12 Aralık 2011 Pazartesi

'Tembellik Hakkı' Özgürleştirir


Geçtiğimiz Ekim ayında, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın, kamu emekçilerinin sabah mesaisinin daha erken olması, mesai saatlerinin uzatılması ve kamu emekçilerinin cumartesi günleri de çalışması gerektiği yönündeki açıklamalarını anımsayacaksınız. Yıldız’a göre, gün ışığı böylelikle daha tasarruflu bir şekilde kullanılacak ve sabah 06:00’da iş başı yapacak olan kamu emekçileri bu sayede daha verimli bir iş günü geçirecekler.

Yıldız’ın bu açıklamaları, Türkiyeli kapitalistlerin jet desteği ve kamu emekçileri sendikalarından gelen komik eleştirilerle taçlanmıştı. Sanko Holding Yönetim Kurulu Başkanı Abdulkadir Konukoğlu, Ağaoğlu Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Ali Ağaoğlu, Limak Holding'in patronu Nihat Özdemir, Zorlu Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Nazif Zorlu... Hepsi de ağız birliği etmişçesine aynı yanıtı verdiler Yıldız’ın açıklamalarına. Onlar patron oldukları halde, yıllardır, her sabah 6’da uyanırlardı, zaten Avrupa geç başlayan mesailer yüzünden batmıştı, başbakan bile günde birkaç saat uyuyordu. Bu sebeple çalışanların mesaisinin saat 09:00’da başlaması büyük israftı. Cumartesi günleri çalışılmıyor olması zaten intihardı!

Biz sermaye sahiplerinin tek yaşam dürtüsünün artı değer yaratma [1]  (yani işçilerin ürettikleri artı-değere el koyma) olduğunu iyi biliyoruz. Onların her sabah artı-değeri sömürme heyecanıyla –tabi pastadan en büyük dilimi almak ve kırıntıları bizlere dağıtmak koşuluyla- sabahın ilk ışıklarında uyanmalarını ve sömürü coşkusuyla çarpan kalplerini anlayabiliyoruz. Ama bizler, yani kırıntıları kapmak için birbirleriyle dövüş ettirilen bizler, günlük yaşam kavgamıza başlamadan önce yalnızca birkaç saat daha uyumayı ya da kendimize bir şekilde zaman ayırmayı hak ediyoruz. Ve dolayısıyla çalışma saatlerimizin uzamasını kabul etmiyoruz. Unutmadan sendikaların, çalışanları hiçbir şekilde önemsemeyen tavrına da değinelim. Başta KESK olmak üzere, kamu emekçisi sendikaları bu açıklamaya şöyle yanıt verdi: ‘Saat 06:00'da hiçbir kurum çalışmazken, bizim mesaiye başlamamız tamamen israfa neden olur. Kimse sabahın erken saatinde gidip vergisini yatırmayacaktır.’

Çalışma -başlangıçta doğal- belli bir temelden başlar, daha sonra tarihsel bir veri haline gelir  [2] demiş Marx, Formen’de. Bugün çalışma, kapitalizmin tarihi boyunca edindiği bütün çalışma biçimlerini üzerinde taşıyan ve bu biçimleri küresel bir ilke halinde, dünya üzerindeki tüm coğrafyalara pay eden bir niteliğe sahip. Kendinden önceki üretim biçimlerinin yerini alan ücretli kölelik düzeni, sermayenin ihtiyaçları ve sınıf hareketinin dinamiğine bağlı kalarak, dünyanın farklı bölgelerinde farklı yöntem ve işbölümü teknikleri sayesinde çarkını durmaksızın işletiyor. İşbölümü ve farklılaşmış tekniklerine rağmen küresel sermaye, dünyanın bütün işçilerini büyük bir açgözlülükle sömürebiliyor. Ücret sistemi ve bir başkası için çalışmanın tarih dışı olduğu, yani insanın varoluş tarihiyle bir olduğu empoze ediliyor bizlere. Oysa bir başkası için çalışma, hele ki ücret sistemi, insanlığın binlerce yıllık tarihi yanında çok yeni bir aşamadır.

Başkası için çalışmanın tarihi
Yabanıl (ilkel) toplumlarda bir başkası adına çalışma fikri yoktur. Aynı şekilde bu toplumlarda herhangi bir şeyin kullanım değeri dışında, mübadele değeri de yoktu. Yani özetle, her gün ve dakika satın aldığımız ve kullandığımız mal ve hizmetler kar elde etmek için üretilmiyordu. Bunun sebebi elbette mübadele değerine izin verecek ölçüde birikimin yapılamaması ve buna bağlı olarak gelişen toplumsal hayattı. Ancak ilk birikim ve ilk mülk edinme biçimlerinin gelişmesiyle, bir başkası adına çalışma ortaya çıkmaya başladı. Avcı ve toplayıcı yabanılların ardından, hayvanları evcilleştirip, bunları mülk edinen kavimler, yerleşik hayata geçişle birlikte savaşıp esir düşürdükleri kişileri de işlerinde çalıştırdılar. Köleci toplumların tümünde geçerli olan çalışmanın insana özgü olmadığı ancak kölelerin insana yakışmayan böylesi erdemsiz bir davranışı üstlenmesi gerektiği düşüncesi, çalışma fikrinin insanlar için tarih boyunca kutsal olmadığını bizlere gösteriyor. Ancak tek tanrılı dinlerin hepsi çalışmayı -bir başkası adına çalışmayı- kutsallaştırmıştır. ‘Tembel’ pagan toplumların izlerinin çoktan silinmiş olduğu feodal topluluklarda, dinin çalışma üzerine söylevleri sayesinde köleler ve serfler uzunca yıllar sessizce toprak sahipleri adına çalıştılar.

Tarih, gelişen üretici güçlerin insanları özgürleştirebileceği halde bunun aksinin yaşanmasına sahne  oldu. Köleci toplumların, serf-feodal bey ilişkilerinin yerini alan yeni ilişkiler ücretli işçi ve kapitalist arasında yaşanacaktı. Sanayi devriminin iş gücü arzını azaltan yeni atölye ve fabrikaları, işçiler arasında rekabete sebep oldu. Bu gelişmeye ilk tepkiler, makine kırıcıların yani Ludistlerin hareketi olmuştu. Makineler sebebiyle işsiz kalan binlerce kişi, iş bulabilmek yani bir başkası adına çalışmak için, gelecekte kendilerinin çalışma zorunluluğunu en aza indirgeyebilecek makineleri parçalama yolunu seçmişlerdi.  Ancak bu yöntem kaçınılmaz olarak sonuç vermemiş, tarihin devasa çarklarının önünde bir engel haline gelememişti. Kapitalizm, işçi sınıfının kıyımı, öldüresiye çalıştırılması üzerinden kendini geliştirerek sürdürüyordu. Tembellik Hakkı isimli kitapta Lafargue, bu tarihsel durumu iyi özetliyor: ‘Makine geliştikçe ve insan çalışmasını durmadan artan bir hız ve kesinlikle yendikçe, işçi dinlenme süresini aynı oranda uzatacak yerde, -çalışmasını- makineyle yarışırcasına iki kat arttırıyor.’ [3] İlk kez 1883 yılında yayınlanan Lafargue’ın bu broşürünün güncelliğini hala koruduğu açıktır. Fabrikalardaki, iş yerlerindeki kameralar, yeterince hızlı çalışan ve insana daha fazla iş yükü bırakmayan makinelere ve otomasyon sistemine rağmen, bizlerin makineyle yarışını kaydeder dururlar.

1770’li yıllarda, İngiltere’de ortaya çıkan workhouse’lar, sözde evsiz ve bakıma muhtaç insanlar için bir kurtarıcıydı. Oysa bu evlerin amacı, burada kalmak zorunda olan yoksulların,  asgari uyuma ve yemek yeme zamanı dışında karın tokluğuna emeklerini satın almaktı. Bu ilk işçi hareketlerine kadar süren zaman içerisinde yalnızca İngiltere değil birçok kapitalist ülkenin işçileri -kadın, erkek ve çocukları- günde 14 saate varan işgünleriyle yok edildiler.  1800’lü yıllarda ise İngiltere’de Çartist hareketin daha kısa bir iş günü için verdikleri uzun mücadele sonuç vermiş ve çalışma süresi 10 saate (1 Mayıs 1848) düşürülmüştü. Tarih boyunca hareketliğini koruyan işgünü saati, toplumsal mücadele dönemlerinde düşürülmüş ama sessiz kaldığımız zamanlarda sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda artırılmıştı.

Kapitalizmin ilk dönemlerinde, rahipler, işçinin bedensel isteklerini günah keçisi yapıyor, ücretlilerin gereksinimlerini en aza indirgemesini, sevinçlerini, tutkularını yok etmeyi öğütlüyordu. [4] 1850 yılında ilk kez ortaya çıkan bir ‘hastalık’ rahiplerin ve dönemin burjuvazisinin ideolojisini ispatlar niteliktedir. Drapetomania adı verilen hastalığın, özellikle siyahi ırklarda ortaya çıktığı ve hastalığın “başıboş gezme, çalışmama isteği, bir başkası adına çalışmayı reddetme” olarak cereyan ettiği saçmalıkları yıllarca tıp kitaplarında yerini buldu. Kölelerin ya da ücretli işçilerin, en doğal insani isteklerini hastalık olarak tanıtmak elbette yalnızca adına çalıştıkları burjuvazinin ve onlardan nemalanan, düşünürlerin, din adamlarının işine yaramaktaydı. Bu dönemde, din adamlarının ve ‘bilim’ adamlarının sermayenin emrinde olduğunu görmek zor değil. Bu durum bugün için de geçerliliğini sürdürmekte. Her din, çalışmayı kutsal kabul etmekte, iş hukuku buna göre düzenlenmekte, toplumsal yaşam, işgününün uzun saatlerinde hizmet verecek işçiler için tasarlanmakta, heteroseksist aile bunun için yalnızca tek geçerli aile olarak kabul edilmekte. Allah’ın çalışmayanı sevmemesi, çalışan demirin ışıldaması, çalışma saatlerine göre düzenlenen yetişkinler için 6-8 saat uykunun en sağlıklı uyku olduğu açıklamalarının başka bir sebebi yoktur.

Neden daha fazla çalışmayı kabul etmemek gerek?
Bizler, bir bedel karşılığında bir meta alırız ve ondan olabildiğince daha fazla yararlanmak isteriz. Onu iyi muhafaza ederiz ve kullanım ömrünü biraz daha uzatmaya çalışırız. Aynı durum emeğimizi sattığımız kapitalistler için de geçerlidir. Yani onlar da olabildiğince daha fazla emeğimizden faydalanmaya çalışırlar. Günlük üretim tamam olduğu ya da günlük işlerimizi tamamen bitirdiğimiz halde fazla mal göz çıkarmaz diyerek işgünü bitimine dek çalışmaya devam etmek zorunda olmamız bu yüzdendir. Yalnız bizlerin satın aldığı herhangi bir meta ile bizlerden satın alınan emek gücü arasında, unutturulan bir ayrım var. Satın aldığımız ürün bizlere kullanım değeri dışında bir değer sunmaz. Onu kullanırız ve eskitir ya da tüketiriz. Ancak, bizim emek gücümüzü satın alan patron, bize ödediği ücretten çok daha fazlasını bizim sayemizde kazanır. Yani, bizim emeğimiz, piyasada satılan herhangi bir metanın bizlere sağlayamadığı bir değer üretir. Emeğimizin hem kullanım değeri hem de artı-değeri kapitaliste döner. Kapitalistlerin yalnızca işçi sınıfının sömürüsüyle kendini var edip geliştirebildiği, sermaye birikimini sağladığı, yalnızca işçilerin 9 saatlik çalışmalarının örneğin 4 veya 6 saatinde yarattığı değere el koyarak bunu yapabildiği çok basit hesaplarla Marx tarafından yıllar öncesinde ortaya konmuştu. Bu sayede kapitalist, bize ödediğinden çok daha fazlasını kazanır. Biz çalıştığımızın karşılığı olarak düşündüğümüz ücretlerle yaşamaya çalışırken, aslında çalışmamızın karşılığını değil, yaşamımızı sürdürebilmemiz için gerekli bir miktarı ücret olarak alırız. Çünkü sattığımız işgünü kadar, vaktimizi, ruhumuzu, bedenimizi kapitaliste bize ödediğinden daha fazlasını kazansın diye vermişizdir. İşte tam da bu yüzden iş günün uzaması yalnızca bizlerin daha çok kaybetmesine sebep oluyor. Yani onların emekten kazandığını biz özden yitiriyoruz. [5]

Kapitalizmin aşırı üretim ve daha fazla kar amacı, bizlerin yaşamının -koşullarımız izin verse- tamamına sahip olmaya meyillidir. Bu kapsamda bütün kullanılabilir zamanımız, hem doğal yönden hem de yasalarla, sermayenin kendi büyümesine adanmış emek-zamandan ibarettir. Peki, kaçımız böylesi hapsedilmiş bir yaşamayı arzular? Bu soruya vereceğimiz yanıt neden işgününün daha fazla uzamaması; aksine üretici güçlerin bugün imkan verdiği ölçüde, yani belki de 2-3 saate indirilmesi için mücadele etmemiz gerektiği sorusunun da yanıtıdır.

Sovyetler Birliği'nde işgünü nasıl düzenlenmişti?
1917 Ekim devriminden sonra uluslararası devrimin yenilgiye uğraması sonucu Rusya'daki işçi iktidarının yalıtılması ile kabaca on yıllık bir sürede karşı devrimin zaferiyle bürokratik bir diktatörlüğe dönüşen Sovyetler Birliği’nde işgününün nasıl düzenlendiği önemlidir. Çünkü birçok sol grubun, sosyalist bir miras olarak algıladığı bürokratik diktatörlük yılları, salt işgünü düzenlemelerine dahi bakıldığında, bu dönemin karakteri hakkında net bir cevap verecektir bizlere. 

Sovyetler Birliği’nde, NEP’in (Yeni Ekonomik Politika) ardından, ekonomiye dayalı ilk eleştiriler, 46’lar Bildirgesi olarak bilinen belgede yer alıyor. Rus Komünist Partisi Siyasi Büro’ya yazılan bildiride, ‘ekonomi alanındaki hedeflere ulaşmada başarısız olan kararların günü kurtarmaya yönelik, üzerinde düşünülmemiş ve düzensiz karakteri’ [6] hakkında eleştiri verilmişti. Kötüye giden ekonomik süreç ve bürokratikleşen sistemin yeni zenginler doğurması, zamanla işçi sınıfının yaşama koşullarında olumsuz izler bırakmaya başladı. NEP’in zengin köylülere verdiği ödünlerden ve kentlerde yeni bir burjuva sınıfın yükselmesinden en fazla rahatsız olanların başında, Leningrad’lı işçiler geliyordu. [7] Leningradlı işçilerin grevleriyse, bürokratik diktatörlük tarafından ‘hainlerin kurduğu bir pusu’ olarak deklare edildi. Bunların dışında, kızıl cumartesi ve pazarlar, artan işgünü saatleri, sözde sömürü değildi, 'zaten işçinin olan, işçi devletinin ihtiyacı olan değeri' yaratmak içindi. Ancak ayrıcalıklı yönetim aygıtı artı değerin son derece önemli bir kesimini silip süpürdüğünden [8], dönemin çalışma koşulları tam manasıyla bir sömürüydü. Aşırı çalışma, afişlerle, gazetelerle ve en nihayetinde bürokratik bir kastın tamamiyle egemenliğine geçmiş olan Komünist Parti aracılığıyla kutsandı.

Çalışma saatlerinin uzamasını, parça başı ücret sisteminin yaygınlaşması izledi. Rubleleri kazanmak isteyen işçiler makinelerine daha çok ilgi göstermeye ve zamanlarını daha dikkatli kullanmaya yöneldiler. [9] Esnek üretim ve vardiya sisteminin sosyalist bir yöntemmiş gibi sunulması ve sosyalist rekabetin savunulma süreci topyekûn bir trajedi halini aldı. Bürokratik diktatörlükteki, işgünü ve çalışma yöntemlerini düzenleyen bu yeni politikalar, Stalin tarafından sosyalizmden komünizme geçişin bir aşaması olarak gösterilse de, parça başı ücret sistemi ve 7 saatlik işgününün buna göre düzenlenmesi, Marx’ın Kapital’inde tam aksi bir anlama geliyordu: parça başı ücret sistemi, kapitalist üretim yöntemlerine en uygun olanıydı. Vardiya sistemi üzerine Marx Kapital’de şöyle aktarıyor: ‘…vardiya sistemini keşfettiler ve böylece yük beygirleri belli duraklarda değişeceği yerde, yalnızca değişik duraklarda durmadan yeniden işe koşuldular.' [10]

İşsizlik ve Tembellik Hakkı
Lafargue’ın Tembellik Hakkı'nda, 1831 yılında Lyon’lu işçilerin ‘ya bizi kurşuna dizin ya da iş verin’ diyerek ayaklanması üzerine alıntısı, işçilerin, kendilerine yıllar boyu çalışmayı dayatmış burjuva ideologlarının söylemlerine inanıp, çalışma hakkını talep etmelerini anlatır. Aynı kitapta, ‘filozoflar hiç çalışmadan, para pul, han hamam edinmek için yoksullara iş verenlere, “insansever” diye alkış tutuyorlar’ yorumunda bulunur. Bugün durum farklı değil. Burjuva ideologları, işsizliğe çözüm bulmayı nam-ı diğer istihdam yaratmayı çok hayırlı bir iş olarak kabul eder. Bugün ABD’deki Occupy işgalcilerini eve döndürmek isteyenler aynı masalı okur dururlar. Starbucks’ın bir kahve yanında 1 dolardan satın alınacak bilekliklerden toplanacak parayla istihdam yaratarak işgalcileri eve gönderme hayalini/fırsatçılığını unutmayalım. Euro bölgesinin derin krizi benzer bir biçimde işsizlik sebebiyle kitleleri sokağa taşırıyor. Her beş kişiden birinin işsiz olduğu İspanya, İngiltere’deki 1 milyondan fazla genç işsiz, Yunanistan’da %16’ya varan işsizlik elimizdeki resmi bilgiler arasında. Ancak kapitalizmin istihdam sağlayarak, yani kriz dönemlerinde bizleri öldüresiye çalıştırarak, biz  işçilerin ve geleceğin işçi-emekçi adayı öğrencilerin acılarını dindiremeyeceği ortada. Çözüm istihdam alanlarının geliştirilmesinden çok daha başka bir yerde yatmakta.

Türkiye’de işsizliğin tavan yaptığı 2008 yılında, iktidar partisi durmaksızın, ‘hepimiz aynı gemideyiz, daha fazla çalışmalıyız, alın verin ekonomiye can verin’ türünden, aslında bizim yıkımımızla ve onların zenginleşmesiyle sonuçlanan sloganlarıyla ekranları doldurmuşlardı. Bu dönemde, birçok sol yapı, İşten Atılmalar Yasaklansın Platformu'nda buluşmuştu. Kapitalistlerin, çalışanlara yasal haklarını vermeden, burjuva hukukuna dahi uymadan, büyük bir hukuksuzlukla binlerce kişiyi işten attığı bu süreç, elbette, sosyalist hareketin karşısında durması gereken bir süreçti. Ancak, bu hareket öyle yanlış bir yerden örgütlendi ki, çalışma hakkı sosyalist bir bakış açısıyla değil, burjuva ideolojisinin, insan hakları evrensel bildirgesinin gölgesinde ifade edildi.  Bugün ‘ya işsize iş bulun ya da defolun’ sloganları bu yorumdan farklı değildir. Tarih bize, bu talebin sosyalist bir talep olmadığını defalarca gösterdi.

Bugün Türkiye’de işsizlik resmi rakamlara göre %11,9. Son üç ayda işsizlik rakamları yüzde 2 oranında arttı. Geçtiğimiz Ağustos’a ait istatistikler işsizliği %9,2 ve genç nüfus işsizliğini %18,6 olarak gösteriyordu. Küresel krizin tüm dünyada derinleşmesi, Türkiye’de işsizliğin daha hızlı büyüyebileceğini ve önümüzdeki dönemin daha sancılı geçebileceğinin sinyallerini veriyor.
Bu yazıyı daha fazla uzatmadan, kapitalizmin kriz dönemlerinde, işsizlik sebebiyle, biz çalışanları birbirine rakip hale getirip, piyasadaki işgücü arzının bolluğunun da verdiği rahatlıkla işgünü saatlerini arttırmak isteyecek kapitalistlere karşı tembellik hakkını savunmamız gerektiğinin altını bir kez daha çizelim. Bu işten atmalar karşısında sessiz kalacağımız anlamına gelmesin, söylemek istediğimiz bu değil. Söylemek istediğimiz bugünkü koşullarda gerçekleşmesi fazlasıyla mümkün bir şey: tüm işsizlerin de çalışması ve çalışma saatlerinin 2-3 saate indirilmesi! Ancak, biz mücadele eder, ücretli kölelik düzenine karşı birleşebilir ve onu ortadan kaldırabilirsek daha iyi bir yaşam için işgünümüzü satmak zorunda kalmayacağız. Ancak bizim sınıf mücadelemiz, bizlerin ve bizden sonraki kuşakların üretim araçlarının özel mülküne sahip olan burjuva sınıfı için çalışmasına ve bu yüzden daha fazla yoksullaşmasına engel olacak.

Yazımızı Tembellik Hakkı'ndan bir paragrafla sonlandıralım:

‘Eğer işçi sınıfı kendine egemen olan ve özünü alçaltan kusuru söküp atarak o korkunç gücüyle ayaklanır ve bunu kapitalist sömürüden başka bir şey olmayan insan haklarını, yoksulluk hakkından başka bir şey olmayan  çalışma hakkını  isteme için değil de, her insana günde üç saatten fazla çalışmayı yasaklayan çelik gibi bükülmez bir yasa koymak için yaparsa, dünya, yaşlı dünya, sevinçten titreye titreye, içinde yeni bir evrenin zıpladığını duyacaktır… Ey sanatların ve soylu erdemlerin anası tembellik, insan kaygılarına merhem ol!’ [11]

marmara

Dipnotlar:
[1] Karl Marx, Kapital 1. Cilt, sf 230
[2] Karl Marx, Formen sf. 34
[3] Paul Lafargue, Tembellik Hakkı, Alter Yay. , sf. 36
[4] Paul Lafargue, Tembellik Hakkı, Alter Yay. , sf 13
[5]  Karl Marks, Kapital 1. Cilt, sf 230
[6] Halil Çelik, Karanlık Çökerken, Bürokrasinin Yükselişi-Bolşevizmin Yenilgisi sf.91
[7] Karanlık Çökerken sf. 246
[8] Lev Troçki, 1927 Birleşik Muhalefet Programı
[9] Lev Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, Alef Yay. , sf. 110
[10]  Karl Marx, Kapital 1. Cilt, sf. 273
[11]  Paul Lafargue, Tembellik Hakkı, Alter Yay. , sf. 56

Hiç yorum yok: