Aylarca ülke gündeminin en sıcak maddesi olarak izlediğimiz; coğrafyamızda ve dünyanın geri kalanında yaşanan birçok önemli gelişmeyi perde arkasına iten 12 Eylül referandumunu geride bıraktık. Referanduma götürülen anayasa değişikliği paketi, %42’ye varan “Hayır” oyuna karşılık, %58’lik “Evet” oyu ile kabul edilmiş oldu. AKP, öncülüğünü yaptığı “Evet” cephesi ile birlikte hatırı sayılır bir oy farkıyla siyasi rakiplerine üstünlük sağladı; anayasa değişikliği üzerinden yeni bir zafer kazandı. Bu arada referanduma katılım oranın %74 civarında gerçekleştiğini de hatırlatalım. Referamdum sonrası ortaya çıkan tablo, süreci takip etme şansına sahip olmuş ve burjuva siyasi partiler arsındaki güç dengelerini doğru okuyan hiç kimse için sürpriz sayılmazdı.
Manzarayı -evetçilerin zaferini-, “demokrasinin zaferi” ile açıklamaya çalışan aklıevvellerin iddialarının aksine kitlelerin bu tutumu, mevcut yapılardan bezmişliğin, hergün içerisinde debelenip durduğu “kurulu düzen”den umut kesmişliğin, varolandan memnuniyetsizliğin ifadesi olarak görülmeli. Ayrıca referanduma giden yolda, burjuva siyasi partilerin kitlelerin bilincine yönelen saldırılarının da bu sonuca etki ettiğini söylemek gerekir. AKP’nin, '82 anayasasında değişiklik öngören paketini, “ileri demokrasiye geçiş”, 12 Eylül darbesi ile “hesaplaşma” olarak sunarken yaptığı tam da buydu. CHP ise anayasa değişikliğini AKP’nin “kendini kurtarma planı”, “gerici iktidarını mutlaklaştırma çabası” olarak formülize etti. Faşist MHP, CHP’nin argümanlarının yanına –herhalde bu memlekette her durumda işe yarar düşüncesi ile- bu değişikliğin AKP’nin PKK ile anlaşma zemini, “vatanın bölünmesinin ilk adımı” olduğu iddiasını ekledi. Hem de AKP iktidarının BDP'yi anayasa tartışmaları sürecinden dışladığı bir dönemde. MHP yönetiminin bu hesabının tutmadığı, kendi tabanından dahi beklediği desteği alamadığı ve önemli bir oy kaybına uğradığı referandum sonuçları eliyle açığa çıktı. Bunun aynı zamanda AKP hükümetinin “açılım”a yeniden hız verebilmesinin arkasında yatan sebeplerden biri olduğu söylenebilir. CHP'ninse, referandum sonuçlarından bazı dersler çıkardığı, Kılıçdaroğlu yönetimiyle beraber başlayan liberalleşme yönelişine taktiksel adımlar eklediği son haftalarda görülüyor. Bunlar, başta Kürt sorunu olmak üzere önemli konularda gösterdiği esnemede kendisini dışarı vuruyor.
Anayasa değişikliği tartışmalarının burjuva siyasi partiler eliyle bir toplumsal kutuplaşmaya dönüştürüldüğünü gördük. Sınıfsal temelde gerçekleşmeyen kutuplaşma, burjuvazinin elinde kitleleri kendi çizdikleri siyasi çerçeveye hapsetmenin bir aracı olarak kullanıldı. İslamcı-laik çatışması pompalanarak kitlelerin taraflardan birine yedeklenmesi sağlandı. İşçi-emekçi kitleler sürece kendi gündemleri ve talepleri ile müdahale edebilecekleri araçlara sahip olmadığından düzen partileri kendi gündemlerini dayatma fırsatı buldular. Mevcut durumda bu gerçekliği yaratan en önemli etken elbette, düzen güçlerine karşı bir alternatif olma iddiasındaki sol-sosyalist parti-örgüt-çevrelerin perspektifsizliği ve dolayısla etkisizliğiydi.
Anayasa Değişikliğinin Oturduğu Zemin
Daha önce de konuya dair yazılarımızda belirtmeye çalıştığımız gibi anayasa değişikliği ne AKP’nin demokrasi sevdasının bir ürünüydü, ne de onun karşısındaki güçlerin basit bir AKP karşıtlığı üzerine bina ettiği anlayışı özatleyen “yargıyı ele geçirme”, “ülkeyi karanlığa sürekleme” amaçlarıyla açıklanabilirdi. Tek başına bu ifadeler süreci anlamada eksik kalıyor, dolayısyla bu anlama çabasını yanlış sonuçlara mahkum kılıyordu.
12 Eylül Anayasası için zaman zaman kullanılan “yamalı bohça” deyimi aslında bir gerçekliği ifade ediyor. Bugüne kadar birçok maddesinden değişikliğe gidilmiş olan darbe anayasası, delik deşik edilmiş haliyle bile egemenlerin bugünkü ihtiyaçlarına denk düşmüyordu. Küresel sermaye ile organik bağlarını güçlendiren Türkiye’nin geleneksel devlet aygıtının hantal yapısında, bürokrasinin bu aygıt içindeki ağırlığında radikal değişiklikler AKP iktidarı ile birlikte büyük ölçüde gerçekleşti ve gerçekleşmeye devam ediyor. Uluslararası sermaye ve onun yerli bileşenlerinin siyasi temsilcisi olan iktidar partisinin “değişim” talebi bu nedenle somut ekonomik ve toplumsal temellere dayanıyor.
AKP’nin demokrasi anlayışının ne denli “güçlü” olduğu birbirinden bağımsız 26 maddenin tek bir paket halinde referanduma sunulmasından ve bize, bu 26 maddeyi ya toptan kabul edin, ya da reddedin denmesinden de bir kez daha ortaya çıkmıştı. Burjuva siyasi mantık açısından bakıldığında bile AKP’nin “Ya Evet, Ya Hayır” dayatması kabul edilemezdir.
Anayasa Değişikili ve Yüksek Yargı
Burjuva muhalefet kampının en etkin iki temsilcisi CHP ve MHP’nin üzerinde fırtınalar kopardığı HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin bileşimi ve işleyişine dair değişiklikler salt AKP’nin yüksek yargıyı ele geçirme ve kendisini sağlama alma hedefinin bir sonucu değildi. AKP, sermayenin bu topraklarda daha rahat ve denetimsiz hareket edebilmesi için attığı birçok adımda, o günün siyasi çekişmesinin bir kanadını temsil eden yüksek yargının engellemesi ile karşılaşıyordu. Bu, sermaye için pratik bir sorunu ifade ediyor ve çözümü dayatıyordu. Bu açıdan bakıldığında yine burjuva muhalefetin büyük bir şevkle sarıldığı “yargının siyasallaşması” meselesi örtülü bir ikiyüzlülüğün ifadesidir. Şu nedenle ki; yargı her durumda siyasaldır ve hukuk da sınıf egemenliğinin sürdürülmesinin araçlarından biridir zaten. Onların karşı çıktığı yargıdaki siyasal egemenliğin el değiştirmesi yani yargının AKP lehine siyasallaşmasıdır. Kemalist asker-sivil bürokrasinin son kalesi olarak nitelenen yüksek yargının, yaşanan dönüşüm sürecine bundan sonra direnişi ne kadar etkili olacak göreceğiz. Fakat onun son kalelerinde sarsılmakta olduğu, devlet aygıtı içerisindeki asker-sivil bürokratik yapının ciddi bir dönüşüme uğramak zorunda olduğunu her fırsatta ifade etmeye çalıştık. AKP’nin yüksek yargı üzerinde hassasiyetle duruşunun nedeni doğrudan sermayenin çıkarları ile ilgilidir. Bu durum elbette, onun siyasi bir formasyon olarak kendi çıkarlarını da hesaba kattığı gerçeğini dışlamaz.
12 Eylül Hesaplaşması
Anayasa değikliği tartışmalarına damgasını vuran bir diğer madde ise darbecilerin yargılanmasını engelleyen geçici 15. maddenin kaldırılması idi. 12 Eylül 1980 darbesinin “fenalıklarını” nemli gözlerle anlatan Başbakan Erdoğan ve diğer AKP kurmayları darbeyle hesaplaşmanın demokratikleşme yolunda çok önemli bir adım olduğunu hatırlattılar. 12 Eylül darbesini dönemin ekonomik ve toplumsal maddi zemininden kopartarak, onunla hesaplaşmayı cunta lideri Kenan Evren’i yargılamaya indirgeyen anlayış, kitleler üzerinde hatırı sayılır bir yanılsama yarattı. Öyle ki kimi “sol” çevreler, AKP’nin demokrasiperverliği önünde saygıyla eğildi. Cunta lideri Kenan Evren’in yargılanması –ki bu bile kesin değil- , cunta iktidarında yer alan üst rütbeli askerlerin yargılanması sembolik bir anlam taşımanın ötesine geçemez. Birkaç sene daha sabredilirse zaten ecelleri ile ölecek bu “darbeciler” cezalandırıldı diyelim, peki 24 Ocak kararlarını alan sivil siyaset erbapları, askeri diktatörlüğü iktidara çağıran başta TÜSİAD olmak üzere sermaye örgütlerine ne yapılacak? Bugün kendi suçlarını ihtiyar bir katile yükleyen burjuvaziden, yaptıklarının hesabını kim soracak? 12 Eylül'ün ürünü burjuva partisi AKP mi? Sorunun cevabı açıktır; egemen sınıfın kendi kendisinden hesap sormasını düşünmek gülünç olur. Geçici 15. maddenin kaldırılması tek başına “hesaplaşmayı” ifade etmediği gibi, AKP’nin referanduma sunulan pakete uyguladığı demokrasi cilasıdır yalnızca.
Kürt Sorununun Anayasa Değişikliğindeki Yeri ve BDP
Anayasa değişikliği tartışmaları sürecinde, talepleri, AKP iktidarı tarafından onaylanmayan Kürt siyasi hareketinin TBMM’deki temsilcisi BDP; değişiklik paketinin Kürt sorununun çözümüne yönelik yapıcı herhangi bir özellik taşımadığını ve Kürt kimliğinin yok sayılmaya devam ettiğini açıklayarak referandumu “Boykot” kararı almıştı. “Boykot” kararı açıklandıktan sonra zaman zaman bu kararın iktidar partisinin atacağı olumlu adımlar neticesinde “Evet”e dönüşebileceği sinyalleri gelse de böyle bir gelişme yaşanmadı. Bölgede gelişip serpilmekte olan Kürt burjuvazisinin kısmi barış dönemin nimetlerinden yararlanıyor olması, onun kanaat önderlerinin Kürt sorununun “ne olursa olsun” çözümünden yana olması, referandum sürecinde BDP’yle uymuşmayan bir tavra; değişikliğe “Evet” tavrına yol açmıştı.
Buna rağmen Kürt illerinde “Boykot” tavrının etkili olduğu görüldü. BDP’nin bölgedeki gücünü büyük ölçüde arttırmamış olsa da, güç kaybetmediği, arkasındaki kitleyi koruduğu referandum sonuçlarından ortaya çıkıyor. Referandum sonuçlarıyla ortaya çıkan bir başka tablo ise hiç de şaşırtıcı değil. Boykot tavrını benimsemeyerek sandığa giden Kürtler “Evet” oyu verdiler. Bölgede “Evet” ve “Hayır” oyları arasında devasa farklar ortaya çıkmasına neden olan bu durum; hem Kürt halkının 12 Eylül anayasasında açılacak her türlü “gedik”ten yana tavır koymasının doğallığındandı, hem de BDP dışında bölgede varlık gösterebilen tek partinin AKP oluşundandı. Bu durumun tek istisnası Tunceli’de yaşandı. Tunceli’deki “Hayır” patlamasında, Kılıçdaroğlu’nun Tuncelili oluşunun ve Alevilik üzerinden yükselen AKP antipatisinin etkisinden söz edilebilir.
Solun Tavrı
Sol içerisinde referanduma ilişkin çeşitli tavırlar ortaya çıktı. Hatta aynı tavırlar farklı siyasi nedenlerle gerekçelendirildiler. Ağırlıklı olarak CHP’nin arkasında, basit AKP karşıtlığı üzerinden “Hayırcı” cephede yer alan ulusalcı-reformist sol, kendi niyetlerinden bağımsız olarak egemenlerin çatışmasında taraf oldular. Liberal solda ise süreç tersinde işledi. Demokrasi ve özgürlük kavramlarının önünde, bunların kimlerin çıkarlarına denk düştüğüne bakmaksızın secde etmeye alışmış, bahsi geçen yapıların AKP’nin arkasında, sermayenin gelecekteki saldırılarına meşruiyet kazandırdığını gördük. Sınıf mücadelesinden vazgeçmiş, yüzünü çoktan işçi sınıfından başka yerlere dönmüş olan liberal sol “biz beceremiyoruz, bırakalım AKP yapsın” mantığı ile hareket etmiştir. Başbakan Erdoğan’ın referandum sonrası teşekkür konuşmasında haklarını teslim ettikleri “devrimci”, “solcu” arkadaşlar işte bu arkadaşlardır. AKP’nin eliyle açtığı mevzilerde yapacakları gezilerde kendilerine esenlikler dilemekten başka bir şey gelmiyor elden.
Sol yapılar içerisinde etkin olan bir diğer tavır da “Boykot”tu. “Boykot” tavrını farklı biçimlerde gerekçelendiren siyasi çevrelerden çok azı AKP’nin anayasa değişikliğinin neden bir ihtiyaç haline geldiğini ve ne tür sonuçlar doğurabileceğini doğru tahlil edebildi. “Boykot”çu solda genel yaklaşımın Türkiye ile sınırlı kalmış bir tahlilden ve BDP'nin tavrı üzerinden şekillendiğini söylemek abartı olmayacaktır. Halbuki bu konuya da diğer birçok yakıcı konu gibi dünya penceresinden bakılmadığında doğru bir tahlile ulaşmak mümkün olmadığı gibi, ulusalcılığın dar bakıç açısını aşmak da mümkün değildir.
Sermayenin Yeni Anayasa Arzusu
Kabul edilen anayasa değişikliğinin sermayenin bütün ihtiyaçlarını karşıladığı söylenemez. İşte tam da bu nedenden ötürü referandumun hemen ertesinde yeni anaysa tartışmaları başlamış bulunmakta. Üstelik “Evetçi” cephe artık yalnız değil. CHP ve hatta MHP dahi yeni bir anayasanın gerekliliğini dillendiriyor. Türkiye siyasetine yön veren en önemli güçlerin başında gelen TÜSİAD’ın zaten uzun süredir böyle bir talebi bulunuyordu. Kürt siyasi hareketi de yeni anayasa konusunda direten bir diğer önemli güç. Sorun bu anayasayı kimin yapacağı ve içeriğinin ne olacağıdır. Bu noktada tartışmalar tekrar başlıyor. Tartışmaların neticesini tayin edecek faktörler sınıflar arası güç dengeleri ve egemen sınıfın temsilcileri arasındaki rekabet olacaktır. Kısa vadedeki acil ihtiyacı devrimci siyasi örgütlenme olan işçi sınıfının bu kayıkçı kavgasına alternatifiyse sermayenin egemenliğinin yıkılması mücadelesinden başka bir şey değildir.
gamlı baykuş
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder