(Kürt
sorunu üzerine Eylül ayının sonunda yayınlanan kapsamlı bir
değerlendirmeyi kısaltarak yayınlıyoruz.)
BDP’nin
meclise gelip gelmeme konusunda açıkladığı “boykota son
veriyoruz, 1 Ekim’de meclisteyiz” tavrı ne kadar önemliyse,
geçtiğimiz günlerde yaşanan başlıca gelişmeler de en az o
kadar önem taşıyor. Erdoğan’ın ABD ziyareti sonrası yaptığı
açıklamalar bunlardan birisi. Erdoğan “Biz terörle mücadele
ederiz, siyasi iradeyle de müzakere ederiz. Terörle mücadele
sonuna kadar ama siyasetle müzakere. Siyasete gelen bizimle
konuşabilir ama gelmeyen bizimle konuşamaz” açıklamasını
yaptığı sıralarda BDP’ye yönelik operasyonlar sürüyordu.
Bugün, 26 Eylül itibariyle İzmir’de gerçekleşen 30
tutuklamayla beraber son günlerde en az 75 BDP’li tutuklanmış
oldu. Son altı ayda 1500′e yakın BDP’li tutuklanırken 2009′dan
bu yana tutuklananların sayısı 3500′ü geçmiş bulunuyor.
“Siyaset”le yapılan müzakerenin nasıl sürdüğünü hiç
şüphesiz bu rakamlar göstermektedir. Bununla birlikte, söz konusu
tutuklamalar AKP hükümetinin -bir kez daha- BDP’nin de mecliste
bulunması yönünde bir açıklama yaptığı gerçeğini ortadan
kaldırmıyor.
Öcalan
ile avukatları arasındaki görüşmelerin 2 aydır engellendiği,
PKK’nin saldırılarını şiddetlendirdiği, devletin de hem
PKK’ye hem de BDP’ye topyekun saldırdığı bugüne nasıl
gelindiğini anlamanın en sağlıklı yolu hiç şüphesiz
uluslararası gelişmelerden bağımsız bir Kürt sorununun olmadığı
gerçeğini hatırlamak olacaktır.
“Kürt
açılımı” adı verilen sürecin başladığı dönemdeki
Ortadoğu’nun durumu ve Türkiye’nin konumu ile şu andaki durum
önemli ölçüde değişikliğe uğramış durumda. “Kürt
açılımı”nın kesinlikle TC Devleti’nin sınırlarıyla
sınırlı bir proje olmadığını, Suriye, Ermenistan ve Irak
kolları da bulunan geniş kapsamlı uluslararası bir “açılım”
olduğunu o dönemki değerlendirmemizde (“Kürt Açılımı”nın
Ardındaki Dinamikler ve Marksist Perspektif, 28 Ekim 2009) şöyle
ifade etmiştik: “Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti,
neredeyse eş zamanlı olarak gündeme getirdiği üç açılım
paketiyle hem iç hem de dış siyasi gündemi belirlemektedir.
Ermenistan, Suriye ve Kürt (belki de “Irak” demek gerek)
“açılımları” olarak adlandırılan bu paketler, mevcut
hükümetin sağduyusunun ya da iyi niyetinin ürünü değildir. Bu
“açılım”ın ardında, uluslararası sermayenin Orta
Asya-Kafkasya- Ortadoğu eksenine “istikrar” kazandırma çabaları
ve onunla bütünleşmiş olan Türkiye burjuvazisinin taşeron
konumunda Ortadoğu’ya ve Kafkasya’ya açılması; özetle,
Türkiye ekonomisinin küresel sermaye ile bütünleşmesi
yatmaktadır. Dolayısıyla, “Kürt Açılımı”nı, ilk olarak,
Ermenistan ve Suriye “açılımlarını” da içeren tek bir
açılımın parçası olarak ele almak gerekir.” [1]
Aynı
değerlendirmede özellikle Kürt açılımının demokratikleşme
adına yapılmasının tam bir ikiyüzlülük olduğunu belirtiyor,
açılımın uluslararası ve yerli sermayenin bölgedeki çıkarları
doğrultusunda PKK’yi silahsızlandırmalarının zorunluluğundan
doğduğunu ifade ediyorduk: “…bu “açılım”,
sermayenin talepleri ve planları doğrultusunda sürdürüldüğü
için -ve o ölçüde- Türk, Ermeni, Arap ve Kürt emekçilerin
hiçbir temel sorununu çözmeyecek; tersine, daha da arttıracaktır.
Çünkü sermaye, daha fazla kar elde etmek için gözünü
-uluslararası emek piyasasına göre- ucuza çalışmaya hazır
Ermeni, Kürt ve Suriyeli Arap işçilere, ucuz hammadde ve enerji
kaynaklarına dikmiş durumda. Bölgesel (“Kürtler için” diye
okuyun) asgari ücret tartışmaları; Irak ve Kuzey Irak’taki Kürt
Özerk Yönetimi ile yapılan anlaşmalar; Suriye ile vizesiz geçiş
ve yatırım anlaşmaları ve uluslararası enerji, ulaşım, yatırım
projeleriyle desteklenen “Ermenistan açılımı” küresel
sermayenin bu talepleri doğrultusunda gündeme gelmiştir. Öte
yandan sermaye, uluslararası enerji koridorlarını da güvence
altına almak istiyor. Bütün bunları gerçekleştirmek için de,
bölgede “istikrar”ın sağlanması; dolayısıyla, devletlerin
ordu ve polis aygıtlarının güçlendirilmesi gerekiyor. Özetle,
bu “açılım”ın demokrasi ile bir ilişkisi yoktur.” [2]
Bugün
gelinen noktadaysa Ermenistan açılımı uzun zamandır durmuş,
Suriye ile olan ekonomik ve siyasi yakınlaşma “düşmanlık”
derecesine gerilemiş durumda, yapılan uluslararası enerji
anlaşmaları -ki özellikle Kürt illerinin geçiş noktası olması
söz konusuydu- fiilen durmuş durumda. Türkiye’nin bölgeye
açılmasının bir sonucu olarak İsrail’le gelişen gerginliğin
boyutları, Kıbrıs sorunu ve Rusya’nın Güney Kıbrıs’ın
denizin altında petrol ve doğal gaz kaynaklarını çıkarma
hakkının arkasında olduklarını ve gerekirse Kıbrıs’a kalkan
olacaklarını açıklaması, NATO’nun Türkiye’ye kurulacağı
kesinleşen füze kalkanı ve radarının İran tarafından doğal
olarak sert bir şekilde eleştirilmesi, buna karşılık İran,
Rusya ve Çin’in ortak bir füze kalkanı projesi geliştirmek için
görüşmeler yürüttüğü yolundaki haberler ile Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin 2012 AB dönem başkanlığı dolayısıyla AB ile
ilişkilerin durma noktasına gelmiş olması yalnızca son birkaç
haftalık gelişmeleri ifade ediyor. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki
halk isyanlarıyla beraber küresel ekonomik krizin dalga dalga
yayılıyor olduğu da hesaba katıldığında, özetle bu temel
gelişmelerden bağımsız olarak ele alınabilecek bir Kürt
sorununun söz konusu olmadığı daha açık görülecektir.
Türkiye’nin
“sıfır sorun” olarak adlandırılan dış politikasının
kapitalizmin doğası gereği geleceğin çatışma tohumlarını
içinde barındırdığını şöyle vurgulamıştık: “Artık
dünyanın farklı bölgelerinde yatırımlara yönelecek denli
palazlanmış ve küresel sermaye ile bütünleşmiş olan Türkiye
burjuvazisinin devleti emperyal bir dış politika izlemek; bunu da,
aynı burjuvazinin “ulusal” çıkarlarının bir çok noktada
çakıştığı ABD ve AB ile birlikte yapmak zorundadır. Bu
alanların başında da Irak, Filistin, Kafkasya ve Orta Asya
geliyor. Türkiye burjuvazisi Suriye’yi, Irak’taki Kürt Yönetimi
bölgesini ve Ermenistan’ı kendi “arka bahçesi” haline
getirme yönünde önemli adımlar atmakta; bunu da küresel
ortaklarına rağmen değil ama onlarla birlikte yapmaya
çalışmaktadır. Bu durum, Türkiye’ye, ABD – AB merkezli Batı
ittifakı içindeki çelişkilerden muaf olma “lüksü”
tanımadığı gibi, onun sözkonusu çelişki ve çatışmalara
giderek daha fazla dahil olmasının zeminini de oluşturur.
Dolayısıyla,
Türkiye ile küresel sermayenin merkezinde yeralan başlıca
emperyalist devletler arasındaki ilişkiler, önceden olduğu gibi
“sorunsuz” biçimde sürmeyecek; Türkiye burjuvazisi, onların
dayatmalarına sessizce boyun eğmeyerek, kendi çıkarlarını daha
kararlı biçimde masaya sürecektir”[3]
“Açılım”ın
başladığı iki yıl öncesinin ve bugünün hiç de aynı
olmadığını asla unutmamak gerekiyor. Türkiye’nin başta İsrail
olmak üzere, en yakın komşuları Suriye ve İran’la
ilişkilerinin gerildiği, Rusya ile de gerilmeye başladığı şu
günlerde AKP hükümetinin ve Türkiye devletinin demokrasi havarisi
kesilmesini beklemek elbette saflık olur. Hiç şüphesiz iki yıl
önce de Türkiye devletinin demokratikleşme ya da Kürt halkının
tüm meşru demokratik taleplerini kabul etme gibi bir amacı yoktu,
ancak özellikle uluslararası ilişkiler bakımından AKP hükümeti
oldukça avantajlı bir konumda bulunuyordu. Basına sızdırılan
MİT-PKK görüşmesinde de ifade edildiği gibi hükümet Habur
sürecini yönetemedi ve “açılım” durma noktasına geldi.
Bugün gelinen noktada ise gündem sınırötesi kara operasyonu,
binlerce BDP’linin sözde tarafsız yargı eliyle cezaevlerine
tıkılmış olması ve buna karşılık PKK’nin saldırılarını
sıklaştırması ile neredeyse her gün birkaç askerin ölmesi
olarak şekilleniyor.
Peki,
yukarıda özetlediğimiz uluslararası ortam temel kabul edilerek;
dolayısıyla ondan bağımsız ele almadan Türkiye özelinde
bugünkü duruma son aylarda yaşananlarla nasıl gelindi?
Hükümetin
ikili politikası
12
Haziran seçimleri öncesi uzunca bir süre önce ateşkes ilan etmiş
olan PKK, yalnızca kendisine saldırıldığında misilleme
yapacağını duyurmuştu. Özellikle bu süreçte, içinden
geçtiğimiz günlerdekinin tam aksine asker ölümleri asıl olarak
ordunun gerçekleştirdiği operasyonlar sonrasında ve oldukça az
sayıdaydı. Sürdürülen askeri operasyonlar ve seçim sürecine
kadar yaklaşık 50 gerillanın ölmesine paralel olarak bugün
olduğu gibi “KCK operasyonları” da sürüyor, BDP’li
siyasetçilere yönelik tutuklama dalgası yükseliyordu.
(...)
Seçimlere
giden süreçte BDP’nin 4 ana talebinden birisi olan “siyasi ve
askeri operasyonların durdurulması” gerçekleşmemiş, aksine
operasyonlar daha da artmış, BDP’li siyasetçiler tutuklanmaya
devam edilmiş, kurulan barış çadırlarına saldırılar
gerçekleştirilmişti. 12 Haziran seçimlerinden BDP öncülüğünde
kurulan blok 36 vekil çıkarmış ve bölgede AKP’yi geriletmişti.
Seçimlerden çıkan genel sonuç itibariyle sermaye sınıfının
istediği gerçekleşmiş, başlıca partiler “yeni anayasa”nın
yapılacağı meclise girmişti. Ancak bu “bahar havası”
tutuklu vekiller kriziyle son buldu. MHP’nin tutuklu vekili için
hiçbir sorun çıkarmadığı, CHP’nin ise bir süre sonra yapılan
protokol çerçevesinde anlaşarak noktaladığı vekil krizinden,
asıl darbeyi, Hatip Dicle’nin vekilliğinin düşürülmesi ve
buna ek olarak 5 tutuklu vekilinin de serbest bırakılmamasıyla BDP
almış oldu.
Yemin
krizi ve Öcalan
“Yemin
krizi” olarak adlandırılan BDP’li vekillerin meclisi boykot
etmesi, yemin etmemesi ve Diyarbakır’da toplanması durumuna
karşılık, 7 Temmuz’da Öcalan’ın avukat görüşmelerinden
önemli bir sonuç açıklandı. Öcalan devletle “barış konseyi”
çerçevesinde anlaştıklarını, bunun bir ay içinde kurulmasını
planladıklarını, daha önce ateşkesin son tarihi olarak verilen
15 Temmuz’un bir hükmünün kalmadığını, geçersizleştiğini
belirterek, BDP’yi de tutuklu vekiller konusunda hükümetle bir
anlaşma imzalamaya ve meclise dönmeye çağırdı. Öcalan,
anlaşmanın, tutuklu vekillerin ve KCK tutuklularının serbest
bırakılmasını, yüzde 10 barajını, TMK’yi de kapsayabileceği
ama bunların hemen gerçekleşemeyeceğini, ancak kademe kademe
olacağını kabul ettiğini de belirtmişti. Bu açıklamanın
ardından Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışanak Meclis Başkanı
Cemil Çiçek’le görüştü. Öcalan’ın Hatip Dicle’yi
dışarıda bırakan, tutuklu vekiller sorununu da zamana yayan
tavrına karşılık, BDP 6 vekili serbest bırakılmadıkça meclise
gelmeyeceğini açıkladı.
“Öcalan
sayesinde” çözüme çok yakın olunduğunun basında
dillendirildiği o günlerin ertesinde 14 Temmuz günü PKK’nin
Silvan saldırısı gerçekleşti. 13 asker ve 2 gerillanın yaşamını
yitirdiği saldırıyla ilgili olarak daha sonrasında Karayılan
“Silvan’ın planlı bir saldırı olmadığını, süren TSK
operasyonları çerçevesinde karşılaşıldığını ve PKK’nin
baskın çıktığını” belirtse de artık savaş ortamı yeniden
gündemi belirlemeye başladı. Silvan saldırısıyla aynı gün
Demokratik Toplum Kongresi “demokratik özerkliği” ilan etti.
Öcalan, gerçekte ortada özerklik adına bir şey olmamasını
sonraki görüşme notunda “pratikleştirmeden ilanın çok da
anlamlı olmadığını” ifade ederek eleştirirken, başta Altan
Tan olmak üzere birçok Kürt siyasetçi özerkliğin ilanına karşı
çıktı, Aysel Tuğluk da zamanlama konusunda bir “özeleştiri”
yaptı. Silvan saldırısı sonrasında çok yakın olduğu ifade
edilen çözümün yerini birçok ilde milliyetçi gösteriler, BDP
binalarına ve Kürtlere yönelik saldırılar aldı. Hatırlanacağı
gibi İstanbul’un Zeytinburnu ilçesinde faşist güruhun Kürtlere
yönelik saldırıları Temmuz ayı sonlarında günlerce sürmüştü.
Silvan
saldırısının ardından devlet heyetiyle Öcalan’ın görüşmeleri
bir süre daha sürdü ve Öcalan bunu “böylesi bir ortamda
görüşmelerin sürmesi bile önemlidir, ciddidir” diye yorumladı.
Silvan saldırısından sonra yapılan görüşmede (20 Temmuz)
Öcalan kendisinin ve görüştüğü devlet yetkililerinin sorunun
çözümünde kendi rolünün önemine ilişkin mutabık olduklarını
vurguladı. Rolünü oynaması için “Gerekirse Meclis acil
toplanıp bu konuda görüşüp çağrı yapabilir. Veya başbakan
bir çağrı yapabilir: ‘Biz bu işin silahlarla çözülmeyeceğini
inanıyoruz. Bu meseleyi demokratik, anayasal yöntemlerle çözeceğiz’
derse bir haftada hallederiz.” dedi. Aynı görüşmede BDP’ye
meclise dönüş sorununu anayasayı ve yasaları değiştirme
konusunda mutabakata varıp gerçekleştirme önerisinde bulunarak
yemin krizindeki yumuşak tavrını sürdürdü.
O
günlerde Selahattin Demirtaş başbakanın bir çağrı yapmasını
ve çözümün demokratik kanallarla geliştirileceğini açıklamasını
istiyordu: “Başbakan PKK’ye çağrı yapsın. Bütün
sorunların barış içinde çözüleceğini, anayasal çözüme açık
olduğunu, şiddetin çözüm getirmeyeceğini, askeri ve siyasi
operasyonlar ile PKK’nin eylemlerinin sorunları çözmeyeceğini
ifade etsin. Bu çağrıya karşı PKK ille de ben askere eylem
yapacağım, ille de silah kullanacağım derse biz de dahil
herkesten tepki görür.” Demirtaş’ın bu açıklaması
hükümetin adım atması halinde gerektiğinde PKK’ye karşı da
tavır almaya hazır olduklarının bir ilanıydı. Hükümet ise
operasyonların süreceği yanıtıyla çağrıyı reddetti ve
çatışma ortamı Temmuz ayı sonlarına doğru daha da gelişti.
Bu
gelişmeleri, iki aydır avukatlarıyla ve ailesiyle görüştürülmeyen
Öcalan’ın aradan çekildiğini ilan etmesi izledi. ...[Öcalan]
hem devlete, hem PKK’ye hem de BDP’ye sert eleştiriler getiriyor
ve sağlık, güvenlik ile özgür hareket alanı şartları yerine
getirilmedikçe aradan çekildiğini açıklıyordu. Öcalan, aynı
açıklamada, kapıları bütünüyle kapatmadığını da şu
sözlerle ifade etmişti: “Heyete de söyledim,
Erdoğan’a da çağrı yaptım. Gerillayı güvenli bir alana
çekeceğim demiştim. Ama buna dahi imkan tanımadılar. Hükümete
açık mektubumdur. Eğer gözyaşının dinmesini istiyorsanız,
gerillayı güvenli bir yere çekmemin yolunu açın. Böyle
yaparsanız bir hafta içinde çözeriz.”
Öcalan’ın
görüşme notlarını yakından takip edenler, onun PKK’nin silah
bırakması konusunda uzunca bir zamandır “rolünü oynamak”
için ciddi anlamda çaba gösterdiğini hatırlayacaklardır. Hiç
şüphesiz Öcalan’ın Kürt siyasi hareketi üzerindeki otoritesi
göz önüne getirildiğinde yapacağı çağrı ile PKK’yi sınır
ötesine -daha önce de yaptığı gibi- çekmesi ve çatışma
durumuna son vermesi mümkündü. Ancak Erdoğan’ın o günlerde
gerçekleşen Bakü ziyareti dönüşündeki açıklamasında da
görüleceği gibi, devletin belirlediği politika PKK’ye ve BDP’ye
topyekun saldırı anlamına geliyordu.
“Ateşkes”in
sonu
Bu
gelişmeleri takiben 2 Ağustos’ta PKK fiilen ateşkesi
bitirdi. Bunu ertesi gün, 2009 yılında “Öcalan’ın
barışa ve çözüme katkı sunabileceği koşullar oluşturulmalı,
olgunlaştırılmalıdır” açıklamasını yapan eski DTP’li 98
belediye başkanı ve 8 il genel meclis başkanı hakkında 15 yıla
kadar hapis istemiyle dava açılması izledi.
Bu
günlerde tam kadro toplanan “güvenlik” zirveleri yeni
operasyonların masaya yatırıldığı toplantılar oldu. Benzer
süreç bir yıl önce de yaşanmış, Öcalan 28 Mayıs 2010′da
muhatap bulamadığı için aradan çekildiğini açıklamış, PKK
bunun ardından yaptığı açıklamada misilleme eylemlerini
arttıracağını bildirmiş ve ardından İskenderun saldırısı
gelmişti. Bunu, PKK’nin 1 Haziran’da bir yılı aşkın süredir
devam eden ateşkese son verdiğini açıklaması, devletin Öcalan’la
yeniden görüşmelere başlaması ve PKK’nin Öcalan’ın
çağrısıyla Ağustos ayında yeniden ateşkes ilan etmesi izledi.
(...)
Ağustos
ayının ortasına gelindiğinde PKK’nin saldırıları
yoğunlaşırken, Erdoğan “Ramazan ayının hürmetine
sabrettiklerini” açıklıyor ve Ramazan ayının ardından bir
sınır ötesi operasyon gerçekleştirileceğinin sinyalini
veriyordu. Aynı açıklamada BDP’yi de açıkça tehdit eden
Erdoğan sonraki günlerde gerçekleşecek ve bugün de süren daha
kapsamlı tutuklama dalgasını da haber veriyordu. 17 Ağustos’ta
Hakkari Çukurca saldırısıyla 8 askerin öldürülmesi “Ramazan
ayı” söyleminin sonlandırılmasını ve sınır ötesi hava
operasyonunun derhal başlamasını getirdi. Muhalefet partileri CHP
ve MHP de operasyona tam destek verdiler.
Çukurca
saldırısı sonrasında, BDP “İnsan yaşamını sona erdiren
hiçbir şiddet eylemini tasvip etmediğimizi bir kez daha belirtmek
isteriz. Türkiye’nin bu noktaya gelmemesi için aylarca çağrılar
yaptık, girişimlerde bulunduk, barışın önünün açılması
için büyük çaba sarf ettik. Ancak bütün bu çabalarımız,
barış çağrılarımız ne yazık ki karşılıksız
kaldı.” açıklamasını yaptı.
“Açılım”
hava operasyonuyla sürerken, AKP’nin eski önemli kurmaylarından
Dengir Mir Mehmet Fırat kendisiyle yapılan bir röportajda
asimilasyonun hala sürdüğünü kabul ediyordu. Aynı günlerde
Siirt Belediye Başkanı Selim Sadak’a il binasının açılışında
Kürtçe konuştuğu için 6 ay hapis cezası verildi, ceza 3 bin
lira para cezasına dönüştürüldü. Hükümetin ikili
politikasına bir işaret de, geçtiğimiz hafta YÖK’ün Kürtçe
lisans bölümü Kürt Dili ve Edebiyatı’nın Mardin Artuklu
Üniversitesi’nde açılmasına onay vermesi oldu.
Sınır
ötesi hava operasyonunun başladığı günler, aynı zamanda AKP
hükümetinin Suriye’deki Baas rejimine karşı tavrını oldukça
sertleştirdiği bir zamana denk geliyordu. 18 Ağustos’ta ABD
Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Nuland PKK ile mücadelesinde
Türkiye’nin yanında olduklarını bir kez daha kaydetti ve
operasyona karşı olmadıklarını açıklamış oldu. Bu hiç
şüphesiz Türkiye’nin Suriye’ye karşı tavrını
sertleştirmesiyle de paraleldi.
Bu
arada, Van Barış Anneleri İnisiyatifi Çukurca’da eylemin
yapıldığı yerde PKK saldırısını kınadı. Burjuva medyasının
görmezden geldiği bu eylem bir ilkti. Barış Anneleri aynı
zamanda Kuzey Irak’a yönelik operasyona da karşı çıktılar.
Irak sınırına yürüyen kadınlar böylece canlı kalkan
eylemlerini başlattılar; ellerinde “ne asker ne gerilla ölmesin”,
“savaşa hayır barış hemen şimdi” “asker anneleri savaşa
sessiz kalma” dövizlerini taşıyorlardı. Sonraki günlerde
Şırnak kırsalında sınıra yüzlerce kişinin katıldığı
yürüyüşler gerçekleştirildi. DTK da 16 ilden Hakkari sınırına
27 Ağustos’ta yürüyüş düzenleyeceğini açıklamıştı.
Operasyonların
ve çatışmaların durması için Şırnak’ın Silopi ilçesi ile
Hakkari’nin Çukurca ilçesinde 16 ilden gelen ve aralarında
BDP’li milletvekilleri, belediye başkanları, sivil toplum
örgütleri, barış anneleri inisiyatifi ve kadın derneklerinin de
bulunduğu binlerce kişiye Şırnak ve Hakkari valilikleri
tarafından izin verilmedi. Bunun üzerine oturma eylemi başlatıldı.
Burada gerçekleşen müdahalede göğsüne gaz bombası isabet eden
BDP Van İl Genel Meclisi üyesi Yıldırım Ayhan katledildi.
(...)
Yine,
basına sızdırılan ve YAŞ sürecinde istifa eden Genelkurmay eski
Başkanı Koşaner’in seçimlerden önce yaptığı bir konuşma
olduğu anlaşılan ses kaydı da süren savaş konusunda önemli
itiraflar içeriyordu. “Eğitim zaafiyeti nedeniyle terörist
diye masum erimizi kendimiz vurduk” diyen Koşaner “intihar
etti” denilen birçok asker ölümüne de açıklık getiriyordu.
Koşaner, kontrolsüz mayın döşendiğini ve bunun sonucunda daha
öncesinde 7 askerin öldüğünü de teyit etti. Onun,“Biliyorsunuz
seçime kadar eylemsizlik diye bir karar aldılar. Bu da hakikaten
eylemlerini yani kırsal kesimdeki eylemlerini azalttılar. Bu karar
tabi kesinlikle tabii bizi bağlamaz. Bizi hiç ilgilendirmez. Bizim
eylemsizlikle alakamız yok.” ifadeleri hem devletin hem de
medyanın süren savaşın tüm ağırlığını PKK’ye yükleyen
propagandasının bir teşhiri niteliğindeydi.
Son
haftalar
Eylül
ortasına gelindiğinde, Erdoğan, Tunus ziyareti öncesi yaptığı
açıklamayla İran’la işbirliğini vurgulamaya başladı ve artık
Habur tarzı çözüm beklememek gerektiğini söylerek değiştirilen
yönelişi açıkça ilan etti. Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı
Feridun Sinirlioğlu, bugün eli kulağında olan sınır ötesi kara
operasyonu için Irak’ın ve Kürt yönetiminin desteğini almak,
onları da Türkiye’nin planına dahil etmek amacıyla 10 Eylül’de
Irak’a (ve Erbil’e) bir ziyaret gerçekleştirdi. Bu ziyaret
öncesinde Irak devletinden sınır ötesi kara operasyonuyla ilgili
yapılan açıklama “Irak’a girilecekse bize de danışılsın”
şeklindeyken, daha sonraki günlerde yapılan açıklamalar
görüşmelerin operasyonun ayrıntıları üzerinde sürdüğünü
gösterdi.
Geçtiğimiz
yıl oldukça ses getiren, bu yılda burjuva medyasının neredeyse
görmezden geldiği bir diğer gelişme ise okul boykotuydu [5]. DTK
Eğitim ve Dil Komisyonu da 16 Eylül’de yaptığı açıklamada,
Kürt çocuklarına anadil için “boykot” çağrısında
bulunmuştu. DTK, “Kürtler sınırlı koşul ve alanlarda değil,
dillerini bütün alanlarda kullanmak istiyor. Bu istek en doğal ve
meşru istektir” diyerek, okulların eğitime başlayacağı 19-23
Eylül tarihleri arasında Kürt çocuklarını boykota çağırdı.
Diyarbakır Valisi boykotun tutmadığını söylese de Diyarbakır,
Mardin, Şırnak, Batman, Hakkari, Siirt ve ilçelerinde boykota
yoğun bir katılım gerçekleşti.
Eylül
ortasına Türkiye kamuoyuna malum olan bir durumun ilanı damgasını
vurdu. Önemi yadsınamayacak olan bu gelişme MİT ile PKK arasında
yapılmış olan bir görüşmenin ses kaydının basına
sızdırılmasıydı. Hiçbir ciddi tepkiyle karşılaşılmaması,
MHP’nin dahi bir hafta sonra ve oldukça cılız bir tepki
göstermesi, basında görüşmenin neden yapıldığının değil de
içeriğinin tartışılması devlet-PKK görüşmelerini
“normalleştirme” çabasının başarıya ulaştığını
gösteriyordu. “Habur faciası”nın ardından gerçekleştiği
anlaşılan bu görüşme, devletle PKK’nin hem uzunca bir süredir
görüştüğünü, hem de çatışmaların görüşmeye engel
olmadığını gösteriyordu. Öcalan’ın ev hapsine alınması ve
serbest bırakılması da dahil “açılım” sürecinde tartışılan
birçok konuyu kapsayan görüşme notları, gerçekte, kamuoyuna
gelişmeler ya da durum nasıl yansıtılırsa yansıtılsın, devlet
ile PKK’nin anlaşmasının hiç de zor olmadığını ve askerler
ile gerillaların ölümlerinin önüne geçilebileceğini açıkça
göstermiş oldu. Hiç şüphesiz bu anlaşma sürecinde başlıca
aktörler devlet ve PKK olsa da, uluslararası gelişmelerden ve
güçlerden soyutlanabilecek bir Kürt sorununun olmadığını, aynı
zamanda hükümetin ya da PKK’nin kendi siyasi kaygılarının da
sürece yön verebildiğini atlamamak gerekiyor.
(...)
20
Eylül’de Başbakan Erdoğan’ın BM Genel Kurulu’nun yeni dönem
toplantılarının başlaması nedeniyle gittiği ABD’de Obama ile
asıl olarak Suriye ve Kürt sorununu masaya yatırırken,
Ankara’daki bombalı saldırı eylemi gerçekleşti. TAK’ın
(Kürdistan Özgürlük Şahinleri) üstlendiği eylemde 3 kişi öldü
34 kişi yaralandı. TAK bu yılki ilk eylemini Ağustos ayı sonunda
Antalya’da gerçekleştirmiş ve iki kadın yaralanmıştı.
Sonraki günlerde ise önce Siirt saldırısı ve 4 kadının ölümü,
ardından Bitlis polis okuluna yönelik saldırı ve 1 polisin ölümü
geldi. BDP Çankaya ve Siirt saldırılarını kınadı ve “Yaşam
hakkına yönelik bu saldırıları şiddetle kınıyoruz. Her iki
olayı yapan ve yaptıranlar bir an önce açığa
çıkarılmalıdır.” açıklamasını yaptı.
PKK
ise, TAK’ın Ankara eylemini kınar ve örgütü uyarırken, Siirt
saldırısını üstlendi ve şu açıklamayı yaptı: “Öncelikli
olarak yaşanan bu acı olaydan dolayı halkımızdan, yaşamlarını
yitiren insanlarımızın ailelerinden ve çevrelerinden özür
diliyoruz.”
Kürt
sorununda hangi çözüm?
(...)
TC
Devleti’nin uluslararası planda son derece önemli sorunlar
yaşadığı şu günlerde, daha öncesinde planlanan burjuva
çözümün, yani PKK’nin silahsızlandırılmasının, kısa
vadede gerçekleşmesi mümkün gözükmüyor. Bu, “MİT-PKK
görüşmesi”nde de açıkça ifade edilen bir gerçek. Bununla
birlikte, PKK’ye yönelik bir kara operasyonunun gündemde olmasına
ve BDP’ye kök söktürülmeye çalışılmasına bakarak,
hükümetin açılımdan vazgeçtiğini söylemek de hatalı
olacaktır.
Özünde
küresel sermayenin ve Türkiye burjuvazisinin çıkarları
doğrultusunda başlatılan ve bugüne kadarki gelişmelerle de
“demokrasi ve barış” adına olmadığı bütün çıplaklığıyla
su yüzüne çıkan “Kürt açılımı” projesi sermayenin
çözümünü ifade ediyor. Kürt halkının eşit ve demokratik
birlik özlemi ile halkların savaşın sonlanması arzusu, egemen
sınıfların çıkarları ve burjuva politikası adına hiçbir şey
ifade etmemektedir. Bugün sınır ötesi operasyonlara ne kadar
karşı çıkılması gerekiyorsa, önümüzdeki dönem gelişme
potansiyeli taşıyan, Türkiye’yle gerginlik içerisinde olan
ülkelerle olası çatışmalara da o kadar karşı çıkılmalıdır.
Türkiyeli egemenler bugün bölgedeki çıkarlarını asıl olarak
Kürt sorunu üzerinden ifade etmekte, ordudaki dönüşüm ve sınır
birliklerindeki yapısal değişim ile askeri savaş yatırımları
için PKK’yi bahane etmektedir.
Bölgedeki
egemen sınıfların Kürt sorunu üzerinden sürdürdüğü bu
hesaplaşma, başta Kürtler olmak üzere bölgedeki halkların
sorunlarını çözmek bir yana, hiç şüphesiz çok daha büyük
yıkımların habercisidir. İşçi sınıfı ve onun devrimci
yolunda yürüyen aydınlar, sermaye sınıfının ve onun devletinin
Kürt sorunundaki ikiyüzlü tavrını sergilemek ve burjuvazinin
bölgedeki gerçek amaçlarını her yerde açıklamakla yükümlüdür.
Kürt halkına ve onun siyasi temsilcilerine yönelik saldırıların
sonlanmasını, Kürtlerin tüm meşru demokratik taleplerinin resmen
kabul edilmesini, sınır ötesi operasyonların derhal
durdurulmasını savunmak Marksist devrimcilerin başlıca görevleri
arasındadır.
Bunları
yaparken asla unutulmaması gereken noktaysa, Kürt sorununun,
yukarıda da sürekli vurguladığımız uluslararası boyutudur. Bu,
öncelikle, söz konusu sorunun öznesinin dört farklı ülke
arasında parçalanmış olan bir halk olmasından kaynaklanmaktadır.
Öte yandan, Kürt halkı ve Kürdistan coğrafyası, küresel
sermayenin ve onun yerel taşeronlarının bölgesel hesaplarının
tam ortasında yer almaktadır. Bu durum, yalnızca farklı
devletlerin egemenliği altında yaşayan Kürt emekçilerinin kendi
aralarında birleşmesini değil; Türk, Arap, Acem gibi ezen
ulusların emekçilerinin de ortak eylemini gerektirmektedir.
Haleflerinden farklı olarak, Kürt sorununu çözeceği iddiasıyla
iktidara gelen AKP’nin, üçüncü iktidar döneminde bu yönde
atacağı adımlar, bütünüyle küresel sermayenin bölgesel
çıkarları doğrultusunda olacaktır ki bu, yeni savaşlar ve
çatışmalar demektir.
Bu
yüzden, sorunun tek gerçekçi çözümü, sadece TC Devleti’ni
değil ama Suriye, Irak, İran ve bölgedeki diğer burjuva
devletlerini de karşısına alan işçi sınıfı eksenli
enternasyonalist ve devrimci bir perspektif üzerinde inşa
edilebilir.
Y.
Ateşçi, 28 Eylül 2011
sosyalizm.eu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder