6 Ekim 2010 Çarşamba

Yeni Bir Döneme Başlarken

İktisat-Siyaset'in 16. sayısıyla beraber, üç aylık bir aranın ardından yayın hayatımıza devam ediyoruz. Yaz döneminde okulların kapanmasıyla birlikte bizler de yayınımızı İ-S'nin internet sayfası üzerinden sürdürmüş ve yeni sayı için hazırlıklara başlamıştık.

***

İ-S'nin içerisinde yer verebildiğimiz konular dışında özellikle değinilmesi gereken birkaç başlık daha olduğu açık. Bunların başında da Kürt sorunu çerçevesindeki gelişmeler geliyor. Bir yılı aşkın bir süre önce başlayan “açılım”ın arkasında yatan nedenler üzerine bu sayfalarda görüşlerimizi sık sık ifade etmiştik. Kısaca tekrar özetlemek gerekirse, bizler “Kürt Açılımı”nın, ne liberal çevrelin iddia ettiği gibi AKP hükümetin demokratlığından ileri geldiğini, ne de ulusalcıların ileri sürdükleri gibi Türkiye'nin “bölünmeye götürülmesi” olarak ifade edilebileceğini düşünmüyoruz. Her iki yorum da oldukça yüzeysel bir gözleme dayanıyor ve o ölçüde de gerçekleri görmeyi imkansız kılıyor.

Öncelikle devletlerin ve hükümetlerin sınıflardan bağımsız kurumlar olmadığını, aksine sınıfların varlığından doğduklarını ve egemen sınıfın bir aracı olduklarını görmek gerekiyor; olaylara sınıf temelinde yaklaşılmadığında komplo teorileri peşinden koşmak da, otoriter yönetimleri demokratik olarak selamlamak da mümkün. Dolayısıyla, Türkiye burjuvazisinin ve onun devletinin Ortadoğu'da geldiği konumu görmezden gelerek, attığı adımları değerlendirmeye çalışmak bizce mümkün değildir. “Açılım” tam da Türkiye burjuvazisinin geldiği konumla, küresel sermayenin çıkarlarının ortaklaştığı noktada bir anlam kazanıyor. Özetle, sermaye siyasi istikrara kavuşmuş bir bölge istiyor ve PKK gibi bir örgütün varlığı artık kabul edilebilir değil. Bu gerçeklik kabul edildikten sonra, sorun karşı tarafın silahsızlandırılması noktasında kilitleniyor aslına bakılırsa. Bunun savaş yoluyla mümkün olmadığını birkaç yıldır ordunun en üst kademeleri dahi ifade ediyorlar.

Toparlayacak olursak, geçtiğimiz yıl PKK militanlarının Habur sınır kapısından giriş yapmalarıyla en üst noktasına varan açılım, arkasından yaşananlarla ve özellikle de AKP hükümetinin süreci iyi yönetememesi sebebiyle önemli bir kesintiye uğramış, açılım öncesi noktaya geri dönülmüştü. Son haftalardaki gelişmelerse, yeniden açılımın ilk günlerindeki havanın oluşturulmaya başlandığını gösteriyor. Bunun bizce birkaç sebebi var: en önemlisi AKP'nin referandum sonucunu bir işaret olarak algılaması. Yani açılımın kesintiye uğramasından sonra yeniden alevlenen savaşla beraber asker ölümlerinin birden bire yeniden gündem olması, MHP'nin çabalarına rağmen AKP'ye ya da “açılım”a büyük bir tepki oluşturmuşa benzemiyor. Aksine toplumun genelindeki havanın savaşın son bulması ve barışın sağlamasından yana olduğu söylenebilir. Dolayısıyla referandum sonuçlarıyla da beraber bundan güç alan AKP hükümeti açılım sürecini yeniden ve birçok koldan canlandırmış bulunuyor. Bunda, yani oluşturulan “olumlu hava”da CHP'nin içinde bulunduğu dönüşümün de payının büyük olduğu hiç şüphesiz atlanmamalı. Bugün gelinen noktada, Abdullah Öcalan'la devlet yetkililerinin doğrudan görüşmeler yaptığını, bunu CHP'nin 'olumlu' karşıladığı unutulmamalı. Böylece PKK ateşkesi bir ay daha uzattı ve eğer süreç karşılıklı niyetler çerçevesinde gelişirse bunu önümüzdeki seçimlere kadar uzatabileceği ifade ediliyor. Bu noktada son süreçte hükümetin “açılım diplomasisi”ndeki atağı da gözden kaçmamalı (MİT müsteşarının ABD gezisi, İçişleri Bakanı'nın Barzani ile görüşmesi).

Açılımın sonuçlarına dair bugünden kesin tahminlerde bulunmak mümkün değil. Geçtiğimiz yıl da, sürecin düz bir çizgi izlemeyeceği ve kırılmalara açık olduğunu sık sık vurgulamıştık. Geçtiğimiz günlerde BDP'ye yönelik gerçekleştirilen son operasyon da “olumlu hava” ile beraber saldırıların henüz bitmediğini ortaya koyuyor. Bununla birlikte devlet ve PKK içerisindeki “denetlenemeyen unsurların” sürece olası olumsuz etkileri çatışmaları yeniden alevlendirebilir. Fakat tüm bunlara rağmen dialog zemininin seçim sonrasına kadar sürdürülmek isteneceği açık.

***

Bir diğer atlanılmaması gereken konunun Hanefi Avcı olayı olduğu kanısındayız. Belirsizliklerle dolu bu konu ve 'Devrimci Karargah' örgütü çerçevesinde kopartılan gürültü ile gerçekleştirilen tutuklamalar üzerine kısaca değinmek istiyoruz. Öncelikle, Hanefi Avcı'nın bu kitabı neden yazdığı sorusu önümüzde duruyor. Fethullah Gülen cemaatine yıllardır karşı duran, ona karşı emniyet örgütü içerisinde mücadele etmiş bir kişi olmadığını Hanefi Avcı kendisi de ifade ediyordu. Aksine, Gülen cemaatinin çalışmalarından deyim yerindeyse “gurur duyan”, uzun yıllar cemaatle çeşitli ilişkiler geliştirmiş fakat onun devlet içinde örgütlenmesine karşı çıktığını ifade eden bir kişi olarak karşımızda duruyor Avcı. Hal böyle olunca, Avcı'nın kitabını yayınlaması da, hemen ardından tutuklanması da devlet içerisindeki bir hesaplaşmanın ürünü olarak görünüyor.

Avcı'nın 12 Eylül'ün eli kanlı faşist işkencecilerinden olduğu, sonrasında da devlet için “hayırlı işler”de bulunduğu bir sır değil. Dolayısıyla onun 'Devrimci Karargah' örgütü çerçevesinde “solcu, devrimci” olduğunu iddia etmek gülünç duruyor. Bunun yanında yasal alanda faaliyet gösteren SDP, TÖP ve RED çevrelerinden devrimcilerin, ani bir operasyonla 'Devrimci Karargah' çuvalına sokularak tutuklanmaları asla kabul edilebilecek bir durum değil ve buna kararlılıkla karşı çıkılması gerekir. Henüz daha başlangıç aşamasındaki düzen içi bu hesaplaşmanın, önümüzdeki günlerde çeşitli gelişmelerle gündemde kalaması ve daha somut verilerle konuya değinme imkanı bulmamız muhtemel…

Kısaca değinme imkanı bulabildiğimiz bu önemli konularla da beraber kolektif bir emeğin ürünü olan yeni sayımızı da sizlerle paylaşmış oluyoruz. İyi okumalar.

Hiç yorum yok: