4 Ekim 2010 Pazartesi

Sınırları Ortadan Kaldırma Hakkı

Defne Ormanı

Köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri
için felsefe yapıyorlardı, çünkü
Ekmeklerini köleler veriyordu onlara;
Köleler ekmek kaygusu çekmedikleri için
Felsefe yapmıyorlardı, çünkü ekmeklerini
Köle sahipleri veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Köleler felsefe kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapıyorlardı, çünkü
Felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara;
Felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini
Felsefe veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Felsefenin ekmeği yoktu, ekmeğin
Felsefesi. Ve sahipsiz felsefenin
Ekmeğini, sahipsiz ekmeğin felsefesi yedi.
Ekmeğin sahipsiz felsefesini
Felsefenin sahipsiz ekmeği.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Hala yeşil bir defne ormanı altında.

Melih Cevdet Anday


Tarihsel gelişme, toplumsal yapılarla beraber insanlararası ilişkilerin de değişimine yol açıyor. Bu değişimin temel yapısının, bugüne kadarki tüm sınıflı toplumlarda mülkiyet ilişkileri ve onun üzerinde yükselen sınıf mücadeleleri olduğunu görmekse, bize toplumu anlamanın anahtarını sunuyor. Yazımızın ana konusu, “haklar” meselesini de bu çerçevede ele alabiliriz.

İlkel kabile toplumundan çıkıp gelen haliyle köleci topluma bakalım (kapitalizmin gelişmesi temelinde baktığımız için asyatik toplumları önemlerini dışlamadan bir kenara bırakıyoruz)... Köleci toplumdaki en kutsal ve korunumlu hak, efendi olma hakkıydı ki bu kölelerin “köle olma hakkı”ndan bağımsız düşünülemezdi. Öyle ya, köle olmadan efendi olmak mümkün değildir. Peki, efendi ve kölenin haklarını kullanmalarını sağlayan şeyler nelerdi? Efendi için bunu sağlayan şey hiç şüphesiz, insanları köle olarak yanında tutmasını, çalıştırmasını sağlayan aygıtlara sahip olmasıydı. Bugünkü toplumdan farklı olarak, hiç kimsenin gönüllü köle olmadığını da düşündüğümüzde, köleyi köle yapan şeyin, o toplumun üretim biçimi olduğunu, en nihayetinde de bu üretim biçimine göre yapılaşmış devlet aygıtı tarafından onun köle olma hakkının güvence altına alındığını görürüz. Başta da dediğimiz gibi, kölenin köle olma hakkı, aynı zamanda efendinin efendi olma hakkıydı. Meseleyi yalnızca zor aygıtına bağlayan, bizce tersinden bakış hatasına düşmemek için, yani köleler efendiler güçlü olduğu için köleydi yanlışına düşmemek için, o günkü anlamıyla köleye gereksinim duymayan toplumları gözünüzün önüne getirin. Özetle demek istediğimiz, köle emeğine gereksinim duyan toplumsal koşullarda, efendi-köle bütünlüğü-karşıtlığının ortaya çıkması kaçınılmazdı.


Buradan birkaç sonuca ulaşabiliriz.
Devlet, varoluşundan itibaren egemen sınıfın bir aygıtıydı. Sınıflar da mülkiyet-üretim ilişkilerinin değişimiyle beraber şekil değiştiriyor, karşıtlıkları ve mücadeleleri bu temel üzerinde yükseliyordu. Köleci toplumun çöküşü, onun artık sürdürülemez bir üretim biçimi olmasından kaynaklıydı. Bu çöküş, beraberinde efendi ve köle olma hakkını da ortadan kaldırmış, ortaya kapitalizm öncesi dönemde varlığını sürdürecek olan feodal üretim ilişkilerini çıkarmıştı. Buradaki değişimin, özel mülkiyet hakkını değiştirmediğini, ancak sınıfsal ilişikileri, feodal senyör ile serf ilişkisi olarak temellendirdiğini görüyoruz. Feodal toplumda elbetteki ara sınıflar yadsınamayacak bir öneme sahipti, bunun böyle olduğu kentsoylu sınıfın -burjuvazi- tarihsel gelişmeyle beraber oynacağı rolde görüldü de. Ancak temel sömürü ilişkisi, senyörün malikanesi sınırları dahilinde yaşayan ve toprakla beraber ona ait olan köylü serfleri sömürmesine dayanıyordu. Köylü serfin sömürüsü, Marx'ın da yeri geldikçe değindiği gibi, kapitalist toplumdan farklı olarak, bakıldığında kolayca görülebilen, açık bir sömürüydü. Serf, haftanın örneğin üç gününü senyör için çalışarak geçirir, kalan üç günü kendi ihtiyacını üretir, bir günü de dinlendirdi. Bu gün oranları elbette dönemin toplumsal koşulları ve sınıf mücadelelerinin belirlediği bir orandı.


Feodal toplumdaki temel hak ilişkisinin de üretim-mülkiyet ilişkisiyle belirlendiği ortada. Senyörün serfi sömürme hakkı, üretim biçiminde ve üretim biçimi üzerinde yükselen toplumsal ilişkilerden kaynaklıydı, aynı serfin sömürülme hakkında olduğu gibi. Yine feodal senyörlerin üretimi kendi sınırları dahilinde parçalama hakkı da, kapitalist üretim ilişkileri gelişene kadar varlığını korudu. Tarihsel gelişme, köylülerin akın akın kentlere akması ve proleterleşmesini dayattığı sırada, kentsoylu sınıf, burjuvazi kapitalizmin anayurtlarında siyasi iktidarı da ele geçiriyordu. Burjuva devrimleri dendiğinde ilk akla gelen Fransız Devrimi, yeni toplumun haklarını ilan etmişti. Önceki toplumlara kıyasla tartışılamayacak bir siyasi-toplumsal ilerlemeyi ifade eden birçok düzenlemeyi hayata geçiren burjuvazinin, en temel ve kutsal olarak ilan ettiği hak, özel mülkiyet hakkıydı. Artık egemenliğini yüzyıllar süren kanlı sınıf mücadeleleriyle ilan eden burjuvazi, kapitalist üretimin ihtiyaç duyduğu ve doğurduğu devlet biçimini ortaya çıkardı; bu ulus-devletti. Sermayenin birikim alanı ve pazarı olarak burjuvazi tarafından birleştirilen -feodal toplumda parçalanmış- sınırlar, o ülkenin sınırları olarak ilan edildi. Her ülkenin egemen burjuvazisi, kendi sınırlarını sanıldığı gibi “ulus”un yaşadığı yerlere kadar değil, gücünün yettiği yerlere kadar genişletti. Ulus, kural olarak ulus-devletten sonra oluştu. Burjuva toplumun temel hak olarak ortaya koyduğu şeyin, özel mülkiyet hakkı olduğunu; kapitalist üretim biçiminin bu temel üzerinde yeni devlet biçimleri yarattığını gördük. Aynı zamanda bu üretim, yeni bir sınıf da yaratmıştı ki bu sınıf aynı zamanda bu üretim biçimini yaratıyordu. Marx'ın proletarya olarak isimlendirdiği bu sınıf, kapitalizmin kitleleleri mülksüzleştirmesinin bir ürünüydü, aynı zamanda bu sınıf kapitalizmin gelişebilmesinin ve sınıflı toplumların ortadan kaldırılmasının da temel koşuluydu.


Emek ve sermaye arasındaki bu


bütünlüklü-karşıt ilişki Komünist Parti Manifestosu'nda şöyle ifade edilmişti: “Burjuvazi her şeyden önce kendi mezar kazıcılarını üretmektedir.” İşçi sınıfının, mezar kazıcı olarak nitelendirilmesi, onun tarihsel rolüne ilişkin bir nitelemedir. Bu rol, aynı zamanda işçi sınıfının kendi varlığından gelen hakkını da işaret eder. Bu hak, onun sömürülme, ezilme, baskı altında tutulma gibi hakları gibi yasal değildir. Tam tersine, bugünkü toplumda en yasadışı mücadele, sınıfları ve sınırları ortadan kaldırma hakkımızdan gelen mücadeledir. Bunun neden yasadışı olduğunu, hangi üretim biçiminde yaşadığımız ve bu üretim ilişkilerinin hangi yasaları üreteceğini düşündüğümüz vakit kolayca anlarız.

Bu yasadışılık, yalnızca devletin zor aygıtıyla güvence altına alınmaz burjuvazi tarafından. Kapitalist toplum, öncülü toplum biçimlerinden farklı olarak, sömürü ilişkisini perdeleyebildiği için, ortaya ilginç ve bugünkü toplumun kilit noktalarından biri çıkar: gönüllü köle olma hakkı. Bu rızaya dayalı egemenlik, burjuvazinin egemenliğinin en önemli kilit noktalarından birisi olsa gerektir. Konuyla ilgili İtalyan komünist Antonio Gramsci'nin Marksizme katkıları da ayrıca incelenmeye değerdir. İdeolojik hegemonya olarak ifade edilen bu durumu kırmak hepimizin tahmin edebileceği gibi zordur, ama imkansız değildir. Modern çağın köleleri işçiler, sınırları ortadan kaldırma haklarını Ekim 1917'de kullandıkları gibi tekrar kullanmak üzere ayağa kalkacaklardır hiç şüphesiz. Ancak onların bu hakkı kullanabilmeleri için başlıca ihtiyaçları, üretim yaparkenki ihtiyaçlarından biçimsel olarak çok da farklı değildir: bir araç. Bu aracın asıl farkı onun niteliksel yapısında yatar: doğası gereği uluslarası olan işçi sınıfının, uluslararası örgütlenmesi olarak Parti, sınıfın tarihsel çıkarlarının savunulması temelinde vücut bulur. Onun kullanımıyla ideolojik ve siyasi hegomonyanın kırılması ve sınırları ortadan kaldırmak için bir ilk adımın, elbette uygun koşullarda atılması gerekir. Her şeyden önemlisi, sınırları ortadan kaldırma hakkı mücadelesi, işçiler ve burjuvalar olduğu sürece varolacaktır; bu eşyanın doğası gereğidir. Bir düşüncenin ortaya çıkması için gerekli koşullar varolduğu sürece hiçbir düşünce boğulamaz; bugünkü toplumda boğulamayacak temel düşünce bu yüzden 'sınırları ortadan kaldırma' düşüncesidir.

Burada yine ideolojik bir karşı propagandaya ve onun yarattığı yanılsamaya değinmek gerek. Bu da, bugün burjuvazinin “sınırları ortadan kaldırdığı” düşüncesidir. İlk bakışta, örneğin Avrupa Birliği'ne bakıldığında, ya da Türkiye devletinin vize kaldırma harekatı düşünüldüğünde doğruymuş, olabilirmiş gibi görünen bu iddia, burjuva toplumda kaçınılmaz olarak duvara toslar. Son dünya krizi, AB ülkelerinin “ulusal çıkarlar”ını öne sürmeleriyle gelişen bir AB çatırdaması yarattı. Kapitalizmin ürünü olan ve ancak onunla birlikte ortadan yokolabilecek burjuva devletler ve onun sınırları, keyfi olarak değil; kapitalist üretim yapısı bunu doğurduğu için vardırlar. Yüzyıl önce de dile getirilen dünyanın tüm ülkelerin entegrasyonu, tek bir dünya devleti gibi ütopik ve bilimsel olmayan tezler, kapitalist toplumda olanaksızdır.

Açılan sınırlar, kapitalizmin ekonomik bütünleşmeyi dayatmasının ve en önemlisi üretici güçlerin geldiği seviyenin bir ifadesidir. Bugün üretim dünya çapında yapılırken, pazarlar eskisi gibi “ulusal” değil ama tek bir dünya pazarıyken, ortada iki yüze yakın devletin olması kapitalizmin akıldışılığının bir ürünüdür. Üretici güçler bugün tarihte hiç olmadığı kadar sermayeye isyan ediyorlar. Bu isyan, ya ilk iki emperyalist dünya savaşıyla karşılaştırılamayacak bir üçüncü savaşla bastırılacak ya da işçi sınıfı bu isyana sınırları ortadan kaldırarak yanıt verecektir.


güneş y.

Hiç yorum yok: