Demokrasi ve insan hakları denildiğinde burjuva siyasetçilerinin örnek gösterdiği Avrupa uzunca bir süredir ırkçı söylem ve uygulamalarıyla dünya kamuoyunda yer alıyor. Anımsanacağı üzere, Eylül ayı içinde Fransa'da göçmen Roman vatandaşların sınır dışı edilmesi çabaları, peçe yasağının Fransa parlementosunca onaylanması ve Almanya'da Sosyal Demokrat Parti (SPD) üyesi Sarrozin'in 'Almanya Kendini Yok Ediyor' isimli ırkçı kitabının piyasaya sunulması oldukça konuşuldu. Ancak ne yazık ki Avrupa ülkelerinde milliyetçilik tehditleri bu iki örnekle sınırlı değil. Bu tehdit üzerindeki en önemli kanıt bugün bir çok Avrupa ülkesinin millyetçi iktidarlar tarafından yönetiliyor olması.
Ekonomik krizden önemli ölçüde zarar gören İngiltere ve Macaristan'da son dönemde giderek güçlenen milliyetçi politikalardan başlayalım. Yüksek kamu borcu nedeniyle ciddi bir ekonomik dönemeçte olan İngiltere geçen yıla oranla cari açığını %50.5 büyütmüştü. İngiltere'de başbakan David Cameron seçim kampanyasında söz verdiği göçmen karşıtı uygulamaları yasalaştırmak için çalışmakta. AB ülkeleri arasında en çok göç alan ikinci ülke olan İngilitere'de yapılan bir ankete göre katlımcıların %64'ü göçmenlerin zaten zor olan ekonomik yaşantıyı daha da zorlaştırdığını düşünüyor.
2010 yılında iflasın eşiğinden dönen Macaristan'da ise özellikle göçmenler için durum oldukça kritik. AB ve IMF'den 200 Milyon Euro kredi alan ülke işçi sınıfını daha da zor günler bekliyor. Çünkü bu miktar Macaristan'ı bir süre daha idare edecek olsa da kapitalizmin krizlerle büyüyen yapısında ayakta durabilmesi mümkün görünmüyor. AB'nin en yoksul ülkelerinden biri olan Macaristan'da 2010 Nisan'ı genel seçimlerinde merkez sağcı FIDESZ isimli parti iktidara geldi. Bu seçimlerle FIDESZ parlementodaki 256 sandalyesine 52 sandalye daha ekleyerek, parlementoda üçte iki çoğunluk sağladı. Milliyetçi iktidarın göçmenlere karşı ciddi yaptırımları var. Nufusun %6'sı Roman olan Macaristan'da Romanların %90'ı işsiz. 10 milyon nüfuslu ülkede 3 milyon kişi açlık sınırında yaşayarak en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayacak durumda. 'Sosyalist' MSZP %19,29 oranında oy alarak bir önceki seçimlerde aldığı oyların yarısını yitirdiğini gösterdi. 'Macar Muhafızlar' isminde SS benzeri örgütler oluşturan faşist parti Jobbik ise parlementoda üçüncü büyük parti haline geldi. % 16,71 oranında oy alarak Macaristan'da artan milliyetçiliğin boyutlarını açıkça bizlere sundu.
İsveç'e bakacak olursak,küresel ekonomik krizi görece iyi idare etmiş olan bu ülkenin yoğun göç alan kıyılarında yoksulluk giderek artmakta. Sosyal demokrasinin kalelerinden biri olduğu düşünülen İsveç'te ilk kez 4 yıl önceki seçimlerde Sosyal Demokrat Parti seçilememişti. 2006 yılındaki seçimlerde iktidara gelen merkez sağ koalisyonu bu yıl da oylarını arttırarak iktidara geldi. 19 Eylül 2010 günü gerçekleşen seçimlerde sonuç yine merkez sağ koalisyonun lehine sonuçlandı. İsveç'te asıl korkutan, faşist bir parti olan İsveç Demokrat Parti'sinin (SD) oylarını ciddi ölçüde arttırarak İsveç'teki dördüncü büyük parti haline gelmesi oldu. Sadece 4 yılda SD'nin oyları %2,8'den % 5,7'ye yükseldi.
Hollanda, Danimarka ve Avustrya'nın durumu da çok farklı değil. Hollanda'da ırkçı PVV iktidarda. Avustruya'da da benzer şekilde 2 yıl önce iktidar sağ hükümetlerin eline geçti.
Nufusunun %7'sini azınlıkların oluşturduğu Danimarka'da sağcı DF ülkeyi yönetiyor. Danimarka'da geçtiğimiz Haziran başında açıklanan 48 milyon kronluk bütçe açığının 24 milyarı göçmenlerden karşılanacak. Bu konuda iktidar partisi ve hükümeti destekleyen aşırı sağcı Halk Partisi göçmenlere ayrılan sosyal fonlardan ciddi kısıtlamalar yaparak bu meblayı karşılamayı hedefliyor. Sadece göçmen işçilere değil Danimarka işçi sınıfına yönelik ağır tedbirler de var. Bunlardan en çok tepki ile karşılananı işsizlik yardımının 4 yıldan 2 yıla indirilmesi. Başbakan Rassmussen 26 Haziran'da Hürriyet Gazetesine yaptığı açıklamada böylelikle herkesin daha fazla çalışmak zorunda kalacağını büyük bir keyifle anlatmıştı. Elbette bu çalışma işçi sınıfının sömürüsüyle yaşamını sürdüren burjuvaziyi değil, emekçileri kapsıyor.
Dünya'nın her yerinde işçi sınıfı yoğun artı değer sömürüsüyle sürekli çalışmakta. Dünyanın yıllık meta üretimi korkunç boyutlarda devam etmekte. Aşırı üretime rağmen dünyanın birçok ülkesinde insanlar temel gıda maddeleri, barınma ihtiyacı gibi insani ihtiyaçlarını karşılayamadıkları için yaşamlarını yitirmekteler. Kar amacıyla yapılan tüm ticari ve 'insani' ilişkiler eni sonu büyük bir anafora dönüşüyor. Kapitalist ülkeler rekabet ettikçe daha da pervasızlaşıyor ve barbarlaşıyorlar. Onları kendi uydurdukları 'demokrasi' şöleninde bunca kızgın ve saldırgan gördüğünüzde şaşırmayın. Rekabet arttıkça işçi sınıfları üzerinde kurulan hakimiyetin çerçevesi daha bir koyu çizilmeye çalışılıyor. Polisiye önlemler, ücretlerin şoklanması, çalışma saatlerinin arttırılması, özlük haklarının geri alınması... Bunlar burjuva hükümetlerin kriz anında ilk başvurdukları. Milliyetçi politikaları üretmek ise işçi sınıfnın kabaran öfkesi üzerinde bir nevi tampon işlevi görüyor. Bu politikalar, ekonominin kötü gidişatını göçmenlerin varlığına bağlıyor ve 'bu, sınırlarını atalarımızın (siz sermayenin diye okuyun) çizdiği topraklarda sizin yeriniz yok. Sizin yüzünüzden karnımız doymuyor' çığlıklarını yükseltiyorlar. Oysa krizin yarattığı ekonomik sarsıntı en çok göçmen işçilerin emeği üzerinden tolere ediliyor.
Bugün Avrupa'da yükselen faşist ve ırkçı söylemler, burjuvazinin önemli bir yalanını da görmek isteyen herkes için bir kez daha açığa çıkarıyor. Bu yalan, faşizmin II. Dünya Savaşı ile birlikte öldüğü yalanıdır. Gerçekte olansa, burjuva faşist diktatörlüklerin ikinci emperyalist paylaşım savaşında yenilgiye uğramasıydı. Gözlerden gizlenen gerçek, faşizmin kapitalizmden doğduğu ve kapitalizm varolduğu sürece öldürülemeyeceğidir. Burjuvazi, belirli ekonomik ve toplumsal kriz dönemlerinde olağanüstü yönetimlere ihtiyaç duyar; bunlar en bilinen halleriyle faşist veya askeri diktatörlüklerdir. Bugün içinden geçmekte olduğumuz dünya ekonomik krizi de, egemen sınıf için, yine geçmişteki gibi olağanüstü yönetim biçimlerine ihtiyaç duymayı doğurabilir. Görüldüğü gibi, bu noktada en çok kullanılan ideolojik söylem göçmen ve yabancı düşmanlığıdır.
Milliyetçi politikalar bugün Avrupa'yı büyük ölçüde etkisi altına almış durumda, bu tehlikeli dalgaya karşı ciddi bir ses de ne yazık ki bulunmuyor. Bunun en büyük sebeplerinden birisi işçi sınıfının Marksist bir önderliğinin bulunmamasıdır. İşçi sınıfının vatansız, uluslararası bir sınıf olduğu vurgusunun, tüm dünya işçilerini tek bir parti altında dünya sosyalist devrimi için örgütleme çabasının yoksunluğu, işçi sınıfının burjuva milliyetçi ideolojilerin etkisi altına girmesine ya da bundan zarar görmesine sebep oluyor. Ancak işçi sınıfının sosyalizm mücadelesiyle milliyetçilik Avrupa ve tüm dünya ülkelerini terk edebilir, tekrar tekrar vurgulanması gereken şey, faşizmin tek alternatifinin sosyalizm olduğudur. Aksi halde burjuvazi daha önce ihtiyaç duyduğu gibi yeniden kabaran şoven dalgalara mecbur kalabilir. Şüphesiz bu dalgaların altında kalacak olanlar yine dünya işçi ve emekçileri olacaktır.
İşçi sınıfnın devrimci örgütsüzlüğü, ekonomik krizin boyutlarının giderek genişlemesi burjuvaziye Kavafis'in ünlü dizelerini yeniden söyletebilir.
'Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?
Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza.'
marmara
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder