31 Mart 2010 Çarşamba

GDO Tartışmaları Üzerine

Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı'nın Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) yönetmeliğini yayınlamasıyla birlikte GDO, bir süre önce gündemin ilk sırasına oturmuştu ve medyada uzun süren tartışmalara neden oldu. İnsan sağlığını son derece ilgilendiren GDO konusunda medya, bilgi kirliliğine sebebiyet vererek kafaları karıştıracak şekilde konuyu çok farklı noktalara çekti. Öte yandan, konunun akademik uzmanları, medya aracılığıyla “değerli” görüşlerini bizlerle paylaştılar. GDO'lar üzerine bilimsel çalışmaların az yapıldığı, konunun son derece önemli bir bilim dalı olan genetik bilimle yeni yeni tanışan Türkiye gibi bir ülkede, konunun uzmanı olmayanlar ve konunun uzmanı olmayıp ama uzmanı gibi görünen kişiler, GDO'lu ürünlerin tehlikeli ve sağlığa zararlı olduğu; konunun uzmanı olup ama bir avuç emperyalist tekelin çıkarlarına toz kondurmayan bilim insanları ise GDO'lu ürünlerin “açlığı bitireceği” görüşünü ortaya koydular.
Muhalefetin de tartışmalara ortak olmasına rağmen söz konusu bakanlık GDO yönetmeliğini yayınladı. Ancak, muhalefet GDO yönetmeliğinin bu haliyle yayınlanmasına karşı çıkmış, bir 'vatandaş' da yönetmeliği Danıştay'a taşıyarak iptalini istemişti. Danıştay, yönetmeliği durdurdu ve değişikliklerin yapılmasını ve Biyo-güvenlik yasasının çıkarılmasını istedi. Bu doğrultuda Bakanlık, yönetmelikte küçük çapta değişiklik yaptıktan sonra Resmi Gazete'de yayınlayarak yürürlüğe koydu. Biyo-güvenlik yasasını da geçtiğimiz günlerde Meclis gündemine taşıdı. Özetle GDO tartışmaları, küresel sermaye ve onunla rekabet şansı olmayan yerli sermayenin bakış açılarından ele alındı yalnızca. Bizse Marksistlerin ve işçi sınıfının tutumunun ne olması gerektiği üzerinde durmak istiyoruz; konunun ilk gündeme gelişinden bir süre geçse de güncelliğini koruduğu gerçeğiyle beraber.

GDO ve Madalyonun İki Yüzü
Doğal olmayan yollardan bir ya da daha fazla geni kazanan canlıya -yaygın deyimiyle- GDO ya da transgenik canlı denilmektedir. Bir canlıya gen aktarımı, geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısından itibaren bugüne kadar gelişmekte olan DNA teknolojisi sayesinde olmuştur. DNA teknolojisinin pratik uygulamaları, ilk olarak tıp ve endüstri sektöründe kendini göstermiştir. Tabii bununla sınırlı kalmayıp adli, çevresel ve tarımsal uygulamalara kadar ilerlemiştir. Bizi burada ilgilendiren kısmı tarımsal uygulamalar. DNA teknolojisi tarımsal uygulamalarda oldukça yaygın. Bunun nedeni ise şu; bitkileri genetik olarak değiştirmek pek çok hayvanı değiştirmeye kıyasla çok daha kolay. Bundan hareketle bilim insanları, bir süreden beri, tarımsal üretimin artırılması amacıyla (tekelci sermaye sınıfına yüksek karlar kazandırmak amacıyla diye okuyabilirsiniz) DNA teknolojisini kullanmaktadırlar. Bilim insanları tarımsal alanda bu teknolojiyi kullanarak geç olgunlaşma, ürün verimliliğini artırma, raf ve depolama ömrünü uzatma ve hastalıklara karşı direnç gösterme gibi istenen özellikleri kodlamaya sahip olan bir takım GDO'lu ürünler elde ettiler.

GDO üzerine araştırmalar yapıldıktan sonra tarımsal ürünlerde üretim ilk olarak 1967 yılında patates ile başladı. Başarılı patates üretiminin ardından, bu ve bundan önceki çalışmalar, ilerleyen yıllarda, süt ineklerine enjekte edilen sentetik büyüme hormonu, ABD, Almanya ve Belçika'daki araştırmacıların patojen bir bakteriyi kullanarak, transgenik bitkilerin üretimi için yeni metotlar bularak, domatesin olgunlaşmasını sağlayan çalışmalar ile devam etti. 1980-1990 yılları arasında yapılan araştırmalarla birlikte bilim hızla gelişiyordu. Artık daha gelişmiş DNA teknikleri kullanılıyor ve buna paralel olarak genetik biliminde gelinen nokta itibariyle araştırmalar çeşitli bitkiler üzerinde uygulanıyordu.

Bilim ve teknolojideki gelişmenin tarımdaki yansıması olan ve 21. yüzyıla damgasını vuran tarımsal biyoteknoloji sayesinde bugün dünyanın birçok ülkesinde GDO'lu bitki yetiştiriliyor. 2003 yılı rakamlarına göre, bu ülkelerin başında %62.3 ile ABD, %34.4 ile Arjantin, %10.9 ile Kanada, %8.4 ile Brezilya, %6.9 ile Çin geliyor. Dünyada ise tarımsal alanın %6.7 hektarında yetiştiriliyor. Yetiştirilen GDO'lu bitkiler arasında çoğunlukla soya, kanola, mısır, buğday, patates ve domates gibi tarımsal ürünler yer alıyor.


GDO'lu ürünlerin yetiştirildikleri tarımsal alanda,

birim (kilo/tohum) başına, bol miktarda ürün elde edilmesi, çok uluslu şirketler için -toplumsal emek zamanı düştüğünden- düşük maliyet ve buna bağlı olarak yüksek karlar elde etmek gibi büyük bir avantaj sağlıyor. İşte bu noktada, çok uluslu şirketlerin tekelinde çalışan konunun uzmanı olan bilim insanları, bol miktarda ürünün elde edilmesiyle birlikte dünyada “açlığa son vereceklerini” ifade ediyorlar. Buradan şu anlam çıkıyor; dünyada açlığın sebebi insanlara yetecek kadar gıdanın üretilmemesinden kaynaklıdır. Öncelikle belirtmek gerek, dünyada, şu an bile açlığı giderecek ve bütün insanlara yetecek kadar gıda mevcut; yani, milyonlarca insanın aç kalmak zorunda kaldığı/bırakıldığı bu sistem içerisinde bunun sebebi yeterince gıdanın olmaması/üretilmemesi değil, burjuva özel mülkiyet üzerine kurulu olan kapitalist sistemdir. Milyonlarca insan yaşamsal varlıklarını sürdürebilmek için en temel ihtiyacı olan gıdaya ihtiyaç duyar ama satın alamadığı için aç yatarken, burjuvazi aşırı-üretim nedeniyle bol miktardaki gıda maddesini sırf fiyatlar düşmesin diye okyanuslara dökerek ya da yakarak imha etmeyi tercih ediyor. Bununla birlikte, raflarda bekletilen yüzlerce çeşit gıda maddesinin bozulmasına/çürümesine göz yumuyor. Bu noktada, Marx'ın “Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser” sözü olan biteni özetliyor.

GDO'ların besin içeriğini zenginleştirebilme özelliğine sahip olması gibi bir yanı daha var. Örneğin, yakın zamanda geliştirilen transgenik prinç bitkisi -diğer adıyla “Altın prinç”-, vücudumuzda A vitaminin yapımında kullandığımız beta-karoteni içeriyor. Bu, zengin içerikli vitaminleri barındıran ürünler üretilebileceği anlamına geliyor. GDO'ların diğer yararları arasında, besinlerin alerjik özelliklerinin azaltılması, besinlerin aşılama amacıyla kullanılması, besinlerin tedavi amacıyla kullanımı, hastalık ve zararlılara karşı tarım ilacı kullanımının azaltılması, hastalık ve böcek zararlılarına karşı dayanıklı ürünlerin üretilmesi, raf ve depolama ömrünün uzatılması gibi daha bir çok şey olduğunu söyleyebiliriz.


Yukarıda belirttiğimiz GDO'ların
yararları madalyonun bir yüzü. Şimdi, madalyonun bir diğer yüzü olan GDO'nun yarattığı potansiyel risklere değinelim. GDO'ya karşı cephe alanların -ki bunlar sivil toplum örgütleri, ulusalcı/milliyetçi burjuva partiler, hatta ulusalcı solun geniş bir kesimi- GDO'ların insan ve hayvan sağlığı riskinden önce ilk karşı çıktıkları şey, GDO'ların sosyo-ekonomik bir risk taşıdığı ve bunun da Türkiye tarımının “yabancı” ülkelere daha da bağımlı hale geleceği, çiftçiliği bitireceği, ekonomik kayıplara neden olacağı, ulusal çıkarlara aykırı düştüğü vs. Bu feryatları anlamak zor değil. Son çeyrek yüzyılı aşkın bir zamandır dünya ekonomisinin küreselleştiği bir dönemde, uluslararası alanda küresel sermaye karşısında rekabet edemez duruma gelen milyonlarca sayıdaki güçsüz küçük/orta burjuvazi (özellikle köylü) iflas ederek büyük bir hızla mülksüzleşti. Buna tepki olarak, kâh GDO karşıtlığı kâh “yabancı düşmanlığı” yaparak siyasi ve maddi varlıklarını korumaya çalışıyorlar. Dolayısıyla, onlar GDO'ya karşı çıkarak, hatta “GDO'ya Hayır” platformunu kurarak, köylülerin eski “güzel” günlerde olduğu gibi, at ve saban ile ilkel bir şekilde tarım yapmalarını özendirecek kadar ileri gidebiliyorlar. Bu geriye dönüş arzusu toplumsal ve maddi olarak ilerici hiçbir yan taşımamaktadır. Ancak eski günlere geri dönme hayalleriyle yanıp tutuşan gerici ve küçük-burjuva milliyetçi kesimlerin siyasi temsilcileri GDO'ya topyekün karşı çıkabilir. Gerici ve ilerici kavramlarının Marksizm açısından ne anlam ifade ettiğini bilemeyecek kadar Marksizmin M'sini kavrayamamış küçük-burjuva solcularına, kapitalist tarım işletmelerinin işbölümü ve emeğin verimi açısından ilerici bir karakter taşıdığını hatırlatarak geçelim.


Çok uluslu şirketlerin piyasada sattığı tohumu yılda sadece bir defa ekmek zorunda kalan çiftçiler, her yıl tohum almak zorunda kalıyor. Bu da onları özde, çok uluslu şirketlere bağımlı hale getiriyor. Buna karşılık, ulusalcı “sol”un da desteklediği küçük-burjuva milliyetçileri tarafından Türkiye'nin “kendi teknolojisini” geliştirmesi ve kendi tohumunu üretmesi gerektiği sık sık ifade ediliyor. Kulağa hoş gelen bu sözlerin arkasında yatan asıl şey, Türkiyeli “ulusal” sermaye sınıfını küresel sermaye güçleri karşısında korumak ve güçlü kılmak niyetidir.

GDO'ların özellikle insan ve hayvan sağlığı üzerinde potansiyel riskler taşıdığı su götürmez bir gerçekliktir. Öncelikle, bir canlıya başka bir canlıdan gen aktarımı yapılırken (gen transferi) yeni patojen (hastalık yapan) ve virüsler yaratma gibi bir potansiyel var. Öte yandan, transgen ürünlerin neden olduğu alerjik ve toksik etkiler insan sağlığına zararlı olabiliyor. Şöyle ki, süt ve çilek gibi bir bitkisel veya hayvansal ürüne alerjisi olan insan, ürünün GDO'lu olması durumunda, içinde ne olduğunu bilmediğinden dolayı ürünün alerjik etkisinden zarar görebilir. Bu da insan üzerinde ciddi hastalıklara ve hatta ölümcül sonuçlara bile yol açabilir. Yine, bitkinin zararlı böceklere karşı toksin üretmesini sağlayan bir genin, ürünle alınıp ve bunun tüketilmesiyle birlikte gıda kaynaklı intoksikasyon hastalıklarına neden olabileceği biliniyor ancak tam olarak ne gibi potansiyel riskler doğuracağı henüz kesin biçimde ortaya konulmadı.

Peki, bu durumda GDO'lara ilkesel olarak karşı mı çıkmamız gerekiyor? Hayır, asla! GDO'lara karşı ne kesin bir “Evet” ne de “Hayır” diyenlerdeniz. GDO'ların yarattığı potansiyel riskler insan sağlığını tehdit eden hastalıklara yol açabilir. Ancak, bunun nedeni, GDO ya da gen teknolojisi değil, burjuvazinin hastalıkları engelleyecek masraflardan kaçınarak ürünleri düşük maliyetle üreterek yüksek karlar elde etme dürtüsüdür. Ayrıca, kapitalist sistemde çark önce hasta edip daha sonra hastalığın tedavi edilmesi şeklinde dönmüyor mu zaten? Bu düzen içersinde bunun başka türlüsü nasıl mümkün olabilir! GDO'lara karşı çıkmak, farklı bir alanda ama aynı anlamda makineleşmeye karşı çıkmakla karşılaştırılabilir. Sanayi devrimi ve makine teknolojisinin kullanımı milyonlarca insanı mülksüzleştirip sefalete sürüklemişti, ama aynı zamanda dünya çapında üretimin temelleri atılmış, üretim devasa ölçeklerde artmış ve sınıfsız toplumun maddi temelleri atılırken, onu yaratacak toplumsal güç işçi sınıfı da tarih sahnesine çıkmıştı.


Sonuç Olarak

Ulus-ötesi ve çok uluslu kapitalist şirketler çıkarları doğrultusunda bilime milyarlarca dolar yatırım yapıyorlar. Kapitalizme içkin bu olgu, on yıllardan beri daha fazla kar elde etme güdüsü ve rekabetin kapitalistleri zorladığı bir eğilim. Tabii bu sadece işin görünen yüzü. Oysa, biliyoruz ki, kimi zaman bilime yaptıkları yatırım çıkarlarına uymadığı için tüm yatırımlar çöpe gidiyor ya da rekabetten dolayı bilimsel gelişmeler hemen ortaya çıkarılmayıp karlı bir geri dönüşü mümkün kılan şartlar bekleniyor. Tüm bunlara rağmen, burjuvazinin bilime yatırım yapmasına karşı çıkmayız. Ancak, bilimin burjuva özel mülkiyet altında tüm insanların değil, mülk sahibi sınıfın çıkarları için kullanıldığını ve ancak özel mülkiyet zincirinden kurtulduğunda bugünkünden kat kat hızla ilerleyerek tüm insanlığa hizmet edeceğini biliyoruz. Buna rağmen, yukarıda bahsettiğimiz kar güdüsü ve rekabet sebebiyle burjuvazi üretici güçleri, bilimi ve teknolojiyi sürekli devrimcileştirmek zorundadır.

İşte bunun örneği gen teknolojisi ve onun ürünü olan GDO'lar. Kapitalistler kar hırsıyla insan sağlığını gözetmeden GDO'yu kullanıyor bu doğru, ama bu GDO'ların sağlıklı temellerde üretilemeyeceği anlamına gelmiyor, bu durumda karşı çıkılması gereken şey “makineleşme” yani burada GDO değil, kapitalizmdir. Bilim ve teknoloji bugün insanoğlunun açlık, sağlıklı ve dengeli beslenme, hastalık gibi en temel sorunlarını çözebilecek kadar gelişmiş bir düzeye ulaşmıştır. Ancak, bu gelişmişliğe rağmen, milyonlarca insan açlık ve sefalet koşullarında yaşıyor; dahası dünyada her yıl milyonlarca insan açlıktan ölüme kurban ediliyor, tedavisi mümkün olduğu halde çeşitli hastalıklardan ötürü ölüyor. Açlığın, yoksulluğun ve sefaletin sorumlusu bilim ve teknoloji değil, kapitalizmdir. Ne zaman ki, dünya işçi sınıfı, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ve ücretli emek sömürüsü üzerine kurulu olan kapitalizmi ortadan kaldırır, işte o zaman insanoğlu bilimden hiçbir çıkar gözetmeksizin yararlanacak, bilimin ışığında ilerleyecek, demokratik planlı bir şekilde dünya çapında üretim yapacak; zenginlik ve bolluk içersinde, küçük-burjuva solcularının ulusal sınırlar içersinde çözmeye çalıştığı açlık sorununu küresel boyutta çözecektir. Bu, insan soyunun “başka bir dünya” özlemini ifade eden sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz sosyalist bir dünyadır.


Meso

Hiç yorum yok: