14 Aralık 2009 Pazartesi

Kürt Çocuklarına Verilen Cezalar, Ceylan'ın Ölümü ve Bir Bebek


Güzel günler göreceğiz çocuklar,
güneşli günler
göre-ceğiz...
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
ışıklı maviliklere
süre-ceğiz...
...

Nazım Hikmet

Kürt sorunun “çözüm”üne yönelik açılım tartışmalarının devam ettiği geçtiğimiz aylarda, Adana'da “Abdullah Öcalan'ın Türkiye'ye getirilişinin yıl dönümünde yapılan protestolara katılmakla” suçlanan 3 Kürt çocuğuna 4'er yıl 2'şer ay hapis cezası verildi; Diyarbakır'ın Lice ilçesinde koyunları otlatırken askeri bir mühimmatın patlaması sonucu henüz daha 14 yaşında olan Ceylan Önkol hayatını kaybetti; Cizre'de yapılan protestolar sırasında kolluk güçlerinin attığı gaz bombasının başına çarpması sonucunda bir buçuk yaşındaki bir bebek hayatını kaybetti...


Yukarıda sözünü ettiğimiz olaylar yaşandığı zaman AKP hükümeti havuç–sopa politikasıyla Kürt sorununu çözeceğim ya da çözüyorum diyordu. Elbette, ne yaşanılan söz konusu bu olaylar ilktir ne de AKP hükümetinin havuç–sopa politikası. AKP hükümeti iktidara geldiği günden beri havuç–sopa politikasını uyguluyor. O, bir yandan Kürt halkına kırıntılar vererek susturmaya çalışırken diğer yandan 2006 yılında Terörle Mücadele Kanunu'nda yaptığı değişiklikle çocuk mahkemelerinde yargılanması gereken 15-18 yaş dilimi çocukların, özel yetkili ağır ceza mahkemelerinde yargılaması yolunu açarak, Kürt çocuklarının 'taş atmak', 'zafer işareti yapmak' gibi sudan gerekçelerle yıllarca hapis cezasına çarpıtılmasına zemin hazırladı; TSK'nin hizasına çekilerek, TSK'nin Kürt halkına karşı işlediği suçları akladı; 2007 haziran ayında polis yetkilerini artıran yasayı yürürlüğe koymakla polislerin “orantısız güç kullanma”sını sağlamış oldu...

AKP hükümetinin, 2006 yılında TMK'nin maddelerinde değişiklik yaptığı o günden bu yana yani son dört yıldır Kürt çocuklarına ağır cezalar verilmeye devam ediyor. Son dört yılda, 2 bin ile 3 bin arası Kürt çocuğuna polise “taş atmak”, “zafer işareti” yapmak gibi “terör” suçlamaları ile dava açıldı. Açılan davalarda yüzlerce çocuk yıllarca hapis cezasına çarpıtıldı. Diyarbakır Barosu'nun yayınladığı rapora göre, şu anda yaklaşık 300 çocuk terör suçlamasıyla tutuklu.

Evet, 300 çocuk şu anda parmaklıklar arasında bulunuyor, daha ne ile suçlandıklarını bilmeden. Onlar, ailelerinin yanında olmak istiyor, aileleri çocuklarının yanında olmak istiyor. Onlar, eğitimlerine kaldıkları yerden devam etmek istiyor, kalem tutmak, kitap okumak istiyor. Onlar, oyun oynamak, gülmek, eğlenmek istiyor... Ama ne yazık ki, burjuva devlet, onların isteklerine, aynı toplumun ezilenlerinin ve sömürülen emekçilerin demokratik hak ve özgürlüklerine kör bir gözle baktığı gibi bakıyor. Ve yine sanki o çocuklar uzayda yaşıyorlarmış gibi görmezden geliniyor. Bakın, TBMM İnsan Hakları Komisyonu üyesi AKP'li ve CHP'li milletvekilleri, Kürt çocuklarının tutuklu olduğu cezaevi ziyareti sırasında sadece “üzgün” olduklarını ifade etmekle yetindiler.

Bizlere, hukuk, adalet ve insan haklarından söz edenler sanki Kürt çocuklarının yaşadıkları, onların hukukuna, adaletine ve insan haklarına aykırı değilmiş gibi her gün ekran karşısına çıkıp hiç utanmadan demagoji yapmaya devam ediyorlar. Bununla birlikte, onlar, kendilerine karşı en ufak davalar dahi aleyhine sonuçlanmış ise hukuksuzluktan ve usule aykırı davranıldığından dem vurmayı biliyorlar fakat gözümüzün önünde yıllarca hapis cezasına çarpıtılan Kürt çocuklarına uygulanan hukuksuzluğa, adaletsizliğe ve insan haklarının çiğnenmesine tek kelime bile etmiyorlar. Etmezler, çünkü hukuk denilen şey, mülkiyet ilişkilerine göre düzenlenmiş, egemen sınıfların haklarını ve çıkarlarını koruyan üst yapının bir parçasıdır. Dolayısıyla, “adalet mülkün temelidir” anlayışı ile hareket eden burjuva hukuk, toplumun tüm kesimlerini eşit olarak görmez ve onlara adaletli davranmaz. Ki zaten, sözünü ettiğimiz burjuva hukuk, “bağımsız” yargı yalanı ile siyasi iktidarlara göre değişiyor. Son zamanlarda, yargının siyasallaştığı söylemlerini duyar oluyoruz, sanki yeni bir şey(miş) gibi; halbuki zaten yargı siyasaldır ve hukuk ona göre şekillenir.

Hukukun “burjuva hukuk” olduğunu belirttik. Yani burjuva hukuk, devletin sahiplerinin, burjuva politikacıların ve egemen sınıfların çıkarlarına göre işler; dolayısıyla devletin muhalif kesimlerinden ister Kürt ister Türk olsun şair, yazar, aydın ve devrimcileri yıllarca hapis cezasına çarpıtabiliyor, hatta işkence tezgahlarından geçirebiliyor. Kürt çocukları da devletin muhalif kesimlerinden sayıldığı için yıllarca hapis cezasına çarptırılıyor. Bu durum ne yazık ki devletin, her Kürt çocuğunu “potansiyel bir terörist” olarak görmesinden kaynaklanmaktadır.


Ceylan’ın ve Bebeğin Trajik Ölümü

Kan, göz yaşı ve acının hiç eksik olmadığı Kürt coğrafyasında geçtiğimiz aylarda biri çocuk, bir diğeri ise daha bebek iki kişinin trajik bir biçimde hayatını kaybetmesi, insan yaşamının ne kadar değersiz ve aynı zamanda burjuva politikacıların ne kadar iki yüzlü olduğunu gözler önüne seriyor. Küçük Ceylan ve bir buçuk yaşındaki bebeğin öldürülmesinden söz ediyoruz.

Kimilerine göre 12, kimilerine göre ise 14 yaşındaydı Ceylan Önkol. O bir çoban kızıydı, yoksul bir Kürt ailenin çocuğuydu. Militarizmin ve kan kokusunun olduğu Mezopotamya'nın bereketli topraklarında hayvanları otlatmak için evden ayrılmıştı ki ne olduğunu bilemeden, havan topu ya da roket gibi bir patlayıcıyla vücudu paramparça edilerek trajik bir biçimde öldü; onun ölümünden geriye acı, göz yaşı ve ona ait bir tek vesikalık fotoğrafı kalmıştı. “Güvenlik” gerekçesiyle olay yerine gelmeyen Cumhuriyet Savcısı, köylülerden cesedin karakola getirilmesini istemişti. Olaya, TSK'ye ait askeri bir mühimmatın neden olduğu iddia ediliyordu. Bu nedenle dava dosyasına gizlilik kararı getirildi. Bir süre burjuva medya gibi, Ceylan'ın ölümüne sessiz kalan TSK, kamuoyunun baskısıyla bir açıklama yaptı; üzgündüler! “Yapılan incelemelerde, karakoldan o saatte havan atışı yapılmadığı anlaşılmıştır.” Elbette, TSK'nin bir kusuru olması beklenemezdi, aynen de öyle oldu!

Ceylan'ın ölüm acısı daha henüz taze iken aynı coğrafyadan bir bebeğin ölüm haberi daha geldi. Cizre'de 9 Ekim'de yapılan gösteriler sırasında polisin attığı gaz bombasının başına çarpması sonucu bir buçuk yaşındaki Mehmet Uytun isimli bebek yaralı olarak kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetti. Otopsi raporuna ölüm nedeni ‘belirlenemedi’ olarak geçti. Şırnak Valiliği, bebeğin ölümünü polisin gaz bombası atması sonucu olarak değil de, göstericilerin “taş atması” sonucu olarak açıkladı. Sermaye sınıfının sözcülüğünü yapan burjuva medya, ölen bebek için “eylemci bebek” dedi ve bebeğin yaşını da 1.5 yaşında olmasına rağmen 3 yaşında gösterdi. Halbuki bebek balkonda annesinin kucağındayken öldürülmüştü!

Kürt çocukları o coğrafyada bir bir ölürken bürokratlar ve burjuva politikacılar olanlara ya gözlerini kapatıyor ya da “üzgün” olduklarını ifade etmekle yetiniyorlar. Ama Filistinli çocukların ölümü söz konusu olduğunda en dinci ve milliyetçi çevreler de dahil timsah gözyaşlarını dökerek iki yüzlülüğün daniskasını yapmaktan çekinmiyorlar.

Her iki ölümde de devlet, ihmalkarlığının-suçunun üstünü örtmeye çalıştı. Gerçi, bunda şaşılacak bir şey yok, çünkü bu ve buna benzer daha önceden yaşanan birçok olayda, devlet aynı tutumu sergilemişti; yani asıl suçluları aklamıştı. 12 yaşındaki Uğur Kaymaz'ın öldürülmesi ve 17 yaşındaki Yahya Menekşe'nin polis panzerinin altında ezilmesi olaylarında olduğu gibi… Tabii, sadece bu tür olaylarda “fail”i belli olanlar aklanmıyor, polislere geniş yetki tanınmasıyla birlikte “dur” ihtarına uymadığı gerekçesiyle polis kurşunuyla birçok gencin ölmesine neden olan olaylarda da failler aklanıyor.

Savaşların nedeni olan kapitalizm ve kirli savaşlardan beslenen burjuva sınıfı, görüldüğü gibi Kürt sorununu çözmek bir yana onu daha da derinleştiriyor ve dahası insan yaşamına değer veremeyecek kadar gittikçe çürüyor. Anlaşılacağı gibi, ortada bir burjuva adaleti sorunu vardır. Ancak asıl sorun; burjuva adaletin Türk ve Kürt emekçilerini “eşit” olarak ezmesi, yani Türklerle Kürtler’in “eşit olarak ezilme” hakkı sorunu değil, tüm burjuva adaletsizliğinin ortadan kaldırılması sorunudur. Kapitalizmin çürümüşlüğü ne ulusal baskılara ne de ulusal ezme-ezilme ilişkisine son verebilir; bu duruma ancak ve ancak, bu topraklardaki emekçilerin dünya işçi sınıfı ile birlikte uluslararası devrimci mücadelesi dur diyebilir.

meso

Hiç yorum yok: