“Kendi kimliğini ötekinin varlığına göre
konumlandırmak hastalıktır. Kimliğini yaşatman
için sana bir düşman gerekiyorsa,
senin kimliğin hastalıklıdır”
Bu aralar bir kez daha sık sık adını duyduğumuz bir isim oldu Hrant. 19 Ocak 2007’de bedeni kurşunlara yenik düştüğünde de herkes onu konuşuyordu. Binlerce insan onun için toplanıyor, köşe yazarlarının kalemlerinden o düşmüyordu. O öldü, zaman işlemeye devam etti ama o unutulmadı. Sürüp giden davası, her 19 Ocak’ta Agos’un önünde toplanan binlerce insan ve son olarak da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Hrant lehine verdiği karar. Bir şekilde hatırlatıyordu kendini. Şimdi Hrant cinayetine gelen süreci ve sonrasını bir kez daha hatırlamakta yarar var sanırım.
Hrant Dink’in adını anınca ilk olarak 13 Şubat 2004’te Agos’ta yayımladığı ve Şişli 2. Asliye Ceza Mahkemesinin “Türklüğü aşağılayıcı ve incitici” bulması sebebiyle Hrant’ı 6 ay hapis cezasına mahkum ettiği yazıyı anımsamak gerekir. Yazıda cezaya sebep olan cümle şuydu: “Türk'ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni'nin Ermenistan'la kuracağı asil damarında mevcuttur.” Yalnız mahkemenin atladığı, daha doğrusu atlamak istediği, bilerek göz ardı ettiği şey yazının yalnız bu cümleden oluşmadığıydı. Yazının tamamı okunmaya zahmet edildiğinde anlaşılacağı gibi, kastedilen Ermeniler'in “Türk düşmanlığı” idi ve “boşalacak zehirli kan” ile de bu kastediliyordu.
Yaşadığımız toplum gittikçe yozlaşıyor. Bunun hepimiz farkındayız. Kamuoyunun oluşmasındaki en önemli faktörün televizyon olduğunu ve televizyon programlarının o mükemmel (!) magazin mantığıyla çalıştığının hepimiz farkındayız. Neydi o mantık ? Yazılardan, konuşmalardan işine gelen kısmı cımbızla çekip manşete koymak. Bu mantığın mahkemelere sıçramış olması ne kadar ürkütücü. Türk-zehir-kan üçlüsü aynı cümlede kullanılmış. Hem de bunları bir Ermeni kullanmış. Hem de bunu bir kere yapmamış iki kere yapmamış. Buna tepkisiz kalmak vatan hainliğidir (!) mantığıyla hareket eden burjuvazinin, her ihtiyacı olduğunda kullanmaktan çekinmediği ve her seferinde de işine yarayan silahı yine devredeydi: Milliyetçilik. 6-7 Eylül diye de bir yara vardır hala değil mi ?
Biz suçlunun halk olduğunu söylemiyoruz ama. O halk ki zaten doğduğu andan itibaren kendine bırakılmadı. Doğduğunda Türk’tü o, ölene kadar da öyle kalacaktı. Daha 7 yaşındayken her sabah “andımız”ı bağırmıyor muydu ? Liseye geldiğinde tarih kitaplarında Türklüğün şanlı tarihini okumuyor muydu? Kitap okumak, film izlemek, düşünmek istediğinde ya alıkoyuluyordu ya da “sistem”in kitaplarını okumak zorunda kalıyordu. Hatta çoğu daha oraya gelemeden ortaokuldan ya da liseden okulu bırakmak zorunda kalıp çoktan çalışmaya başlamış ya da “evinin hanımı” olmuştu bile. Bu şekilde bakınca olaya suçu halkta mı bulmalıyız, yoksa halkı böyle yaşamaya iten, onu ideolojik olarak zehirleyen, devamlılığını sağlamak için devletlere ihtiyaç duyan kapitalist düzende mi ? Peki bu sadece Türkiye’de mi? Tabiî ki de hayır. Kapitalizm bir dünya düzeni olduğuna göre bu sayılanların bütün dünyada olduğunu da anlatmaya gerek yok. Toplumları içeride kenetlemenin tek yolunu diğer toplumlara kendi toplumunu düşman etmekte bulan bir düzen bu.
Milliyetçilik üzerine Hrant’tan bir alıntı yapmanın tam da sırası: “Milliyetçiler böyledir. Kendi milliyetçiliğini ötekine düşmanlığın üzerine temellendiren her milliyetçi için düşman şarttır. Düşman olmadı mı krize girer. Türkiye'nin etrafında düşman kalmadı, Türkiye'nin milliyetçileri krize girdi. Düşmansız yaşayamazlar. Denktaş'ın ‘Rum’ demesindeki, ötekinin ‘Ermeni’ye bak’ demesindeki etken budur. Nasıl diasporadaki Ermeni’ye düşman olarak birileri lazımsa, bu da öyle. Ötekine düşmanlık olmazsa, kendi varlığı ortadan kalkar çünkü. ...Ha diasporadaki Ermeni milliyetçiler, ha Türkiye'deki Türk milliyetçileri, al birini vur ötekine. Kazara biri Ermeni olmuş, öteki Türk.”
Tekrar dönelim davanın sonuçlandığı günlere. Cezayla ilgili vurgulanması gereken bir nokta daha vardı. Ceza aksi yöndeki bilirkişi raporuna rağmen verildi. Madem ceza yine de çıkacaktı neden bilirkişi dinlendi, gariptir bu kısım. Ceza suçun bir daha tekrarlanmaması şartıyla ertelenmişti. Hrant Ermeni milliyetçisi olmadığını, milliyetçiliğe karşı olduğunu, söz konusu yazıda bırakın Türklüğe hakaret etmeyi Ermenileri eleştirdiğini anlatmaya çalışıyordu. Cezanın silinmemesi halinde ülkeyi terk edeceğini vurguluyordu “ya sev, ya terk et” naraları arasında. Hrant davasınından yola çıkarak 301. maddenin ifade özgürlüğünü kısıtladığı çerçevesinde yola çıkan insanlar “sivil itaatsizlik” eylemi başlatıyor ve kısa sürede büyük bir kitleye ulaşıyordu.
Aradan biraz daha zaman geçmiş 19 Ocak günü gelmiş ve Hrant buralardan gitmişti arkadan vurularak. Yüzbinlerce insan vardı cenazesinde. Defalarca bu insanlar tekrar toplandılar, defalarca andılar. Katilin devlet ve 301. madde olduğu, katilin hortlatılan faşizm olduğu herkes tarafından bilinen bir gerçekti fakat somut bir katil gerekliydi. Tetiği çekenin Ogün Samast adında birisi olduğu çıktı ortaya. Bayrağın yanında hatıra fotoğrafları çekmek için polisler birbirleriyle yarıştı, kimilerince “kahraman evlat” oldu katil, vatani görevini yerine getirmiş olmanın rahatlığını hissetti o da. Hatta işi çığrından çıkarıp “Hepimiz Hrant’ız” sloganına karşılık “Hepimiz Ogün Samast’ız” sloganı bile geliştirildi. Bu zamanlar için çok şey yazılabilir ama şimdi AİHM kararından bahsetmek daha yerinde olur.
Cinayetin üzerinden 3,5 yıl kadar geçti. Hrant yukarıda bahsettiğimiz, suçlu bulunduğu davayı AİHM’ye götürmüştü. Eğer davadan aklanmazsa bu ülkeyi terk edeceğini söylüyordu. Haklıydı, çünkü mahkeme onun aynı toplumda yaşadığı insanları aşağıladığına karar kılmıştı, bu insanın onuruna dokunacak bir karardı ve Hrant’tan bunu kaldırması beklenemezdi. Ve ölümünden bunca zaman sonra aklandı, mahkeme kararını ironik bir şekilde Hrant’ın doğum gününe denk gelecek şekilde verdi ve Hrant’ı haklı buldu. Mahkeme Türkiye’nin yaşama hakkı, ifade özgürlüğü ve etkili başvuru haklarını ihlal ettiğini belirtti. Yaşama hakkının ihlali ile ilgili bölümde cinayetin gerçek sorumlularının ortaya çıkarılması için yeterince çaba harcanılmadığı ve Hrant’ın yaşamını koruma yükümlülüğünü yerine getirmediği ifade edildi. Cinayetin gerçekleşme ihtimaline rağmen resmi makamların Hrant’a koruma tayin etmemesi de ayrı bir maddeydi. Ayrıca mahkeme toplumdaki belli kesimde oluşan Hrant nefretinin sebebi olan hakaret davasına ilişkin de Hrant lehine karara hükmetti. Söz konusu “Türklük” kavramının “dinsel, dilsel ve tarihsel” azınlıkları dışladığı yorumunu yaptı. Dava sonucu mahkeme 133 bin Euro tazminatın Türkiye tarafından Dink Ailesi’ne ödenmesi kararını verdi. Bu kararla aklanan Hrant’ın, ülkesini terk etmesi için bir sebep kalmayacaktı, tabii öldürülmeseydi. Karar sonrası açıklamada bulunan Rakel Dink, Hrant’ın üzerindeki 'Türk düşmanı' yaftasından arınmasını olumlu karşıladığını ve tazmin edilecek olan paranın ise çeşitli kurumlara bağışlanacağını ifade etti. Hiç şüphesiz ona böyle bir yafta yapıştırılmasına karşı en büyük yanıtı cenazesinde yürüyen 500 bine yakın emekçi daha üç yıl önce vermişti.
Sonuç olarak Hrant’ın ilk olmadığını biliyoruz ve eğer bu düzeni değiştirmek için daha fazla ve sıkı çalışmazsak son olmayacağını da biliyoruz. Bunun yanında milliyetçiliğin ne kadar tehlikeli bir canavara dönüşebileceğini de sık sık tanıklık ettiğimiz olaylardan biliyoruz. Görevimiz insanlara ulusların, tarihin başından beri var olmadığını anlatmak, milliyetçiliğin kapitalizmin bir ürünü anlatmak. Görevimiz burjuvazinin milliyetçiliği nasıl kullandığını emekçi sınıflara göstermek ve tek panzehirinin işçi sınıfının uluslararası birliği olduğunu açıklamak. Hrant öldü, ama onun milliyetçilik karşıtı tutumu her zaman bizim yanımızda olacak.
ihka
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder