin ne anlama geldiği ve amaçlanan hedeflerle ne yapılmak istenildiğinden söz edildi. Şimdi, Bologna sürecinde, Türkiye'nin bunun neresinde olduğundan söz edelim. Türkiye 2001 yılından beri 46 ülkenin üye olduğu Bologna sürecine üye durumundadır ve üyeliğini aktif bir şekilde sürdürmektedir. Türkiye'nin “Avrupa Yüksek Öğretim Alanı”na eklemlenme sürecinde dört önemli yasal düzenleme yapıldı: “1 Temmuz 1996 (Ağustos 2003 değişiklik) Lisansüstü Eğitim ve Öğretim Yönetmeliği”, “20 Eylül 2005 Yüksek Öğretim Kurumlarında Akademik Değerlendirme ve Kalite Geliştirme Yönetmeliği”, “20 Eylül 2005 (28 Aralık 2006 değişiklik) Yüksek Öğretim Kurumları Öğrenci Konseyleri ve Yüksek Öğretim Kurumları Ulusal Öğrenci Konseyi Yönetmeliği”, “28 Aralık 2006 Yüksek Öğretim Kurumlarının Yurt Dışındaki Kapsama Dahil Yükseköğretim Kurumlarıyla Ortak Eğitim ve Öğretim Programları Tesisi Hakkında Yönetmelik”.

Bir süredir, Türkiye'deki yüksek öğretim kurumlarının yeniden yapılandırılması konusu tartışılıyor. YÖK ve TÜSİAD başta olmak üzere Sivil Toplum Örgütleri yükseköğretim kurumların yeniden yapılandırılmasına ilişkin raporlar hazırlıyor. YÖK, Bologna sürecinin hedeflediği, üniversiteleri uluslararası sermayenin çekim merkezi haline gelmesi için 2006 yılında hazırladığı Yükseköğretim Strateji Raporu'nda, dünya çapında yüksek öğretimin kitleselleştiğini belirttikten sonra “Bu eğilimin en önemli sonuçlarından biri 'eğitim maliyetlerinin' düşürülmesidir” diyor. Yani deniliyor ki, bu şekilde eğitim kitleselleştikçe, devlete mali yük artacaktır, buna ne gerek var, üniversitelerin kapılarını uluslararası sermayeye açalım (ulusalcı “sol” çevrelere, söz konusu rapor hazırlandığı zaman YÖK başkanı koltuğunda Kemalist görüşüyle bilinen Prof. Dr. Erdoğan Teziç olduğunu hatırlatalım).

Aynı raporda ayrıca üniversite yönetimlerinin mali özerkliliği konusuna değiniliyor. TÜSİAD, hazırladığı her raporda bunu dillendiriyordu zaten, herhalde TÜSİAD'ın sesine kulak verilmiş olmalı. Türkiye'de, az önce de vurguladığımız gibi bu sürecin başını TÜSİAD, YÖK ve ayrıca TÜBİTAK çekiyor. Örneğin TÜSİAD, 2008 yılında hazırladığı raporda özerklik üzerine defalarca vurgu yapıyor. Özellikle bu konuda öğrencilerin dikkatli olması gerekiyor, çünkü bu özerklik az önce sözünü ettiğimiz “mali özerklik”tir, yani sermayenin özerkliğidir ve YÖK'le işbirliğini vurgulayan bir özerkliktir. Bununla üniversitelerin tamamıyla şirketleştirilmesi ve sermayeye açılması hedeflenmekte. Aynı rapor, üniversitelerin girişimci şirketlere dönüşmeleri ve rekabet içerisine girmeleri gerektiğini de vurguluyor. Üretilen bilgi insanlar ve toplumun yararına değil, kapitalizmin ihtiyaçları için kullanılmalı deniyor. Öğrencilerin ve üniversite emekçilerinin dikkat etmesi gereken bir diğer nokta, TÜSİAD tarafından önerilen “danışma kurulları”dır. Burada dış paydaşlar (yani sermaye), öğrenciler ve üniversite personeli olmalıdır deniyor. Burada hedeflenen şey, öğrenci ve üniversite emekçilerini de bu sürece katarak, üniversitelerin piyasalaştırılmasının meşrulaştırılmak istenmesidir. Bunun, üniversite yönetiminin öğrenciler ve üniversite emekçileri tarafından denetlenmesi talebimizle yakından uzaktan alakası yoktur.
Raporda üniversitelerin şu anki halinden sürekli şikayet ediliyor, Bologna sürecini destekliyor, yasaların değiştirilmesi için “öneri”lerde bulunuyor, paralı eğitimi savunuyor, parası olmayan yani emekçi çocuğu öğrencilerin devlet tarafından kredi karşılığında okumasını istiyor(!), mütevelli heyetin kurulması gerektiği “öneri”sinde bulunuyor, vs. (Buna benzer şeyleri TÜSİAD'ın hazırlamış olduğu raporlarda bol miktarda bulabilirsiniz). Özetle, her iki rapor, sanayi–üniversite işbirliğini savunuyor, işçi ve emekçi öğrenciler aleyhine eğitimin tastamam metalaştırılması gerektiğini ifade ediyor ve uluslararası sermayenin üniversitelerde at koşturmasını diliyor.

Bologna Sürecine Karşı Birleşik ve Kitlesel Mücadele

Yazımızın başından beri Bologna sürecinin Avrupa eğitim sisteminin ticarileştirilmesi ve eğitimin metalaştırılması anlamına geldiğini vurguladık. Bologna sürecinin ve eğitimin ticarileştirilmesinin bilim emekçileri ve öğrenci gençlik açısından nasıl bir sonuç getireceğini fazla beklemeye gerek yok; geçtiğimiz günlerde binlerce öğrencinin eşzamanlı Almanya'da ve Avusturya'da üniversiteleri işgal eylemleri ve bilim emekçilerinin de aralarında bulunduğu ve yüz binlerce öğrencinin başını çektiği kitlesel gösterilerin ne amaçla ve hangi talepler doğrultusunda mücadele ettikleri bizlere yol gösteriyor. Üniversitelerimizin kapitalist şirketlere dönüşmesine karşı, tüm üniversite emekçileriyle el ele verme zamanı.

meso

Hiç yorum yok: