Bu
yazıda, geçtiğimiz yıl öğrenci mücadelesinde yaşananlar
üzerine, ağırlıklı olarak İstanbul Üniversitesi merkezli bir
özet çıkarmaya ve buradan yola çıkarak bizleri bu yıl nelerin
beklediğini görmeye çalışacağız.
ÖKM'nin
tasfiyesi
Geçtiğimiz
yılın ilk gündemi,
İstanbul
Üniversitesi Öğrenci Kültür Merkezi'nin (ÖKM), okulun yaz
tatiline girmesiyle birlikte üniversitenin yönetimi eliyle yeni ve
bu kez daha kapsamlı bir saldırıyla karşı karşıya kalmasıydı.
Bugünkü rektör Yunus Söylet öncesi dönemde de, çeşitli
defalar kapatılmaya çalışılan, bu amaçla defalarca faşist
güruhların saldırdığı ÖKM ve bünyesinde çalışan kulüpler,
bu ve benzeri saldırıları öğrencilerin verdiği ortak
mücadelelerle aşmayı başarmıştı.
Hızla
sermayeye bırakılan, özel güvenlik birimleri, sivil polisler ve
faşistlerin terör estirdiği, eğitimin baştan sona ideolojik ve
ezberci olduğu üniversiteler bünyesinde, elbette sermaye için
böylesi bir kurum kabul edilemez durumdaydı. İşte bu yüzden,
uzun bir süredir sürdürülen kapatma çalışmaları, Bologna
sürecine de denk düşecek bir adımla birlikte hayata geçirilmiş
bulunuyor.
ÖKM’deki
kulüplerin tasfiye edip, yerine bu mekanı “Uzaktan Eğitim
Merkezi” haline dönüştüren rektörlük, aynı pişkinlikle bunu
“öğrenciler için” yaptığını söyleyebilmişti! Halbuki
yapılan özetle, üniversite bünyesindeki en faal ve yararlı
kurumun, öğrencilerin elinden alınarak sermayeye rant kapısı
haline getirilmesi ve İÜ'nün en üretken, sanat ve kültür adına
çalışmalar yürüten alanının kapatılmasıydı.
Uzaktan
eğitim, Avrupa’dan sonra giderek Türkiye üniversitelerine de
yayılan, yüksek öğrenimin bir bütün olarak sermayeye
bırakılması (Bologna) sürecinin önemli ayaklarından birisidir.
Üniversite yönetiminin “ekonomik” olarak ifade ettiği uzaktan
eğitimin, yıllık tutarı öğrenci başına harçlar hariç 2000
ve 3000 lira olarak açıklanmışken, bunun ekonomik olduğunu ifade
etmek, aslında bunun sermaye sınıfının çocukları için
“ekonomik” olduğunu söylemektir. Dolayısıla ÖKM’nin
kapatılması, çok daha kapsamlı bir programın yalnızca bir ayağı
olarak değerlendirilmelidir.
KPSS
skandalı
10-11
Temmuz 2010 tarihlerinde yapılan ve yaklaşık 800 bin kişinin
girdiği Kamu Personel Seçme Sınavı (KPSS) sonuçlarının
açıklanmasının ardından eğitim bilimleri bölümünde sorulan
120 soruda 120 net çıkaran 350 kişinin ortaya çıkması akıllara
kopya çekildiği şüphesini getirmişti.
26
Eylül’de yapılacak KPSS Ön Lisans/Orta Öğretim ve TUS
sınavlarının ertelenmesi, ÖSYM’ye baskın yapılması, son beş
yılın sınavlarının incelemeye alınması, daha önce bazı hile
olaylarının ÖSYM tarafından bilinmesine rağmen gözardı
edildiği haberleri, bu ortaya çıkanların tuzu biberi olmuş,
başta KPSS olmak üzere, gençlere yaşamlarını zehir eden,
eğitimin ve yaşamın artık bir sınavlar sistemi olduğunu
hatırlatan
birçok sınavda kopya çekildiği ortaya çıkmıştı. Hiç
şüphesiz bu AKP hükümetiyle başlamış yeni bir durum değildir,
hükümetler ve bürokrasinin her zaman kayırmalara, torpillere ve
böylesi sınavlarda “desteklere” açık olduğu bilinen bir
gerçekti. Tek başına devasa karlı bir sektör haline gelen
dershaneler ve sınav sistemi ile onların üzerinde yükseldiği
düzenin çürümüşlüğünü sergileyen bu ve benzeri durumlara
karşı tüm sınavların kaldırılması, dershane ve özel
okulların karşılıksız kamulaştırılması, herkese parasız,
anadilde eğitim; çalışma saatlerinin kısaltılması ve herkese
güvenceli iş imkanı gibi taleplerin öne çıkarılması ve
bunların da ancak varolan kapitalist sistemin aşılmasıyla mümkün
olduğunu tekrar vurgulamak gerekiyor.
YÖK'ün
Olağanüstü Hal kararı
Yüksek
Öğrenim Kurumu’nun (YÖK) 24 Ağustos’ta aldığı ve
üniversiteleri resmi ve sivil polis eliyle hükümetin denetimine
sokmayı amaçlayan kararlar 6 Ekim 2010 tarihli Milliyet gazetesinde
yayınlanan haberle birlikte deşifre olmuştu. Bu kararlar
üniversitelerde olağanüstü hal (OHAL) uygulamasına geçildiğini
de resmi olarak teyit etmiş olmuştu.
Traji-komik
bir şekilde “Özgür ve Güvenli Üniversite” isimli toplantıda
üniversite, Emniyet Müdürlüğü ve Yurt-Kur’un ortak aldığı
kararlar (ki bu toplantılar her yıl yapılmakta) Emniyet Genel
Müdürlüğü üzerinden tüm illerin valiliklerine ve
üniversitelerine iletilmişti. YÖK’ün deşifre olan bu
kararlarının hedefi, açıkça, üniversitelerdeki devrimci ve Kürt
öğrencilerdi. Ancak bu kararlarla hedef tahtasına
yerleştirilenlerin yalnızca onlarla sınırlı olmadığı; tüm
üniversite öğrencilerini yakından etkileyeceği de alınan
kararlara bakıldığında net bir şekilde görülüyordu.
“Öğrenci
olaylarını başlamadan veya anında yapılacak müdahale ile
büyümeden engellemeyi”
amaçladığı belirtilen kararlarla birlikte, üniversitelere
karakollar kurulması ile oralarda zaten cirit atan sivil polislerin
/ ajanların varlığı kurumsallaşmakta; üniversitelerin
kameralarla sürekli kontrol edilmesi ve öğrencilerin fişlenmesi
istenmekteydi.
YÖK’ün,
iktidarın üniversiteleri ve üniversite gençliğini sindirme
planının bir parçası olan kararlarında şunlar vardı:
-
“Güvenlik
koordinatörleri ile ilgili tüm kamu kurum ve kuruluşları
yetkilileri arasında bir yarıyılda en az iki defa toplantı
yapılması.”
Yani, üniversite yönetimi – polis işbirliği daha da
sıkılaştırıldı.
-
“Olaylara
süratle müdahale edilmesi amacıyla öğretim yılını kapsayacak
şekilde, ihtiyaç halinde başvurmak üzere kolluk kuvveti talebi ve
sivil emniyet personeli görevlendirme yazılarının eğitim-öğretim
yılının başlangıcında rektörlüklerce valiliklerden talep
edilmesi, ayrıca üniversitelerimizin imkânları ölçüsünde ve
uygun gördükleri alanlarda kampüste görev yapacak sivil kolluk
güçleri ile ilgili yer tahsis etmeleri.”
Yani, üniversitelere kalıcı karakollar kurulması ve istihbarat
toplamanın dışında ajan-provokatör rolü de oynayan sivil
polislerin varlığı kurumsallaştı.
-
“Yerleşke
güvenliğine yönelik olarak giriş-çıkış noktalarının
kontrolü, aydınlatma sistemlerinin geliştirilmesi, kamera
sisteminin yaygınlaştırılması, fiziki ve parmak izi gibi
elektronik tedbirlerin alınması.” Yani,
üniversiteler birer hapishaneye dönüştürüldü.
-
“Stant, bilgilendirme masaları vb. faaliyetlerin rektörlüklerce
kurulan değerlendirme komisyonuna önceden bildirmek ve komisyonun
uygun görmesi şartıyla gerçekleştirilmesi, ayrıca öğretim
başlamadan önce her kurumun ayrı ayrı stant açması yerine ortak
stant açılması.”
Yani, öğrencilerin her türlü sosyal, kültürel ve siyasi
faaliyeti idarenin iznine tabi kılındı.
-
“Öğrencilerin
kayıt olma işlemlerine yardımcı olma kisvesiyle öğrencilerle
temasa geçen ideolojik grupları, kampüs alanları dışında ve
çevrelerinde oluşturulan stantlara müsaade edilmeyerek,
gerektiğinde güvenlik kuvvetlerinden yardım talep edilmesi.”
Yani, iktidarın “iyi çocuklar”ının dışında kalan
öğrenciler arasındaki her türlü dayanışma ve bilgilendirme
faaliyeti “ideolojik faaliyet” adı altında birer tehdit olarak
kabul edilecek ve engellenecek.
Hükümetin
YÖK eliyle muhalif üniversite gençliğine karşı uygulamaya
koyduğu saldırı bununla da sınırlı değildi. “Birimlerde
ve yurtlarda psikolojik danışmanlık ve rehberlik servislerinin
etkin hale getirilmesi” gerektiğini
belirten genelge, üniversite yönetimlerine “adli
soruşturma sonucu beklenmeksizin” idari
soruşturma yapma hakkı da vermektedir. YÖK, üniversiteleri birer
cezaevine ve karakola dönüştüren bütün bu önlemlerin yetersiz
kalması olasılığını da düşünmüş olacak ki,
kararlarına, “haklarında
adli ve idari işlem yapılan öğrenciler ile yasadışı
faaliyetlerde bulunan öğrencilerin durumlarının ailelerine
bildirilmesi” ve “yasal bir tebligat adresinin tespit edilmesi”ni
de ekliyor.
YÖK’ün
bu kararlarıyla birlikte, üniversitelerde rektörlük-polis-özel
güvenlik sacayağı üzerinde yükselen bir OHAL ilan edilmiş
bulunuyor.
ÖGB
saldırısı
1
Kasım günü gerçekleşen olayda, Gençlik Federasyonu’ndan iki
öğrenci, üstlerinin ve çantalarının keyfi olarak aramasına
karşı çıktıkları için ÖGB saldırısına maruz kaldılar.
ÖGB
tarafından fiilen gözaltına alınan öğrenciler, Merkez kapı
girişindeki odaya çekilerek darp edildiler, diğer devrimci
öğrencilerin onlara yardım etmesini önlemek için Merkez giriş
kapısı kapatıldı ve öğrenciler içeri alınmadı. ÖGB’nin
işkencesinin ardından devreye polis girdi ve iki öğrenci yine
darp edilerek karakola götürüldüler. Yalnızca bu durum bile,
üniversitelerdeki sivil polislerin ve güvenliklerin neyin
güvenliğini sağladığını ve kime karşı olduklarını
göstermeye yetiyor. Faşistlerin okul içine çeşitli delici,
kesici aletlerle ve hatta yeri geldiğinde tabancayla (Akdeniz
Üniversitesi’ni hatırlayın) girmesine göz yuman yine aynı bu
devletin güvenlik birimleridir.
Olayın
duyulmasının ardından saat 13′te biraraya gelen çeşitli
gruplardan devrimci öğrenciler, hem gerçekleştirilen saldırıyı
hem de öğrencilerin üstlerinin aranmasını protesto etmek için
toplu olarak araç kapısından üniversite içerisine giriş
yaptılar. ÖGB’nin bu eylemi araç kapısını kapatarak önlemeye
çalışmasına rağmen öğrenciler kapıların kapatılmasına izin
vermemiş ve sloganlarla okul içerisinde yürüyüşe geçmişlerdi.
Havuzlu bahçede ve yemekhanede öğrencilere yaşananlar anlatılmış
ve bu saldırılara karşı hep beraber karşı durulması gerektiği
ifade edilmişti.
4
Aralık günü polis Genç-Sen üyelerine Kabataş’ta, İstanbul
dışından etkinlik için gelen Öğrenci Kolektifi üyesi
öğrencilere ise Çamlıca gişelerinde sert bir şekilde müdehale
etmişti.
Erdoğan’ın
Dolmabahçe’deki çalışma ofisinde gerçekleştirilecek rektörler
zirvesini protesto etmek isteyen Genç-Sen’li öğrenciler aynı
gün Kabataş’ta toplanmıştı. Kabataş’tan Dolmabahçe’ye
doğru yürüyüşe geçtikleri sırada polis müdahalesi gerçekleşti
ve 14 öğrenci gözaltına alındı. Hem gözaltıları protesto
etmek hem de tekrar yürüyüşe geçmek için öğrenciler öğlen
saatlerinde Kabataş tramvay durağında tekrar toplandı. Polis
barikatıyla engellenen öğrenciler yürüyüşe geçmek isteyince
polisin saldırısına maruz kaldı ve 13 öğrenci de bu müdehalede
gözaltına alındı. Tekrar toplanıldığında ise yine yürüyüşe
izin verilmedi ve basın açıklaması polis barikatı önünde
gerçekleştirilip eylem bitirildi. Polisin hunharca saldırıları
sonucu bir kadın öğrenci bebeğini kaybetti. Bazı öğrencilerin
kolu ve burnu kırıldı.
Bu
yoğun baskılar ve saldırılar sonucunda çeşitli protesto
eylemleri ve basın açıklamaları gerçekleşti. Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Konferans Salonu’nda
düzenlenen, “Türkiye’de Anayasa” konulu konferansa katılan
CHP sözcüsü ve Genel Sekreteri Süheyl Batum’un, öğrencilerin
alkışlı protestosuyla konuşturulmaması bunlardan biriydi. Burhan
Kuzu da aynı gün ve yine aynı kürsüde protesto edildi ve
konuşturulmadı.
Genç-Sen
üyesi bir grup öğrenci 7 Aralık’ta CHP İstanbul Milletvekili
Mehmet Sevigen’le birlikte TBMM’ye girip basın toplantısına
katılmak istedi. Öğrenciler içeri alınmayınca Dikmen Kapısı’nda
Genç-Sen üyeleriyle birlikte Sevigen bir basın açıklaması
yaptılar. Daha sonra Sevigen, olayı grup toplantısına taşıdı
ve öğlen saatlerinde Genç-Sen’li öğrenciler basın toplantısı
salonuna değil CHP grubuna gittiler. Burada Kılıçdaroğlu’yla
Genç-Sen’liler bir görüşme yapmışlar ve ne yazık ki AKP
karşıtlığı adına bir başka burjuva partisinin desteğini
almaya çalışmışlardı.
İÜ'de
polise 1 yıllık arama izni verilmesi
İ.Ü.
rektörlüğünün savcılığa başvurarak aldırdığı mahkeme
kararına göre polis bir yıl boyunca Beyazıt’taki bütün
fakültelerde arama yapabilecek. “Önleme Araması Kararı”
adıyla duyurulan kararda öğrencilerin çanta, paket, poşet, araç
ve özel kağıtlarının da aranabileceği belirtilmiş. Ayrıca
arama yapılacak yerler de karara eklenmiş, buna göre Fatih
sınırlarındaki bütün fakülte, yüksekokul ve idari binaların
girişinde, hatta çevresinde de istenildiği taktirde arama
yapılabilecek.
Karara
karşı, devrimci öğrenciler 30 Aralık günü Beyazıt meydanında
yaklaşık 150-200 öğrencinin katıldığı bir protesto
gerçekleştirdiler. Sermayenin bu topyekun saldırısına karşı
birleşik bir direnişin ortaya konduğu eylemde üniversite ana
kapısına “İstanbul Üniversitesi Yarı Açık Cezaevi”
pankartı asıldı. Polis ve ÖGB ablukasında gerçekleştirilen
eylem, baskı ve saldırılara karşı mücadelenin kitlesel
eylemlerden geçtiğini bir kez daha ortaya koydu.
İstanbul
Üniversitesi’nde pazartesi günü okula giden 45 öğrenci
rektörlüğün soruşturma ilanıyla karşılaştı. Soruşturma
gerekçesini “27-28
Ekim ve 1 Kasım 2010 tarihlerinde kimlik göstermeden, çanta
kontrolü yaptırmadan zorla okula giriş yapmak” olarak
sunan üniversite yönetimi, daha önce yaptığı düzenlemelere ve
öğrencilere yönelik saldırılarına bir yenisini daha eklemiş
oldu.
İÜ
yönetiminin açılan soruşturmaları tam da o günlerde
açıklamasının arkasında, final dönemine (ve ardından da
yarıyıl tatiline) girecek öğrencilerin ciddi bir direniş
örgütleyememesi hesabının yattığı da düşünüldüğünde,
soruşturmaların tamamen bilinçli bir saldırının ürünü olduğu
daha iyi anlaşılacaktır.
Aynı
hafta önce Marmara Üniversitesi’nde faşistler Göztepe kampüsüne
gelerek bir öğrenciyi satırladılar. Aynı günlerde yine İstanbul
Üniversitesi’nde özel güvenlik birimleri (ÖGB) üç Ekim
Gençliği okuruna üstlerini aratmadıkları için pervasızca
saldırdı.
Aynı
pervasızlık güvenliklerin öğrencilerden sonraki süreçte davacı
olmalarıyla da sürdü.
Üniversite
Konferansı
7
Ocak tarihinde, Mustafa Kemal Kültür Merkezi’nde geniş katılımla
gerçekleştirien Üniversite Konferansı'nı
düzenleyen
kurumlar Emek Gençliği, TKP’li öğrenciler, Genç-Sen, Gençlik
Muhalefeti, Öğrenci kolektifleri, Üniversite Konseyleri Derneği,
Öğretim Üyeleri Derneği ve Eğitim-Sen'di.
Üniversite
Konferansı’nda öğrenciler 30′un üstünde sunum
gerçekleştirdiler. Açıkça ifade etmek gerekir ki sayabileceğimiz
5-6 sunum dışında diğer bütün sunumlar monolitik bir karakter
taşımaktaydı. Gerçekleştirilen sunumlardaki ortak söylem
kapitalizm karşıtlığı üzerinde değil, aksine salt AKP
karşıtlığı üzerinde yoğunlaşmıştı. Sunumların genelinde
AKP eliyle gerçekleştirilen cemaatleşmeye dikkat çekildi,
Türkiye’de neo-liberalizmin “yegane” uygulayıcısı olarak
AKP vurgulandı, YÖK düzeninin gerici olduğu fakat AKP eliyle daha
da “geriye” götürüldüğü ve Bologna sürecinin
uygulanmasının temelini AKP’nin oluşturduğu vb. tespitler
yapıldı ve çözümün “özerk-demokratik üniversite” olduğuna
ilişkin sunumlar üzerinde mutabakat vardı. Konferansa egemen olan
bu reformist ve ulusalcı söylem ile AKP karşıtlığıyla sınırlı
(dolayısıyla diğer burjuva partilerinin değirmenine su taşıyan)
düzen içi mücadele anlayışına karşı Marksist anlamda bir
katkı, bizim konuşma talebizimin geri çevrilmesiyle de ne yazık
ki gel(e)medi.
Kendilerini
“sosyalist” ya da “devrimci” olarak adlandıran reformist /
ulusalcı yapılar Üniversite Konferansı’nda ifade ettikleri
tespitleri üzerine son tahlilde burjuva düzenin diğer
temsilcilerine (başta CHP) yedeklenmiş ve Marksist yöntemin ne
kadar uzağında olduklarını bir kez daha kanıtlamışlardı.
Çözüm
önerisi olarak sunulan “özerk-demokratik üniversite” de aynı
üst yapısalcı yöntemin üniversiteye uyarlanmış halidir.
1970′lerdeki ODTÜ/ÖTK deneyiminden yola çıkılarak
“güçlendirilmek” istenen “özerk-demokratik üniversite”
talebinin sistem içi sınırlılıkları, üniversitelerin
kapitalist devlet kurumları ve sisteme göbekten bağlı kurumlar
oldukları düşünüldüğünde, daha iyi anlaşılacaktır. 12
Eylül askeri diktatörlüğüyle birlikte, öncesinde elde edilmiş
bir demokratik kazanım olan ÖTK deneyimi ortadan kaldırılmış
yerine küresel ekonominin işleyiş ihtiyaçları doğrultusunda bir
“üniversite yapısı” inşa edilmiştir.
Öğrenci
hareketindeki çeşitli gruplar tarafından sık sık dile getirilen
“üniversiteler bizimdir” sloganı da bu bağlamda gerçekte
ulaşılmak istenen hedefi göstermelidir. Nasıl ki fabrikalar
işçilerin değilse, üniversiteler de henüz üniversite
bileşenlerinin değildir. Üretim araçlarının “sahibi”
değişmediği ve iktidar alınmadığı sürece üniversitede
kazanılan demokratik hakların burjuvazinin saldırı potansiyeli
tehdidi altında sonsuza dek korunması mümkün değildir.
Tüm
bu sebeplerle öğrenci gençliğin mücadelesi işçi sınıfının
mücadelesinden ayrı görülmemeli ve en temel demokratik talepler
dahi kapitalizmin ilgası mücadelesine tabi kılınmalıdır.
Konferansta atlanan temel noktalardan birisi de buydu. Öğrenci
gençlik içerisinde reformist solun öne çıkmasının arkasında
işçi sınıfı hareketinin mevcut güçsüz durumunun bulunduğu da
unutulmamalıdır.
İÜ'de
soruşturma eylemleri
İstanbul
Üniversitesi’ndeki 45 öğrenciye açılan soruşturma ve
güvenliklerin keyfi üst aramaları 12 Ocak günü üniversite ana
kapısında yapılan eylemle protesto edildi. Eyleme 200′ün
üzerinde öğrenci katıldı.
Üniversitede
saldırılara karşı pazartesi günü bir imza kampanyası
başlatılmıştı. “Polise verilen 1 yıllık arama yetkisinin
iptal edilmesi, güvenliklerin keyfi üst aramalarına son verilmesi,
soruşturmaların ve cezaların geri çekilmesi” talepleriyle
sürdürülen kampanya, içinde bulunulan durumun öğrencilere
birebir ulaştırılmasını sağladı ve önemli derecede ilgi
gördü.
Eylemde
birçok slogan Türkçe ve Kürtçe atıldı; basın bildirisinin de
iki dilde okunmasından sonra “Bu Üniversitede OHAL var!”
pankartı güvenliklerin baskısına rağmen ana kapıya asıldı.
Grup
Yorum ve Bandista’nın da müzikleriyle destek verdiği eylem ana
kapıda sonlandırıldı.
Aynı
gün akşam saatlerindeyse Edebiyat Fakültesi civarında faşistler
satır ve sopalarla devrimci öğrencilere saldırmaya çalıştılar,
fakat devrimci öğrencilerin karşılık vermesiyle saldırı
girişimi başarısızlığa uğratıldı. Pazartesi günü de
Edebiyat Fakültesi’ne 15 kadar faşist girmeye çalışmış,
polisin “içeride ezilirsiniz” uyarısının ardından geri
çekilmişlerdi. Aynı gün 200 civarında devrimci öğrenci okuldan
toplu çıkış yaparak faşist saldırı girişimini sloganlar
eşliğinde yürüyerek protesto etmişti.
İstanbul
Üniversitesi’nde 21 Ocak günü de ana kapı önünde bir oturma
eylemi gerçekleştirildi. Soruşturmalara, cezalara, polise verilen
arama yetkisine ve özel güvenliklerin (ÖGB) keyfi üst aramasına
karşı geçtiğimiz hafta başlayan imza kampanyası bu hafta
noktalanmıştı.
Binin
üzerinde öğrencinin destek verdiği kampanya binlerce öğrenciye
birebir saldırıların anlatılmasını sağlayarak üniversitede
önemli bir farkındalık yarattı. Aynı süreçte gerçekleştirilen
tamamlayıcı eylemlerle bu bütünlüklü direniş kazanımlarla
sonuçlandı.
Polise
verilen 1 yıllık sınırsız arama yetkisinin mahkeme kararıyla
kısa süre içerisinde iptal edilmesi hiç şüphesiz öğrencilerin
verdikleri mücadelenin yarattığı basıncın bir sonucudur. Buna,
zaten birçok devrimci grubun müsaade etmediği çanta aramalarının
da o günlerde sonlandırılması eklendi (elbette bunun kalıcı bir
sonuç olduğunu söylemek yanlış olacaktır, rektörlük buna
karşı x-ray cihazlarını devreye sokmuş durumda).
Saat
11.30′da ana kapıda başlayan oturma eylemi bir saat sürmüş,
öğrenciler eylem boyunca Beyazıt Marşı, Çav Bella, Herne Peş,
Avusturya İşçi Marşı ve Enternasyonal’i söylemişlerdi.
Süren
saldırılar
İstanbul
Üniversitesi yönetiminin ilk dönemle beraber Öğrenci Kültür
Merkezi’ni kapatmasını, daha sonraki aylarda fakültelerdeki
muhalif öğrenci kulüplerini kapatması izledi. En son,
İktisat Fakültesi’nde bulunan Sosyal Bilimler Kulübü ve Ekonomi
Kulübü “tüzüklerinin benzer olduğu” gibi saçma bir
gerekçeyle kapatma işlemine tabi tutuldular.
Merkez
kampüs yemekhanesinde “izinsiz afiş asmak ve bildiri dağıtmak”
gerekçe gösterilerek İktisat-Siyaset fanzini okuru iki öğrenciye
bir soruşturma daha açıldı. İktisat-Siyaset öğrenci fanzininin
Ocak ayında yaptığı “Rosa
Luxemburg, Karl Liebknecht, Mustafa Suphi ve Yoldaşları; Sermayenin
Katlettiği Enternasyonalistlerin Sınıfsız Bir Dünya İçin
Verdikleri Mücadele Sürüyor!” başlıklı
afiş ve bildiri gerekçe gösterilerek öğrencilerin siyaset yapma
ve görüşlerini açıklama haklarına yönelik bir saldırı
gerçekleşmiş oldu.
28
Ocak’ta Başbakan’ın Erzurum’daki öğrenci buluşmasını
protesto etmek için Beşiktaş’ta yürüyüş gerçekleştiren
Öğrenci Kolektifleri üyesi öğrenciler polis saldırısına
uğramıştı. Saldırıya uğrayan 29 öğrenciye “kanunsuz
toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmak” suçlamasıyla 4 aydan
3 yıla kadar hapis istemiyle dava açılmıştı.
Yine, Demokratik
Yurtsever Gençlik (DYG) üyesi çoğu İstanbul ve Yıldız Teknik
Üniversitesi’nde okuyan öğrenciler, geçtiğimiz günlerde tek
tek evleri basılarak gözaltına alınmış ve yirminin üzerinde
öğrenci çıkarıldıkları mahkeme tarafından tutuklanarak
cezaevine gönderildiler. KCK operasyonlarının üniversite ayağını
oluşturan bu tutuklamalar “açılım”ın nasıl süreceğini de
gösteriyordu.
Mart
ayına geldiğimizde, Akdeniz Üniversitesi’nde, 21 Mayıs 2010
tarihinde, Muğla’da polis kurşunuyla katledilen Şerzan Kurt için
yapılan anma ve basın açıklaması hakkında rökter-polis
işbirliğiyle açılan soruşturma sonucunda, Akdeniz
üniversitesi’ndeki devrimci öğrencilere ceza yağdı. Bir
öğrenci bir yıllık uzaklaştırma cezası alırken, 30′a yakın
öğrenci uyarı ve kınama cezası aldı.
İÜ'de
faşist provokasyon
Ülkücü-faşist
hareket içerisinde “başbuğ” olarak tapılan faşist lider
Alparslan Türkeş’in ölüm yıldönümü vesilesiyle önce 3
Nisan Pazar günü Süleymaniye’de anma düzenleyen faşistler, 5
Nisan günü ise öğlen saatlerinde İstanbul Üniversitesi Beyazıt
ana kapısı önünde bildiri dağıtmaya başladılar. Dağıtımın
fark edilmesi üzerine devrimci öğrenciler merkez kampüs
içerisindeki havuzlu bahçede toplanıp ana kapıya doğru
yöneldiler ve faşist güruhun bildiri dağıtımına devrimci
öğrenciler tarafından müdahale edildi. Bildiri dağıtan
yaklaşık 10-15 faşist üzerilerindeki satırları, bıçakları
çıkararak devrimci öğrencilere yönelik tehditler savurdu. Fakat
devrimci öğrencilerin kararlı duruşu faşistlerin provokasyonuna
ve saldırısına geçit vermedi. Müdahalenin ardından faşistler
yine aynı kapı önünde bulunan çevik kuvvetin arkasına
kaçmışlar, çevik kuvvet ise okul içerisine girerek devrimci
öğrencilere saldırmıştı. Öğrenciler arasında ciddi bir
yaralanma yaşanmazken, öğrenciler hem faşistlerin provokasyonunu
hem de çevik kuvvetin saldırısını püskürtmeyi başardılar.
Kolluk kuvvetlerinin ve faşistlerin okuldan uzaklaşması
dolayısıyla öğrenciler toplu bir şekilde havuzlu bahçeye geri
döndüler.
Kocaeli'de
ulaşım eylemi
Ulaşım
ücretlerine yapılan zamlara ve zorunlu Kentkart uygulamasına karşı
Kocaeli Üniversitesi öğrencileri, son 1 aydır, her hafta, çeşitli
eylemlerle bu durumu protesto etmişlerdi. Bilindiği üzere Kocaeli
Büyükşehir Belediyesi, ulaşıma 20 kr zam yapmış, öğrenciler
için Kentkart uygulamasını zorunlu kılmış ve her öğrenciden
10TL toplamıştı.
6
Nisan çarşamba günü de sokağa çıkan ve bu durumu protesto eden
Kocaeli Üniversitesi öğrencilerine polis müdahale etti: 11 kişi
gözaltına alındı. Kocaeli Üniversitesi yemekhanesi önünde
saat: 13.30’da toplanan öğrenciler, sloganlarla üniversiteden
şehir merkezine kadar tek şeridi kapatarak yürüdüler. Anıtpark
Kampüsü önünde öğrencilerin yürüyüşünü “ulaşımı
engelledikleri” gerekçesiyle durduran polis, ilk olarak
öğrencileri çembere aldı, daha sonra biber gazı ve coplarla
müdahale etti. Öğrencilerin ise polise taşla yanıt vermesiyle
oluşan arbedede 11 öğrenci gözaltına alınarak Terörle Mücadele
Şubesi’ne götürüldü.
Demokatik
Yurtsever Gençlik tarafından 7 Nisan günü İstanbul
Üniversitesi’nde bir “sivil itaatsizlik” eylemi yapıldı.
Önce saat 15.00′te Edebiyat Fakültesi önünde toplanan yaklaşık
250 kadar öğrenci Kürtçe ve Türkçe yazılı pankartla Beyazıt
Meydanı’ndaki Anakapı’ya doğru yürüdü ve Anakapı önünde
sosyalist öğrencilerin de destek amaçlı katılımıyla bir basın
açıklaması gerçekleştirildi.
Yürüyüş
süresince taşınan dövizlerde “Anadilde eğitim”, “Askeri ve
siyasi operasyonların durdurulması”, “Yüzde 10 seçim
barajının kaldırılması” ve “Tüm siyasi tutukluların
serbest bırakılması” talepleri bulunurken basın metni Kürtçe
ve Türkçe okundu. Okunan basın metninde, “Kürt halkı olarak,
taleplerinin demokratik eylemselliklerle dile getirilmesine rağmen,
çözüm çadırlarına saldırılar düzenlendiği, askeri ve siyasi
operasyonların devam ettiği” vurgulandı. Basın açıklamasının
devamında Anakapı önünde 10 dakikalık bir oturma eylemi
gerçekleştirildi.
Eylemin
ardından slogan ve marşlarla Laleli’ye doğru yürüyüşe geçen
öğrenciler burada tramvay hattına geçip yolu trafiğe kapattılar.
Beraberinde 10 dakikalık bir oturma eylemi de tramvay yolunda
gerçekleştirildi. Çevik kuvvet ekiplerinden herhangi bir müdahale
veya provokasyon gelmezken öğrenciler Aksaray’a doğru yürüyüp
eylemi sonlandırdılar.
Meslek
Liselerinin özelleştirilmesi
Meslek
liseleri devletin kamu hizmeti adı altında sanayi ve hizmet
sektöründe mesleki-teknik bilgi ve beceri isteyen vasıflı işlerde
sermaye sınıfının işgücü ihtiyacını karşılamak için
ortaya çıkmıştı. Sermayenin ucuz işgücü deposu olarak görülen
meslek liselerinin son sınıfında okuyan öğrenciler, uzun bir
süreden beri, sanayi ve hizmet sektöründe “iş öğrenme ve
meslek geliştirme” bahanesiyle staj adı altında sermaye
sınıfının boyunduruğunda bir yıl boyunca haftanın 3-5 günü
gibi değişen zaman zarfında zaten yoğun bir sömürüye maruz
kalmaktaydılar. İş güvencesi ve sendikal haklar gibi birçok
haktan yoksun bir şekilde düşük ücretlerde çalıştırılmaları
da elbette atlanamaz. Meslek liselerinin özelleştirmesiyle birlikte
burjuvazi, sanayide yapmak istediği üretimin bir kısmını
ticarethaneye ve öğrencilerin köle gibi çalıştırıldığı
yerlere dönüşecek meslek liselerine kaydıracak, yetiştirdiği
öğrenciyi okul zamanında da işyerinde çalıştırabilecektir. Bu
durum, burjuvazinin daha çok artı-değer elde etmesini
sağlayacaktır.
Stajyer
öğrencilerin ücretleri 3308 sayılı Meslek Eğitim Kanunu’nun
25. maddesinin birinci fıkrasında geçen “mesleki eğitim gören
öğrenci, aday çırak ya da çırağa yaşına uygun asgari ücretin
%30′undan aşağı ücret ödenemez” tanımlamasına göre
belirleniyordu. Ancak sermaye, stajyer öğrencilerin almış
oldukları bu üç kuruş paraya da göz dikmiş, hükümet Torba
Yasada bu madde ile ilgili “net ücret üzerinden %30′un altında
ücret ödenemez” gibi bir değişiklik yaparak ücretlerin
düşürülmesinin önünü açmıştır.
15
Temmuz 2010′da ‘İstihdam ve Mesleki Eğitim İlişkisinin
Güçlendirilmesi Eylem Planı’ Resmi Gazetede yayımlanarak meslek
liselerinin özelleştirilmesinin alt yapısı hazırlanmıştı.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı,
Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, Yükseköğretim Kurulu Başanlığı’nın
ortak çalışmalarıi ile Çalışma ve Sosyal Güvenliği
Bakanlığı’nın, Meslek Yeterlilik Kurumu sekteryası tarafından
yürütülen Eylem Planının amacı:
1-
Mesleki ve teknik eğitimin iş piyasasının ihtiyaçları
doğrultusunda verilmesi,
2-
Eğitim-istihdam ilişkisinin güçlendirilmesi,
3-
Hayat boyu öğrenme anlayışı içinde aktif iş gücü piyasası
politikalarının etkin olarak uygulanması,
4-
Mesleksizlik sorununun giderilerek işgücünün istihdam
edilebilirliğinin artırılması için bakanlıklar, kamu kurum ve
kuruluşları ile özel sektör arasında işbirliği ve
koordinasyonun geliştirilmesi olarak dört maddelik bir çerçevede
belirlendi. İşsizlik sorununu çözeceği ve yeni istihdam
olanakları yaratacağı yalanıyla hazırlanan eylem planından, çok
açık bir şekilde, mesleki eğitim kurumlarının sermaye sınıfının
ihtiyaçlarına cevap verecek biçimde şekillendiği
anlaşılmaktadır.
Eğitimle
üretimin birleştirilmesi hiç şüphesiz karşı çıkılacak bir
durum değildir. Bizler, mesleki eğitimin sermaye sınıfının
çıkarları doğrultusunda verilmesinin, yüzbinlerce gencin kölece
koşullarda çalıştırılması anlamına geldiğini vurguluyor ve
bu ücretli kölelik sistemine karşı çıkıyoruz. Bu, mesleki
eğitimin sigortasız-yarı sigortalı yoğun bir emek sömürüsü
ile esnek ve güvencesiz çalışma koşulları altında verilmesi,
yani kapitalistlerin meslek lisesi öğrencilerini dizginsizce
sömürmesi demektir. Buna karşı işçi sınıfının yeni genç
kuşağını ifade eden meslek lisesi öğrencileri örgütlenmeli,
ancak bu örgütlenmeli kesinlikle ortak örgütlenme olmalı yani
fabrika ve işyerleri merkezli, okulları da kapsayan taban
komiteleri temelinde sınıfın birliği sağlanarak saldırılara
karşı durulmalıdır ve ancak bu şekilde sermayenin saldırıları
püskürtülebilir ve kazanımlar elde edilebilir.
Meslek
liseleri özelleştirme kapsamına alınarak burjuvazinin vasıflı
ve nitelikli ucuz işgücü ihtiyacını karşılamanın yanı sıra
kar ve ticari amaçlı kurumlara dönüşürken, buna benzer olarak,
üniversiteler de üniversite-sanayi işbirliği ile aynı hizmete
dönüşmektedir. Bugün, meslek liselerinin özelleştirilmesi,
üniversite-sanayi işbirliği demek, yarın eğitimin bir bütün
olarak özelleştirilmesi demektir.
Sonuç
Eğitimin
bir bütün olarak sermayenin kar alanı haline dönüştürülmesinin
önemli bir ayağı meslek liselerinin özelleştirilmesiyken bir
diğer ayağı da hiç şüphesiz üniversitelerin dönüşümüdür.
Bu da asıl olarak 'Bologna Süreci' olarak adlandırılan
düzenlemeler çerçevesinde hayata geçirilmeye başlanmış
bulunmakta. Geçtiğimiz yıl hükümet, YÖK ve sermaye kesimleri bu
program çerçevesinde birçok toplantı gerçekleştirmişler ve bu
yönde önemli adımlar atmışlardır. Sermaye sınıfının planı;
dershane, özel okul-üniversite, güvencesiz çalışma ve zaten
ideolojik olan eğitimin artık tamamiyle kapitalist mantıkla
sunulmasının yanı sıra üniversiteleri de birkaç yıl içerisinde
tamamiyle denetim altına alarak, buralara asıl olarak
üniversite-sanayi işbirliğinin üretim alanları haline getirmek,
öğrencileri de daha okul sıralarından itibaren düşük ücret
güvencesiz çalışma yoluyla iş yaşamına sokmayı
hedeflemektedir. Devletin eğitimden tamamiyle çekilmesi, mali
özerkliğin güçlendirilmesi ve “tam rekabet piyasası”nın
egemen kılınmasıyla paralel yürümekte, üniversitelerin kapıları
her yıl daha fazla emekçi çocuklarına kapatılmaktadır. Yazının
başında ifade ettiğimiz YÖK'ün OHAL'i de, soruşturma ve ceza
terörü de, faşistlerin provokasyonları da sermayenin bu
bütünlüklü saldırısını kolaylıkla hayata geçirmeye ve
öğrenciler eliyle buna karşı kitlesel bir mücadele örülmesinin
önüne geçmeye yöneliktir. Hiç şüphesiz bu yıl da, sermayenin
üniversitelerdeki dönüşüm projesi yeni adımlarla sürecektir,
dolayısıyla işe başta Bologna süreci olmak üzere bu kapsamlı
dönüşüm projesi hakkında sağlıklı bir bilgiye sahip olmak
bizler için zorunludur.
Özetle,
sermaye sınıfının çıkarlarının bir ifadesi olarak
gerçekleşen, başta işçi sınıfı olmak üzere, toplumun ezilen
kesimlerine yönelik saldırların bir parçası olan eğitimdeki
dönüşüm sürecine karşı, biz öğrenciler taban komitelerimizde
örgütlenmek, kitlesel bir mücadele hattını örmek ve her şeyden
önemlisi mücadelemizi işçi sınıfı mücadelesiyle birleştirmek
için elimizden geleni yapmak sorumluluğuyla baş başa bulunuyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder