10 Temmuz 2009 Cuma

Mektup, Size

A.'ya

Çok vakit var daha sabaha, karanlık bir gece, kedimle oturuyorum, yağmuru dinliyorum. Bu gece kedim bütün hayvanlar sanki. Yanıma boylu boyunca uzanıp başını yere koyduğunda son nefesini veren bir hamamböceği; homurdanarak ağzını açtığında mekanik bir köpekbalığı; ürpererek uyandığında ise ben. Korkunç bir yağmur var dışarıda; pencereler ağlıyor gibi; sular oluklardan, çatılardan boşalıyor, çukurları dolduruyor. Diğerleri çoktan uyudu, kalın yorganların ve birbirlerinin kollarının altında; uykunun ölümü hatırlatan yalnızlığındalar. Bense sizi düşünüyorum.

Bu gece, yüreğimde tutsak bir kuş, kafesine çarpa çarpa yaralar açıyor vücudunda. Yazmak zorundayım. Size yazmak zorundayım. Eminim ki çok garipsediğiniz Siz olmasa, bu mektup da olmayacaktı, belki de bir tek “Siz” için yazılıyor bütün bunlar, ya da o sadece kırılgan bir maske, “Sen”in kaldıramayacaklarını yazıya akıtmak için, kendimden korumak için beni. Az sonra “dostum” diyeceğim, alayla gülebilirsiniz.
Gece yarısını geçeli iki saat oluyor, uykudan öyle uzağım ki. Cezalı bir çocuk gibi sabahı bekliyorum. Başkalarının hiç ulaşamayacağı karanlığı görebilmek için gecede uyanık olmak gerekiyor, uyanık, bütün duyguları ayakta. Az önce bir piyano sonatı dinleyip ağladım. Düşündüm ki asla bilemeyeceksiniz bu gözyaşlarının sizin için olduğunu. Ben hep tek başımayken ağlarım, gözyaşlarımı sunmam başkalarına herhangi bir anlam yüklemeleri için. Zaten günümüzde herkes insanın üzüntüsünü göstermek “amacıyla” ağladığına inanıyor. Bir insanın mutsuzluğunu kavramaktan öyle acizler ki, öylesine ufalıyorlar ki acının karşısında, gülünçler. İnsanlık için hiçbir umuda yer bırakmıyorlar.
Geçen gün yıkmaktan söz ediyordunuz. Bense yıktığımı sanarken, daha dar, hep bir öncekinden daha dar hapishaneler kurduğumu söylemiştim. (Beni dinlemiyordunuz herhalde, gülümsüyordunuz.) Şu an en dar hapishaneye varmış olduğumu düşünüyorum, bir tabuta, sanki sizi de sürüklüyorum peşim sıra; gömülmek istemeyen bir ölüyü mezarına tıkar gibiyim. “Daha mesafeli olmak gerekiyor,” diyen sesiniz kulaklarımda gene, doğru bir söz, ustalıkla söylenmiş ve ustalıkla acı çektiriyor.
Sizi anlıyorum aslında, haklı öfkenizi, gururunuzu ve şiddetinizi. Ben sizden çok daha yakınım sessizliğe, inanın sessizliğin de sırları var, hatta hala geriye kalmış geriye kalmış bütün sırlar onda. Sessizliğin şiddeti en keskin olanıdır; gökyüzünü anlayabilmek için, susmak ve dinlemek gerekiyor.
Varlığına inanmak zorunda olduğumuz “gerçeği” arıyorsanız eğer, oyunlardan söz edenlerin ve oynayanların ortasında, bence insanlara bakmayı öğrenin. Gizlerine, korkunç anlarına değil, yüzlerine hiç değil. (Çünkü insan yüzleri yalandır, sözleri de, özellikle de sözleri. Dostum, yazılmış ya da yazılmamış her sözün artık güç isteminden başka bir şey olmadığının farkında değil misiniz?) Bir şey de beklemeyin onlardan. Bakın yalnızca, bakışlarınızın sıcaklığında açılıp içlerini koyvereceklerdir nasıl olsa (tıpkı sizin gibi, benim bakışlarımda). Böylece öğreneceksiniz susmayı, ağlamayı da.
Aslında istediğim acı çekmeniz değil. Kızgınlığı, nefreti tam olarak bilmiyorum sanırım. Tanımlanamayan duygularım... Herhangi birinin adını koyduğumda ötekileri yitiriyorum, bir tek adı konmuş olan kalıyor elimde. O geniş duygu yelpazesi ona indirgeniyor. Ama gene de, az sonra yatağa uzanacağım ve vücudunuzu düşleyeceğim, bedenlerimiz yan yana, iki ceset, aynı tabutta. Kediyi okşayacağım sizin yerinize; mucizevi ellerimle yaralarınızı yok ettiğimi düşleyeceğim; onları yaladığımı; kanınızın tadı ağzımda. Daha fazla yazmamalıyım. Unutun bunları; üslubumu öğütlerimi, hayallerimi, size yazdıklarımı ve yazacaklarımı, hepsini unutun lütfen. Yağmura kulak verin, tekrar dinleyin o piyano sonatını, ağlayın gene okşayın kediyi ve beni gene düşleyin; bu kadarı yeterli benim için.





Aslı Erdoğan'ın 'Mucizevi Mandarin' adlı kitabından...

Hiç yorum yok: