4 Ekim 2011 Salı

Kürt Sorunu Nereden Nereye?




(Kürt sorunu üzerine Eylül ayının sonunda yayınlanan kapsamlı bir değerlendirmeyi kısaltarak yayınlıyoruz.)

BDP’nin meclise gelip gelmeme konusunda açıkladığı “boykota son veriyoruz, 1 Ekim’de meclisteyiz” tavrı ne kadar önemliyse, geçtiğimiz günlerde yaşanan başlıca gelişmeler de en az o kadar önem taşıyor. Erdoğan’ın ABD ziyareti sonrası yaptığı açıklamalar bunlardan birisi. Erdoğan “Biz terörle mücadele ederiz, siyasi iradeyle de müzakere ederiz. Terörle mücadele sonuna kadar ama siyasetle müzakere. Siyasete gelen bizimle konuşabilir ama gelmeyen bizimle konuşamaz” açıklamasını yaptığı sıralarda BDP’ye yönelik operasyonlar sürüyordu. Bugün, 26 Eylül itibariyle İzmir’de gerçekleşen 30 tutuklamayla beraber son günlerde en az 75 BDP’li tutuklanmış oldu. Son altı ayda 1500′e yakın BDP’li tutuklanırken 2009′dan bu yana tutuklananların sayısı 3500′ü geçmiş bulunuyor. “Siyaset”le yapılan müzakerenin nasıl sürdüğünü hiç şüphesiz bu rakamlar göstermektedir. Bununla birlikte, söz konusu tutuklamalar AKP hükümetinin -bir kez daha- BDP’nin de mecliste bulunması yönünde bir açıklama yaptığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
Öcalan ile avukatları arasındaki görüşmelerin 2 aydır engellendiği, PKK’nin saldırılarını şiddetlendirdiği, devletin de hem PKK’ye hem de BDP’ye topyekun saldırdığı bugüne nasıl gelindiğini anlamanın en sağlıklı yolu hiç şüphesiz uluslararası gelişmelerden bağımsız bir Kürt sorununun olmadığı gerçeğini hatırlamak olacaktır.
“Kürt açılımı” adı verilen sürecin başladığı dönemdeki Ortadoğu’nun durumu ve Türkiye’nin konumu ile şu andaki durum önemli ölçüde değişikliğe uğramış durumda. “Kürt açılımı”nın kesinlikle TC Devleti’nin sınırlarıyla sınırlı bir proje olmadığını, Suriye, Ermenistan ve Irak kolları da bulunan geniş kapsamlı uluslararası bir “açılım” olduğunu o dönemki değerlendirmemizde (“Kürt Açılımı”nın Ardındaki Dinamikler ve Marksist Perspektif, 28 Ekim 2009) şöyle ifade etmiştik: “Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti, neredeyse eş zamanlı olarak gündeme getirdiği üç açılım paketiyle hem iç hem de dış siyasi gündemi belirlemektedir. Ermenistan, Suriye ve Kürt (belki de “Irak” demek gerek) “açılımları” olarak adlandırılan bu paketler, mevcut hükümetin sağduyusunun ya da iyi niyetinin ürünü değildir. Bu “açılım”ın ardında, uluslararası sermayenin Orta Asya-Kafkasya- Ortadoğu eksenine “istikrar” kazandırma çabaları ve onunla bütünleşmiş olan Türkiye burjuvazisinin taşeron konumunda Ortadoğu’ya ve Kafkasya’ya açılması; özetle, Türkiye ekonomisinin küresel sermaye ile bütünleşmesi yatmaktadır. Dolayısıyla, “Kürt Açılımı”nı, ilk olarak, Ermenistan ve Suriye “açılımlarını” da içeren tek bir açılımın parçası olarak ele almak gerekir.” [1]


Aynı değerlendirmede özellikle Kürt açılımının demokratikleşme adına yapılmasının tam bir ikiyüzlülük olduğunu belirtiyor, açılımın uluslararası ve yerli sermayenin bölgedeki çıkarları doğrultusunda PKK’yi silahsızlandırmalarının zorunluluğundan doğduğunu ifade ediyorduk: “…bu “açılım”, sermayenin talepleri ve planları doğrultusunda sürdürüldüğü için -ve o ölçüde- Türk, Ermeni, Arap ve Kürt emekçilerin hiçbir temel sorununu çözmeyecek; tersine, daha da arttıracaktır. Çünkü sermaye, daha fazla kar elde etmek için gözünü -uluslararası emek piyasasına göre- ucuza çalışmaya hazır Ermeni, Kürt ve Suriyeli Arap işçilere, ucuz hammadde ve enerji kaynaklarına dikmiş durumda. Bölgesel (“Kürtler için” diye okuyun) asgari ücret tartışmaları; Irak ve Kuzey Irak’taki Kürt Özerk Yönetimi ile yapılan anlaşmalar; Suriye ile vizesiz geçiş ve yatırım anlaşmaları ve uluslararası enerji, ulaşım, yatırım projeleriyle desteklenen “Ermenistan açılımı” küresel sermayenin bu talepleri doğrultusunda gündeme gelmiştir. Öte yandan sermaye, uluslararası enerji koridorlarını da güvence altına almak istiyor. Bütün bunları gerçekleştirmek için de, bölgede “istikrar”ın sağlanması; dolayısıyla, devletlerin ordu ve polis aygıtlarının güçlendirilmesi gerekiyor. Özetle, bu “açılım”ın demokrasi ile bir ilişkisi yoktur.” [2]
Bugün gelinen noktadaysa Ermenistan açılımı uzun zamandır durmuş, Suriye ile olan ekonomik ve siyasi yakınlaşma “düşmanlık” derecesine gerilemiş durumda, yapılan uluslararası enerji anlaşmaları -ki özellikle Kürt illerinin geçiş noktası olması söz konusuydu- fiilen durmuş durumda. Türkiye’nin bölgeye açılmasının bir sonucu olarak İsrail’le gelişen gerginliğin boyutları, Kıbrıs sorunu ve Rusya’nın Güney Kıbrıs’ın denizin altında petrol ve doğal gaz kaynaklarını çıkarma hakkının arkasında olduklarını ve gerekirse Kıbrıs’a kalkan olacaklarını açıklaması, NATO’nun Türkiye’ye kurulacağı kesinleşen füze kalkanı ve radarının İran tarafından doğal olarak sert bir şekilde eleştirilmesi, buna karşılık İran, Rusya ve Çin’in ortak bir füze kalkanı projesi geliştirmek için görüşmeler yürüttüğü yolundaki haberler ile Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 2012 AB dönem başkanlığı dolayısıyla AB ile ilişkilerin durma noktasına gelmiş olması yalnızca son birkaç haftalık gelişmeleri ifade ediyor. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki halk isyanlarıyla beraber küresel ekonomik krizin dalga dalga yayılıyor olduğu da hesaba katıldığında, özetle bu temel gelişmelerden bağımsız olarak ele alınabilecek bir Kürt sorununun söz konusu olmadığı daha açık görülecektir.
Türkiye’nin “sıfır sorun” olarak adlandırılan dış politikasının kapitalizmin doğası gereği geleceğin çatışma tohumlarını içinde barındırdığını şöyle vurgulamıştık: “Artık dünyanın farklı bölgelerinde yatırımlara yönelecek denli palazlanmış ve küresel sermaye ile bütünleşmiş olan Türkiye burjuvazisinin devleti emperyal bir dış politika izlemek; bunu da, aynı burjuvazinin “ulusal” çıkarlarının bir çok noktada çakıştığı ABD ve AB ile birlikte yapmak zorundadır. Bu alanların başında da Irak, Filistin, Kafkasya ve Orta Asya geliyor. Türkiye burjuvazisi Suriye’yi, Irak’taki Kürt Yönetimi bölgesini ve Ermenistan’ı kendi “arka bahçesi” haline getirme yönünde önemli adımlar atmakta; bunu da küresel ortaklarına rağmen değil ama onlarla birlikte yapmaya çalışmaktadır. Bu durum, Türkiye’ye, ABD – AB merkezli Batı ittifakı içindeki çelişkilerden muaf olma “lüksü” tanımadığı gibi, onun sözkonusu çelişki ve çatışmalara giderek daha fazla dahil olmasının zeminini de oluşturur.
Dolayısıyla, Türkiye ile küresel sermayenin merkezinde yeralan başlıca emperyalist devletler arasındaki ilişkiler, önceden olduğu gibi “sorunsuz” biçimde sürmeyecek; Türkiye burjuvazisi, onların dayatmalarına sessizce boyun eğmeyerek, kendi çıkarlarını daha kararlı biçimde masaya sürecektir”[3]


“Açılım”ın başladığı iki yıl öncesinin ve bugünün hiç de aynı olmadığını asla unutmamak gerekiyor. Türkiye’nin başta İsrail olmak üzere, en yakın komşuları Suriye ve İran’la ilişkilerinin gerildiği, Rusya ile de gerilmeye başladığı şu günlerde AKP hükümetinin ve Türkiye devletinin demokrasi havarisi kesilmesini beklemek elbette saflık olur. Hiç şüphesiz iki yıl önce de Türkiye devletinin demokratikleşme ya da Kürt halkının tüm meşru demokratik taleplerini kabul etme gibi bir amacı yoktu, ancak özellikle uluslararası ilişkiler bakımından AKP hükümeti oldukça avantajlı bir konumda bulunuyordu. Basına sızdırılan MİT-PKK görüşmesinde de ifade edildiği gibi hükümet Habur sürecini yönetemedi ve “açılım” durma noktasına geldi. Bugün gelinen noktada ise gündem sınırötesi kara operasyonu, binlerce BDP’linin sözde tarafsız yargı eliyle cezaevlerine tıkılmış olması ve buna karşılık PKK’nin saldırılarını sıklaştırması ile neredeyse her gün birkaç askerin ölmesi olarak şekilleniyor.
Peki, yukarıda özetlediğimiz uluslararası ortam temel kabul edilerek; dolayısıyla ondan bağımsız ele almadan Türkiye özelinde bugünkü duruma son aylarda yaşananlarla nasıl gelindi?
Hükümetin ikili politikası
12 Haziran seçimleri öncesi uzunca bir süre önce ateşkes ilan etmiş olan PKK, yalnızca kendisine saldırıldığında misilleme yapacağını duyurmuştu. Özellikle bu süreçte, içinden geçtiğimiz günlerdekinin tam aksine asker ölümleri asıl olarak ordunun gerçekleştirdiği operasyonlar sonrasında ve oldukça az sayıdaydı. Sürdürülen askeri operasyonlar ve seçim sürecine kadar yaklaşık 50 gerillanın ölmesine paralel olarak bugün olduğu gibi “KCK operasyonları” da sürüyor, BDP’li siyasetçilere yönelik tutuklama dalgası yükseliyordu.
(...)
Seçimlere giden süreçte BDP’nin 4 ana talebinden birisi olan “siyasi ve askeri operasyonların durdurulması” gerçekleşmemiş, aksine operasyonlar daha da artmış, BDP’li siyasetçiler tutuklanmaya devam edilmiş, kurulan barış çadırlarına saldırılar gerçekleştirilmişti. 12 Haziran seçimlerinden BDP öncülüğünde kurulan blok 36 vekil çıkarmış ve bölgede AKP’yi geriletmişti. Seçimlerden çıkan genel sonuç itibariyle sermaye sınıfının istediği gerçekleşmiş, başlıca partiler “yeni anayasa”nın yapılacağı meclise girmişti. Ancak bu  “bahar havası” tutuklu vekiller kriziyle son buldu. MHP’nin tutuklu vekili için hiçbir sorun çıkarmadığı, CHP’nin ise bir süre sonra yapılan protokol çerçevesinde anlaşarak noktaladığı vekil krizinden, asıl darbeyi, Hatip Dicle’nin vekilliğinin düşürülmesi ve buna ek olarak 5 tutuklu vekilinin de serbest bırakılmamasıyla BDP almış oldu.
Yemin krizi ve Öcalan
“Yemin krizi” olarak adlandırılan BDP’li vekillerin meclisi boykot etmesi, yemin etmemesi ve Diyarbakır’da toplanması durumuna karşılık, 7 Temmuz’da Öcalan’ın avukat görüşmelerinden önemli bir sonuç açıklandı. Öcalan devletle “barış konseyi” çerçevesinde anlaştıklarını, bunun bir ay içinde kurulmasını planladıklarını, daha önce ateşkesin son tarihi olarak verilen 15 Temmuz’un bir hükmünün kalmadığını, geçersizleştiğini belirterek, BDP’yi de tutuklu vekiller konusunda hükümetle bir anlaşma imzalamaya ve meclise dönmeye çağırdı. Öcalan, anlaşmanın, tutuklu vekillerin ve KCK tutuklularının serbest bırakılmasını, yüzde 10 barajını, TMK’yi de kapsayabileceği ama bunların hemen gerçekleşemeyeceğini, ancak kademe kademe olacağını kabul ettiğini de belirtmişti. Bu açıklamanın ardından Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışanak Meclis Başkanı Cemil Çiçek’le görüştü. Öcalan’ın Hatip Dicle’yi dışarıda bırakan, tutuklu vekiller sorununu da zamana yayan tavrına karşılık, BDP 6 vekili serbest bırakılmadıkça meclise gelmeyeceğini açıkladı.
“Öcalan sayesinde” çözüme çok yakın olunduğunun basında dillendirildiği o günlerin ertesinde 14 Temmuz günü PKK’nin Silvan saldırısı gerçekleşti. 13 asker ve 2 gerillanın yaşamını yitirdiği saldırıyla ilgili olarak daha sonrasında Karayılan “Silvan’ın planlı bir saldırı olmadığını, süren TSK operasyonları çerçevesinde karşılaşıldığını ve PKK’nin baskın çıktığını” belirtse de artık savaş ortamı yeniden gündemi belirlemeye başladı. Silvan saldırısıyla aynı gün Demokratik Toplum Kongresi “demokratik özerkliği” ilan etti. Öcalan, gerçekte ortada özerklik adına bir şey olmamasını sonraki görüşme notunda “pratikleştirmeden ilanın çok da anlamlı olmadığını” ifade ederek eleştirirken, başta Altan Tan olmak üzere birçok Kürt siyasetçi özerkliğin ilanına karşı çıktı, Aysel Tuğluk da zamanlama konusunda bir “özeleştiri” yaptı. Silvan saldırısı sonrasında çok yakın olduğu ifade edilen çözümün yerini birçok ilde milliyetçi gösteriler, BDP binalarına ve Kürtlere yönelik saldırılar aldı. Hatırlanacağı gibi İstanbul’un Zeytinburnu ilçesinde faşist güruhun Kürtlere yönelik saldırıları Temmuz ayı sonlarında günlerce sürmüştü.
Silvan saldırısının ardından devlet heyetiyle Öcalan’ın görüşmeleri bir süre daha sürdü ve Öcalan bunu “böylesi bir ortamda görüşmelerin sürmesi bile önemlidir, ciddidir” diye yorumladı. Silvan saldırısından sonra yapılan görüşmede (20 Temmuz) Öcalan kendisinin ve görüştüğü devlet yetkililerinin sorunun çözümünde kendi rolünün önemine ilişkin mutabık olduklarını vurguladı. Rolünü oynaması için “Gerekirse Meclis acil toplanıp bu konuda görüşüp çağrı yapabilir. Veya başbakan bir çağrı yapabilir: ‘Biz bu işin silahlarla çözülmeyeceğini inanıyoruz. Bu meseleyi demokratik, anayasal yöntemlerle çözeceğiz’ derse bir haftada hallederiz.” dedi. Aynı görüşmede BDP’ye meclise dönüş sorununu anayasayı ve yasaları değiştirme konusunda mutabakata varıp gerçekleştirme önerisinde bulunarak yemin krizindeki yumuşak tavrını sürdürdü.

O günlerde Selahattin Demirtaş başbakanın bir çağrı yapmasını ve çözümün demokratik kanallarla geliştirileceğini açıklamasını istiyordu: “Başbakan PKK’ye çağrı yapsın. Bütün sorunların barış içinde çözüleceğini, anayasal çözüme açık olduğunu, şiddetin çözüm getirmeyeceğini, askeri ve siyasi operasyonlar ile PKK’nin eylemlerinin sorunları çözmeyeceğini ifade etsin. Bu çağrıya karşı PKK ille de ben askere eylem yapacağım, ille de silah kullanacağım derse biz de dahil herkesten tepki görür.” Demirtaş’ın bu açıklaması hükümetin adım atması halinde gerektiğinde PKK’ye karşı da tavır almaya hazır olduklarının bir ilanıydı. Hükümet ise operasyonların süreceği yanıtıyla çağrıyı reddetti ve çatışma ortamı Temmuz ayı sonlarına doğru daha da gelişti.
Bu gelişmeleri, iki aydır avukatlarıyla ve ailesiyle görüştürülmeyen Öcalan’ın aradan çekildiğini ilan etmesi izledi. ...[Öcalan] hem devlete, hem PKK’ye hem de BDP’ye sert eleştiriler getiriyor ve sağlık, güvenlik ile özgür hareket alanı şartları yerine getirilmedikçe aradan çekildiğini açıklıyordu. Öcalan, aynı açıklamada, kapıları bütünüyle kapatmadığını da şu sözlerle ifade etmişti:  “Heyete de söyledim, Erdoğan’a da çağrı yaptım. Gerillayı güvenli bir alana çekeceğim demiştim. Ama buna dahi imkan tanımadılar. Hükümete açık mektubumdur. Eğer gözyaşının dinmesini istiyorsanız, gerillayı güvenli bir yere çekmemin yolunu açın. Böyle yaparsanız bir hafta içinde çözeriz.”
Öcalan’ın görüşme notlarını yakından takip edenler, onun PKK’nin silah bırakması konusunda uzunca bir zamandır “rolünü oynamak” için ciddi anlamda çaba gösterdiğini hatırlayacaklardır. Hiç şüphesiz Öcalan’ın Kürt siyasi hareketi üzerindeki otoritesi göz önüne getirildiğinde yapacağı çağrı ile PKK’yi sınır ötesine -daha önce de yaptığı gibi- çekmesi ve çatışma durumuna son vermesi mümkündü. Ancak Erdoğan’ın o günlerde gerçekleşen Bakü ziyareti dönüşündeki açıklamasında da görüleceği gibi, devletin belirlediği politika PKK’ye ve BDP’ye topyekun saldırı anlamına geliyordu.
“Ateşkes”in sonu
Bu gelişmeleri takiben 2 Ağustos’ta PKK fiilen ateşkesi bitirdi. Bunu ertesi gün, 2009 yılında “Öcalan’ın barışa ve çözüme katkı sunabileceği koşullar oluşturulmalı, olgunlaştırılmalıdır” açıklamasını yapan eski DTP’li 98 belediye başkanı ve 8 il genel meclis başkanı hakkında 15 yıla kadar hapis istemiyle dava açılması izledi.
Bu günlerde tam kadro toplanan “güvenlik” zirveleri yeni operasyonların masaya yatırıldığı toplantılar oldu. Benzer süreç bir yıl önce de yaşanmış, Öcalan 28 Mayıs 2010′da muhatap bulamadığı için aradan çekildiğini açıklamış, PKK bunun ardından yaptığı açıklamada misilleme eylemlerini arttıracağını bildirmiş ve ardından İskenderun saldırısı gelmişti. Bunu, PKK’nin 1 Haziran’da bir yılı aşkın süredir devam eden ateşkese son verdiğini açıklaması, devletin Öcalan’la yeniden görüşmelere başlaması ve PKK’nin Öcalan’ın çağrısıyla Ağustos ayında yeniden ateşkes ilan etmesi izledi.
(...)
Ağustos ayının ortasına gelindiğinde PKK’nin saldırıları yoğunlaşırken, Erdoğan “Ramazan ayının hürmetine sabrettiklerini” açıklıyor ve Ramazan ayının ardından bir sınır ötesi operasyon gerçekleştirileceğinin sinyalini veriyordu. Aynı açıklamada BDP’yi de açıkça tehdit eden Erdoğan sonraki günlerde gerçekleşecek ve bugün de süren daha kapsamlı tutuklama dalgasını da haber veriyordu. 17 Ağustos’ta Hakkari Çukurca saldırısıyla 8 askerin öldürülmesi “Ramazan ayı” söyleminin sonlandırılmasını ve sınır ötesi hava operasyonunun derhal başlamasını getirdi. Muhalefet partileri CHP ve MHP de operasyona tam destek verdiler.
Çukurca saldırısı sonrasında, BDP “İnsan yaşamını sona erdiren hiçbir şiddet eylemini tasvip etmediğimizi bir kez daha belirtmek isteriz. Türkiye’nin bu noktaya gelmemesi için aylarca çağrılar yaptık, girişimlerde bulunduk, barışın önünün açılması için büyük çaba sarf ettik. Ancak bütün bu çabalarımız, barış çağrılarımız ne yazık ki karşılıksız kaldı.” açıklamasını yaptı.
“Açılım” hava operasyonuyla sürerken, AKP’nin eski önemli kurmaylarından Dengir Mir Mehmet Fırat kendisiyle yapılan bir röportajda asimilasyonun hala sürdüğünü kabul ediyordu. Aynı günlerde Siirt Belediye Başkanı Selim Sadak’a il binasının açılışında Kürtçe konuştuğu için 6 ay hapis cezası verildi, ceza 3 bin lira para cezasına dönüştürüldü. Hükümetin ikili politikasına bir işaret de, geçtiğimiz hafta YÖK’ün Kürtçe lisans bölümü Kürt Dili ve Edebiyatı’nın Mardin Artuklu Üniversitesi’nde açılmasına onay vermesi oldu.
Sınır ötesi hava operasyonunun başladığı günler, aynı zamanda AKP hükümetinin Suriye’deki Baas rejimine karşı tavrını oldukça sertleştirdiği bir zamana denk geliyordu. 18 Ağustos’ta ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Nuland PKK ile mücadelesinde Türkiye’nin yanında olduklarını bir kez daha kaydetti ve operasyona karşı olmadıklarını açıklamış oldu. Bu hiç şüphesiz Türkiye’nin Suriye’ye karşı tavrını sertleştirmesiyle de paraleldi.
Bu arada, Van Barış Anneleri İnisiyatifi Çukurca’da eylemin yapıldığı yerde PKK saldırısını kınadı. Burjuva medyasının görmezden geldiği bu eylem bir ilkti. Barış Anneleri aynı zamanda Kuzey Irak’a yönelik operasyona da karşı çıktılar. Irak sınırına yürüyen kadınlar böylece canlı kalkan eylemlerini başlattılar; ellerinde “ne asker ne gerilla ölmesin”, “savaşa hayır barış hemen şimdi” “asker anneleri savaşa sessiz kalma” dövizlerini taşıyorlardı. Sonraki günlerde Şırnak kırsalında sınıra yüzlerce kişinin katıldığı yürüyüşler gerçekleştirildi. DTK da 16 ilden Hakkari sınırına 27 Ağustos’ta yürüyüş düzenleyeceğini açıklamıştı.
Operasyonların ve çatışmaların durması için Şırnak’ın Silopi ilçesi ile Hakkari’nin Çukurca ilçesinde 16 ilden gelen ve aralarında BDP’li milletvekilleri, belediye başkanları, sivil toplum örgütleri, barış anneleri inisiyatifi ve kadın derneklerinin de bulunduğu binlerce kişiye Şırnak ve Hakkari valilikleri tarafından izin verilmedi. Bunun üzerine oturma eylemi başlatıldı. Burada gerçekleşen müdahalede göğsüne gaz bombası isabet eden BDP Van İl Genel Meclisi üyesi Yıldırım Ayhan katledildi.
(...)
Yine, basına sızdırılan ve YAŞ sürecinde istifa eden Genelkurmay eski Başkanı Koşaner’in seçimlerden önce yaptığı bir konuşma olduğu anlaşılan ses kaydı da süren savaş konusunda önemli itiraflar içeriyordu. “Eğitim zaafiyeti nedeniyle terörist diye masum erimizi kendimiz vurduk” diyen Koşaner “intihar etti” denilen birçok asker ölümüne de açıklık getiriyordu. Koşaner, kontrolsüz mayın döşendiğini ve bunun sonucunda daha öncesinde 7 askerin öldüğünü de teyit etti. Onun,“Biliyorsunuz seçime kadar eylemsizlik diye bir karar aldılar. Bu da hakikaten eylemlerini yani kırsal kesimdeki eylemlerini azalttılar. Bu karar tabi kesinlikle tabii bizi bağlamaz. Bizi hiç ilgilendirmez. Bizim eylemsizlikle alakamız yok.” ifadeleri hem devletin hem de medyanın süren savaşın tüm ağırlığını PKK’ye yükleyen propagandasının bir teşhiri niteliğindeydi.
Son haftalar
Eylül ortasına gelindiğinde, Erdoğan, Tunus ziyareti öncesi yaptığı açıklamayla İran’la işbirliğini vurgulamaya başladı ve artık Habur tarzı çözüm beklememek gerektiğini söylerek değiştirilen yönelişi açıkça ilan etti. Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu, bugün eli kulağında olan sınır ötesi kara operasyonu için Irak’ın ve Kürt yönetiminin desteğini almak, onları da Türkiye’nin planına dahil etmek amacıyla 10 Eylül’de Irak’a (ve Erbil’e) bir ziyaret gerçekleştirdi. Bu ziyaret öncesinde Irak devletinden sınır ötesi kara operasyonuyla ilgili yapılan açıklama “Irak’a girilecekse bize de danışılsın” şeklindeyken, daha sonraki günlerde yapılan açıklamalar görüşmelerin operasyonun ayrıntıları üzerinde sürdüğünü gösterdi.
Geçtiğimiz yıl oldukça ses getiren, bu yılda burjuva medyasının neredeyse görmezden geldiği bir diğer gelişme ise okul boykotuydu [5]. DTK Eğitim ve Dil Komisyonu da 16 Eylül’de yaptığı açıklamada, Kürt çocuklarına anadil için “boykot” çağrısında bulunmuştu. DTK, “Kürtler sınırlı koşul ve alanlarda değil, dillerini bütün alanlarda kullanmak istiyor. Bu istek en doğal ve meşru istektir” diyerek, okulların eğitime başlayacağı 19-23 Eylül tarihleri arasında Kürt çocuklarını boykota çağırdı. Diyarbakır Valisi boykotun tutmadığını söylese de Diyarbakır, Mardin, Şırnak, Batman, Hakkari, Siirt ve ilçelerinde boykota yoğun bir katılım gerçekleşti.

Eylül ortasına Türkiye kamuoyuna malum olan bir durumun ilanı damgasını vurdu. Önemi yadsınamayacak olan bu gelişme MİT ile PKK arasında yapılmış olan bir görüşmenin ses kaydının basına sızdırılmasıydı. Hiçbir ciddi tepkiyle karşılaşılmaması, MHP’nin dahi bir hafta sonra ve oldukça cılız bir tepki göstermesi, basında görüşmenin neden yapıldığının değil de içeriğinin tartışılması devlet-PKK görüşmelerini “normalleştirme” çabasının başarıya ulaştığını gösteriyordu. “Habur faciası”nın ardından gerçekleştiği anlaşılan bu görüşme, devletle PKK’nin hem uzunca bir süredir görüştüğünü, hem de çatışmaların görüşmeye engel olmadığını gösteriyordu. Öcalan’ın ev hapsine alınması ve serbest bırakılması da dahil “açılım” sürecinde tartışılan birçok konuyu kapsayan görüşme notları, gerçekte, kamuoyuna gelişmeler ya da durum nasıl yansıtılırsa yansıtılsın, devlet ile PKK’nin anlaşmasının hiç de zor olmadığını ve askerler ile gerillaların ölümlerinin önüne geçilebileceğini açıkça göstermiş oldu. Hiç şüphesiz bu anlaşma sürecinde başlıca aktörler devlet ve PKK olsa da, uluslararası gelişmelerden ve güçlerden soyutlanabilecek bir Kürt sorununun olmadığını, aynı zamanda hükümetin ya da PKK’nin kendi siyasi kaygılarının da sürece yön verebildiğini atlamamak gerekiyor.
(...)
20 Eylül’de Başbakan Erdoğan’ın BM Genel Kurulu’nun yeni dönem toplantılarının başlaması nedeniyle gittiği ABD’de Obama ile asıl olarak Suriye ve Kürt sorununu masaya yatırırken, Ankara’daki bombalı saldırı eylemi gerçekleşti. TAK’ın (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) üstlendiği eylemde 3 kişi öldü 34 kişi yaralandı. TAK bu yılki ilk eylemini Ağustos ayı sonunda Antalya’da gerçekleştirmiş ve iki kadın yaralanmıştı. Sonraki günlerde ise önce Siirt saldırısı ve 4 kadının ölümü, ardından Bitlis polis okuluna yönelik saldırı ve 1 polisin ölümü geldi. BDP Çankaya ve Siirt saldırılarını kınadı ve “Yaşam hakkına yönelik bu saldırıları şiddetle kınıyoruz. Her iki olayı yapan ve yaptıranlar bir an önce açığa çıkarılmalıdır.” açıklamasını yaptı.
PKK ise, TAK’ın Ankara eylemini kınar ve örgütü uyarırken, Siirt saldırısını üstlendi ve şu açıklamayı yaptı: “Öncelikli olarak yaşanan bu acı olaydan dolayı halkımızdan, yaşamlarını yitiren insanlarımızın ailelerinden ve çevrelerinden özür diliyoruz.”
Kürt sorununda hangi çözüm?
(...)
TC Devleti’nin uluslararası planda son derece önemli sorunlar yaşadığı şu günlerde, daha öncesinde planlanan burjuva çözümün, yani PKK’nin silahsızlandırılmasının, kısa vadede gerçekleşmesi mümkün gözükmüyor. Bu, “MİT-PKK görüşmesi”nde de açıkça ifade edilen bir gerçek. Bununla birlikte, PKK’ye yönelik bir kara operasyonunun gündemde olmasına ve BDP’ye kök söktürülmeye çalışılmasına bakarak, hükümetin açılımdan vazgeçtiğini söylemek de hatalı olacaktır.
Özünde küresel sermayenin ve Türkiye burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda başlatılan ve bugüne kadarki gelişmelerle de “demokrasi ve barış” adına olmadığı bütün çıplaklığıyla su yüzüne çıkan “Kürt açılımı” projesi sermayenin çözümünü ifade ediyor. Kürt halkının eşit ve demokratik birlik özlemi ile halkların savaşın sonlanması arzusu, egemen sınıfların çıkarları ve burjuva politikası adına hiçbir şey ifade etmemektedir. Bugün sınır ötesi operasyonlara ne kadar karşı çıkılması gerekiyorsa, önümüzdeki dönem gelişme potansiyeli taşıyan, Türkiye’yle gerginlik içerisinde olan ülkelerle olası çatışmalara da o kadar karşı çıkılmalıdır. Türkiyeli egemenler bugün bölgedeki çıkarlarını asıl olarak Kürt sorunu üzerinden ifade etmekte, ordudaki dönüşüm ve sınır birliklerindeki yapısal değişim ile askeri savaş yatırımları için PKK’yi bahane etmektedir.
Bölgedeki egemen sınıfların Kürt sorunu üzerinden sürdürdüğü bu hesaplaşma, başta Kürtler olmak üzere bölgedeki halkların sorunlarını çözmek bir yana, hiç şüphesiz çok daha büyük yıkımların habercisidir. İşçi sınıfı ve onun devrimci yolunda yürüyen aydınlar, sermaye sınıfının ve onun devletinin Kürt sorunundaki ikiyüzlü tavrını sergilemek ve burjuvazinin bölgedeki gerçek amaçlarını her yerde açıklamakla yükümlüdür. Kürt halkına ve onun siyasi temsilcilerine yönelik saldırıların sonlanmasını, Kürtlerin tüm meşru demokratik taleplerinin resmen kabul edilmesini, sınır ötesi operasyonların derhal durdurulmasını savunmak Marksist devrimcilerin başlıca görevleri arasındadır.
Bunları yaparken asla unutulmaması gereken noktaysa, Kürt sorununun, yukarıda da sürekli vurguladığımız uluslararası boyutudur. Bu, öncelikle, söz konusu sorunun öznesinin dört farklı ülke arasında parçalanmış olan bir halk olmasından kaynaklanmaktadır. Öte yandan, Kürt halkı ve Kürdistan coğrafyası, küresel sermayenin ve onun yerel taşeronlarının bölgesel hesaplarının tam ortasında yer almaktadır. Bu durum, yalnızca farklı devletlerin egemenliği altında yaşayan Kürt emekçilerinin kendi aralarında birleşmesini değil; Türk, Arap, Acem gibi ezen ulusların emekçilerinin de ortak eylemini gerektirmektedir. Haleflerinden farklı olarak, Kürt sorununu çözeceği iddiasıyla iktidara gelen AKP’nin, üçüncü iktidar döneminde bu yönde atacağı adımlar, bütünüyle küresel sermayenin bölgesel çıkarları doğrultusunda olacaktır ki bu, yeni savaşlar ve çatışmalar demektir.
Bu yüzden, sorunun tek gerçekçi çözümü, sadece TC Devleti’ni değil ama Suriye, Irak, İran ve bölgedeki diğer burjuva devletlerini de karşısına alan işçi sınıfı eksenli enternasyonalist ve devrimci bir perspektif üzerinde inşa edilebilir.

Y. Ateşçi, 28 Eylül 2011
sosyalizm.eu

Hiç yorum yok: