2 Mart 2010 Salı

2010 Çıkmazında Kadınlar ve 8 Mart

Çoğu gazetelerin 3. sayfa haberlerinde

yüzleri karalanmış fotoğraflarıyla yer alıyor. Yüzleri karalı, çünkü çoğunun yüzü tanınmayacayak halde. Taşlanmış, asitle yakılmış, asılmış ya da bıçaklanmış. Hikayeleri farklı farklı. Kimisi evlenmeden cinsel ilişkiye girdiği için, kimisi tecavüze uğradığı için, kimisi bir iş cinayetine kuban gidiyor kimisi de kocası tarafından kıskanıldığı ya da kocasının gömleğini ütülemediği bahanesiyle öldürülüyor. Cinsel tercihleri nedeniyle öldürülenler de var aralarında, yoksulluktan evde doğum yapmaya çalışırken kan kaybından ölen de var. Farklı hikayelerin buluştuğu bir sokaksa burası; evet burası 'Cinsiyetçilik Sokağı'.
İlkel komünen toplumların ekonomisi yerini sınıflı toplumların ekonomisine bıraktığı bir tarihten bugüne dek dünya üzerindeki tüm ülkelerin söz birliği yapmışçasına uyguladıkları cinsiyetçi ekonomi politikleri, kadınları, eşcinselleri ve transları alt sınıf bir tür olarak algılar. Tarih sınıflı toplumların tarihidir derken altını çizmemiz gereken bir diğer tarih, tarihin cinsiyetçi uygulamalarının tarihi olduğu ibaresidir. Yüzyıllardan beri kadınlar ve eşcinseller cinsiyetleri ve cinsel tercihleri sebebiyle toplumsal yaşamdan uzakta tutulmuşlar ve ezilmişlerdir. Tarih, biraz da, sırf kadın veya eşcinsel olduğu için öldürülen insanların tarihidir. Tarım ekonomisinden sanayi ekonomisine tarihin kadınlara bıraktığı yegane değişmezlik kadının evdeki ve toplum içindeki konumudur.

Sermayenin dönüşümü ve büyümesinde kadının kilit rolü bir erkek işçiden çok daha önemldir. Aile kurumu kadının üzerine inşa edilmiş ve kadının ücretsiz emeği üzerinden kutsal gösterilmiştir. Cennet anaların ayağı altına serilmiştir ama anaların ayakları yalnızca ayakta durmaktan ve çalışmaktan nasır ve varis dolmuştur. Öyleyse bizim cennetlerimizin tek yolu varislerden ve acıtan nasırlardan geçer. Yuvayı dişi kuş yapar ancak dişi kuşun kanatları o çok küçükken yolunmuştur. Gagası acımasızca koparılmış ve zihnen kısırlaştırılmıştır. Tüm bunlara rağmen kapitalizmin hiçbir şekilde toplumsallaştırmayacağı ev işleri -bu onun ölümü olurdu- ve çocuk bakımı (yani yeni işçilerin yetiştirilmesi) ana sıfatının yapıştırıldığı kadına daha küçük bir çocukken işlenir. Küçük kız çocuğunun oyuncakları, düzenli olarak beslediği ve altını değiştiridiği oyuncak bebekleridir. Küçük kız çocuğu, büyüyecek ve evlendiği kocasına iyi bakacaktır. Eee... Yuvayı dişi kuş yapacaktır.
Kapitalist ekonominin zaman içindeki krizleri kadınları iş hayatına dahil etme ve iş hayatından vazgeçirme gibi politikalarıyla değişkenlik göstermiştir. Savaş sonrası kırılan nufusta kadının birincil görevi (!) olan üremek, onu daha çok sınıf içindeki yerinden alıkoyarak eve hapsetmiştir. Kimi zaman kadın ev ekonomisine destek olmak amacıyla (ki bu destek aslında sermayenin hızlı büyümesine verilen destektir) iş güvencesiz, kayıtdışı çalışarak, aynı zamanda kendisine toplum tarafından yüklenen iyi bir eş iyi bir anne olmak kaygısıyla da evde çalışarak insanlığından feragat etmesine sebep olmuştur. İyi bir anne, çalışmak zorunda olsa bile çocuğuna vakit ayırabilen, eşine yemek hazırlayan, evi temiz bir annedir çünkü. Bu slogan devletin politikalarıyla kurgulanır ve onun elindeki çeşitli iletişim araçlarıyla ifade edilir, çünkü eğer kadın bu 'görevlerini' yerine getirmezse, devletler ve yahut patronlar bu görevi üstlerine alacak, çocuklar ve ev işleri için kooperatifler, yurtlar gibi çeşitli kurumlar açmak zorunda kalacaktır. Fakat devlet/patronlar için bu artı bir maliyet, ciddi bir kar payı kaybı anlamına gelecektir. O halde kadın bir doğuran olarak çocuğuna bakmalı ve ev hayatını yoluna koymalıdır.
Kapitalizmin önüne geçemediği teknolojik gelişmeler zamanla kadınlara ev yaşamlarında kolaylık sağlasa da ev işlerinin takibi ve çocuk bakımı yine kadının yüküdür.
Tüm bunların dışında bir çok ülkenin medeni kanununda yer almasa da ailenin direği, reisi erkektir. Kanun yapıcılar aile reisliği ibaresinden vazgeçerlerken bir ekonomik gerçekliğe güveniyorlardı. Maddi kazancı yüksek işlerde daha çok erkeklerin çalışıyor olması, kadınların daha çok hizmet sektörü ya da ev içi üretimler de çalışması bu sektörlerin genelde kayıt dışı olması ve kadın işçi ücretinin daha düşük tutulması gereği erkek (koca/baba) egemenliğini ön plana çıkararak aile içndeki reislik statüsünü de erkeğe yakıştıryordu.
Sistem, kriz dönemlerinde, işten çıkartma tehditiyle kadının ücretini erkek işçiye oranla daha çok düşürerek kadınları kocalarının ya da babalarının kucağına itmeye devam ediyor. Erki vazgeçilmez kılan, kadına yönelik şiddeti de vazgeçilmez kılıyor. Kadın gerek ekonomik gerek cinsel ve fiziksel taciz ve tecavüzlerle bu politikaların sonucu olarak karşılaşıyor.


Seks işçisi kadınlar için ise şiddet her daim baki. Kadının istemediği, arzulamadığı bir erkekle birlikte olması zorunluluğu öncelikle seks işçisi kadınlar için ciddi bir travma. Dahası seks işçisi kadınların üzerinde uygulanan şiddetin, doğal kabul edilmesi yasalarda böyle bir hükmün yer almamasına rağmen fiili olarak sıklıkla tanık olduğumuz bir durum. Seks işçisi olarak çalışan travestilerin nefret suçu adını verdiğimiz gerekçelerle günbe gün öldürülmesi, işkenceye uğraması, güvenlik güçleri eliyle sebepsiz yere gözaltına alınmaları ve her türlü tacize maruz bırakılmaları, burjuva basınına dahi yansıyan haberler.
Yaklaşan 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, 2010 yılında yine bir çok ülkede anılacak, kutlanacak. Chicago'da 8 Mart 1857 yılında bir tekstil fabrikasında çıkan yangının ardından fabrikada bulunan grevdeki kadın işçilerin yanarak ölmesinden bugüne dek değişen tek şey yaşadığımız sömürünün, cinsiyetçi baskının, iş yerlerinde ve toplumsal hayatta daha da artması, tüm dünya ülkeleri üzerine yayılması. Çalışma hayatında ücretli emeğin sömrüsünün kadın işçiler üzerinde bıraktığı hastalıklı etkinin üzerine, iş yeri tacizleri, toplumsal yaşamdaki baskılar da dahil olunca bir kadın için yaşamak çekilmez hale geliyor. Kapitalizmin ciddi krizlere rağmen iyice vahişileşerek ayakta tutunma çabası özellikle kadınlar için çok daha gerici dönemleri beraberinde getiriyor. Kapitalizme gereken kan bir bütün olarak dünya işçi sınıfının emeğinden sağlansa da, biriken artı değerin önemli bir kısmı ücreti daha düşük kadın işçilerden tedarik ediliyor (2009 ILO verilerine göre Dünya nüfusunun yüzde 51’ini oluşturan kadınlar dünyadaki toplam işlerin üçte ikisini yapıyor; buna karşılık dünyadaki toplam gelirlerin onda birini alıyor).
Tüm bunları ifade ettikten sonra belki iş yaşamında kadının durumuna ilşikin birkaç resmi bilgi vermekte yarar vardır. Çalışan kadının iş yaşamında karşılatığı zorlukların başında ücretli emeğinin sömürüsü olmak üzere, bedeninin bir meta gibi algılanması, bazı meslek kollarına kabul edilmemesi, yetersiz görülmesi, eksik iş gücü olarak algılanması ve iş yeri tacizleri yer alıyor diyebiliriz. Yukarıda ifade ettiğimiz üzere kadın işçinin ücretinin daha düşük olması faktörü, sınıflı toplumun dayattığı iş bölümü sayesinde daha kolay uygulanabilmekte. Kadınlar için daha çok hizmet sektörünün çalışılabilir olması, hizmet sektörünün ise kayıt dışı çalışmada ve esnek çalışmada başta gelen sektör olması kadın işçileri kendi sınıfları içinde erkek işçilerden ayıran bir özellik haline geliyor. Özellikle esnek üretimin tüm dünyadaki istatistiklerine bakacak olursak tamamen cinsiyetçi bir çalışma sisteminin olduğunu görebiliriz. Almanya'da esnek çalışmada erkeklerin oranı yüzde üç civarlarındayken kadınlarda bu oran yüzde kırklarda. Birçok Avrupa ülkesinde durum değişmezken Türkiye'de durum daha da vahim bir hale bürünüyor. ILO verilerine göre Türkiye'de kadınların iş yaşamına katılma oranı tüm nufus üzerinden % 24. Türkiyeli kadınların işçi sınıfıyla bağlarının oldukça kopuk olması onları gericileştiren bir sürecin ana sebebiyken aynı zamanda da kadınların eve hapsolması anlamına geliyor. Türkiye'de 12 milyon kadın kendisini ev kadını olarak ifade ediyor. Çalışan 5 milyon Türkiyeli kadının yüzde 39'u ücretsiz aile işçisi; yüzde 66'sı kayıt dışı, herhangi bir sosyal güvenceden yoksun olarak çalışıyor. 72 milyon nüfuslu bir ülkede tarım dışı sektörlerde kayıtlı çalışan kadın sayısı ise yalnızca 2 milyon 300 bin kadar. Bu rakamlar kadının üzerinden elde edilen sermaye birikimin büyüklüğünü de aslında ele veriyor. Mecut yasal düzenleme işverenlere 100 çalışandan az işçi istihdam etmesi durumunda kreş açmasını zorunlu kılmıyor. Bu durum kadınları çocuklarının başında bakıcı ve evinin kadını olmaya mecbur bırakıyor.
Geride bıraktığımız 2009 yılı İstanbul'da yaşanan sel “felaketi”nde 7 kadın işçinin eşya taşımak için kullanılan ticari araçlarda tanışırken göz göre boğulmasına sahne olmuştu. Hatırlarsınız bu cinayet için dava açılmadı. Ailelerine kan parası verilen ölen kadın işçilerse suçlu bulundular.
İran'da İslami rejime karşı ayaklanan kadınlar, polisler tarafından gerek fiziksel gerekse psikolojik şiddet uygulanarak bastırılmaya çalışılıyorlar. Yine 2009 yılında İran'da (polislerin müdahalesiyle öldürülen Nida'yı unutmamak gerekiyor) direnen kadınları 2010 yılında da benzer süreçler bekliyor. İran'da eşcinsel olmanın cezası ise taşlanarak öldürülme. Bu sebeple birçok İranlı eşcinsel yurtdışına çıkmak zorunda kalıyor. Yine İran'da Şubat 2010 tarihinde kabul edilen aile koruma yasası, 'kadınlık görevini' yerine getirmediği takdirde kadının izni olamadan erkeğin başka kadınlarla da evlenmesine izin veriyor.
Türkiye ve dünya ülkelerinde kadınlara/eşcinsellere karşı işlenen cinsiyetçi suçlar arttıkça artıyor. Birçok ülkede ise kadına karşı işlenen bu suçların (özellikle doğu ülkelerinde namus adına işlenen suçlar) hiçbir cezai yaptırımı söz konusu değil. Yine birçok ülkede cinsiyetçi nedenlerle işlenen suçlarda ceza indirimine gidilebiliniyor. Cinsiyetçi şiddetin başında gelenlerden biri kız çocuklarına uygulanan sünnet. İnanışa göre kız çocuklarının cinsel ilşkiden zevk alması günah olduğu için her yıl 2 milyon kız çocuğu sünnet ediliyor. Bu işlem kız çocuklarının ömür boyu yaşayacakları ciddi psikolojik ve fizyolojik hastalıkların sebebi. Kadınların cinsellikte meta olarak algılanışının bir örneği de bu. Cinsellikten zevk almak yalnızca erkekler için geçerli.
Asya ülkelerinin çoğunda kız çocukları anne karnında ya da doğduktan sonra cinsiyetleri sebebiyle öldürülüyor. Bu cinayetler için çoğu ülkede hiçbir yasal cezai uygulama yok. Bu da uygulamalaın devamlılığını beraberinde getiriyor. Bir örnek daha verecek olursak, Hindistan'da evlenen kadının drahoması yetersiz bulunursa kadın erkeğin anne ve babası tarafından yakılıyor. Bu suçun savunması 'kendi kendini yaktı' ya da 'ocağı yakarken yanmış' ifadeleri olduğu için, aile herhangi bir ceza ile karşılaşmıyor.
Bu bilgilere dayanarak Avrupa ülkelerinde kadına şiddet olaylarının görece az yaşandığını düşünebiliriz. Bu büyük bir hata olur. Haklarının önemli bir kısmını mücadele ile elde etmiş Avrupalı ya da ABD'li kadınların fiziksel şiddete uğramaları oldukça sık görülen bir durum. Birkaç sayısal örnekle verecek olursak; İsveç'te her 10 kadından 7'si şiddete uğruyor. Hergün ABD'de 3 kadın eşi ya da erkek arkadaşı tarafından öldürülüyor. Avrupa'da yaşayan 16-44 yaş arası sakatlanan ya da ölen çoğu kadının sebebinin şiddet olduğu gerçeği Avrupa Konseyi raporlarında dahi yer alıyor.
Kısacası kadına yönelik şiddet ve cinsiyetçi şiddet, nefret suçları dünyanın her coğrafyasında yaşanıyor. Bu ortak yasa yani kadınlara yönelik işlenen suçlar ve cinsiyetçi uygulamaların bir bütün olarak dünya üzerinde görünmesinin temel nedeni, kapitalizmin tüm dünya ülkelerinde geçerli bir ekonomik ve toplumsal sistem olmasıdır. Kapitalizmden önceki sınıflı toplumlarda ortaya çıkan patriyarkal sömürü, bugün kadınlar için hem kapitalizmin sömürüsü hem de kapitalizmden bağımsız olmadan patriyarkal sömürünün varlığı olarak ortadadır. Bir kadının patronundan alacağı neyse, kocasından alacağı da olur. Kapitalizmin en küçük yapı taşı aile, kapitalizmin sömürü düzenine benzer küçük bir motifini içinde büyütür. Erkek, kadına ev işleri ve ortak çocuğun bakımı konusunda borçludur. Ancak kadının özgürleşmesi kadının ev içindeki konumuna bağlı değildir. Kadının özgürleşmesi bir bütün olarak patriyarkayı da içine alan kapitalizmin yıkılmasıyla başlar ve bunun gerçeklik kazanması başta kadınlar olmak üzere işçi sınıfının elindedir. Ailenin mihenk taşlarının sarsılmasından duyulan korku bu nedenledir. Devletler ve onların hukuku içerisinde eşcinsellere ve kadınlara karşı alınan tavrın sebebi budur. Aile ekonomisinin yapısının bozulması kapitalizmde çözülmeyi getirebilir.
Sonuç olarak özetlememiz gerekirse, kadınların, transların, eşcinsellerin kurtuluşu erkekleri de özgürleştirecektir. 153 yıl sonra değişmeyen daha da ağırlaşan cinsiyetçi sömürüye ve tarihi daha eskiye dayanan emeğin ücretli sömürüsüne karşı 2010 yılının 8 Mart'ında da taleplerimizi haykırmaya devam edeceğiz.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günümüz kutlu olsun.
marmara

Hiç yorum yok: