İktisat-Siyaset
öğrenci fanzini 21. sayısıyla tekrar karşınızda. Bu sayıda
olabildiğince gündemdeki konulara ağırlık vermeye çalıştık,
içeride değinemediğimiz konularaysa her zamanki gibi burada, giriş
bölümünde yer vermeye çalışacağız. Biz öğrencilerin
kolektif çalışmasının bir ürünü olan İktisat-Siyaset'in her
alanda yaygınlaşması için siz okurlarımızın vereceği desteğin
çok önemli olduğunu, her konuda yazı, çizim gibi ya da doğrudan
dağıtım gibi katkılarınızı beklediğimizi belirterek yeni bir
"öğretim yılı"na daha merhaba diyoruz.
*
Küba'da
Havana hükümetinin, Nisan ayında ilan ettiği otomobil alım
satımının yasal hale getirilmesi değişikliği, çalışmaların
bitirilmesinin ardından 29 Eylül 2011 tarihinde resmi gazetede
yayımlanarak yürürlüğe girdi. Bu yasayla birlikte araç satın
alanlar %4 vergi ödeyecek ve ülkeyi terk eden Kübalılar
araçlarının mülkiyetini yakınlarına devredebilecek. Bu gelişme
kuşkusuz, Küba'da "sosyalizmin" varlığını kanıtlamaya
çalışan Stalinist cenah açısından yaman bir çelişki içeriyor.
Marksizmin enternasyonalist yöntemiyle uzaktan yakından alakası
olmayan Stalinist ulusalcılığın "tek ülkede sosyalizm"
teorisinin tarihsel çöküşünün somut örnekleri olan SSCB, Doğu
Almanya, Arnavutluk vb'de olduğu gibi Küba da, kapitalist
küreselleşmenin dinamikleriyle birlikte, kapitalist dünya pazarına
entegrasyon sürecinde ilerlemektedir. Ayrıca Obama'nın bu gelişme
üzerine "Soğuk Savaş zihniyetine takılıp kalmak
istemediğini" ve bazı reformlar sonrasında ABD'nin Küba'ya
ambargosunu kaldırabileceğini açıklaması bu açıdan manidardır.
Küba'da uzun zamandır süren, son yıllardaysa büyük hız kazanan
kapitalist restarasyon, daha önce diğer bürokratik
diktatörlüklerde olduğu gibi bizzat Stalinist bürokrasi eliyle
yürümektedir, bunu durdurmanın tek yolu ise Küba işçi sınıfı
ve emekçilerin iktidarı ele geçirmesi ve devrimi tüm Amerika'ya
yaymalarıdır; kapitalizmin egemen olduğu bir dünyada "sosyalist
adalar" mümkün değildir.
*
ABD'de
New York Wall Street'te iki hafta önce başlayan, işçilerin,
işsizlerin, öğrencilerin, aydınların başını çektiği,
küresel kapitalizmin finans merkezinde işgal ve eylemler sürüyor.
Binlerce kişi ekonomik krizin baş sorumlusu olarak gösterdikleri
Wall Street önünde eylemlerini sürdürürken, eylemlerin sebepleri
arasında yolsuzluklar, bütçe ve sosyal harcamalardaki kesintiler
yer alıyor.
Geçtiğimiz
günlerde ise Wall Street önünde kamp kurarak eylem yapan
göstericilere, polis tarafından sert biçimde müdahale edilmişti.
Müdahalenin sonucunda 700 kişinin gözaltına alındığı basına
yansıdı. Kapitalizmin krizinin faturasını ödemek istemeyen
emekçiler, başta ABD'de olmak üzere hükümetlerin büyük banka
ve şirketleri kurtarmalarına karşı "adil bir paylaşım"
sloganını öne çıkarıyorlar. Bu slogan hiç şüphesiz
kapitalizmin sınıf çelişkileri üzerinde yükselen eşitsizliği
ve adeletsizliğine ilişkin -şimdilik bilinçsiz- bir protesto
niteliği taşıması açısından önemli. Fakat daha da önemlisi,
bu ilksel tepkinin bilinçli kanallara akıtılması ve gerçek
sorumlunun; bir bütün olarak sermaye sisteminin hedef alınmasıdır.
*
Türkiye'nin
son döneme damgasını vuran dış politikada "sıfır sorun"
yaklaşımı İsrail'le yaşanan ve en son Suriye'nin de eklenmesiyle
derinleşen gerginlikleriyle birlikte uygulanamaz hale geldi.
Suriye'yle de ipler gerilince, bu durum kaçınılmaz olarak
ekonomiye yansıdı ve Suriye 25 Eylül'den itibaren Türkiye'den
yaptığı ithalatı durdurdu. Bu kararın, Türkiye açısından 1
milyar 152 milyon dolarlık ihracat rakamının da sonlanması
anlamına geldiği basında yer aldı.
Bununla
birlikte, geçen ay Esad karşıtı tüm muhalif güçleri
birleştirme amacıyla kurulan Suriye Ulusal Konseyi ise Türkiye'de
yapılan görüşmelerinin ardından, "yeni kurulan siyasi
oluşumun amaçları ve yapısı üzerinde anlaşmaya vardıklarını"
açıkladı. Bu görüşmelerin Türkiye'de gerçekleşmesi ve
önümüzdeki günlerde ekonomik yaptırım paketlerinin açıklanacağı
göz önünde bulundurulduğunda, bunlar, Türkiye'nin bu gelişmeler
karşısındaki hamleleri olarak okunabilir.
*
AKP
Hükümeti’nin, “BM Raporu”ndan İsrail’e herhangi bir
yaptırım çıkmaması üzerine açıkladığı beş maddelik
“yaptırım paketi” Doğu Akdeniz’de suları daha da
ısındırmıştı. Bu ısınma, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin denizde
petrol ve doğalgaz arama çalışmasına İsrail'in verdiği
destekle de sürüyor. Türkiye ile İsrail arasında yaşanan ve
gerçekte uzun süredir artmakta olan gerilimin bugünkü noktaya
gelmiş olmasının ardında yatan dinamikleri uluslararası ve
ulusal biçiminde iki başlık altında ele almak gerekiyor. Sorunu,
birbiriyle sıkı ilişki içinde olan ve her ikisi de ekonomik
temeller üzerinde yükselen bu iki başlık çerçevesinde ele
aldığımızda ilk olarak, kapitalizmin uluslararası krizini
görüyoruz. Emperyalist ve kapitalist devletlerin devasa enerji
kaynaklarına ve yeni pazarlara sahip olma uğruna artan rekabetinin
ve saldırganlığının ardında, onların içinde bulunduğu derin
ekonomik kriz yatmaktadır. Aynı şekilde İsrail'in bölgedeki
isyanlardan nasibini alması ve İsrail tarihinin en büyük
gösterilerinin gerçekleşmesi, İsrail devletinin artık bir
zorunluluk haline gelen siyasi, ekonomik ve askeri dönüşümünü
dayatmaktadır.
İsrail’deki
Netanyahu hükümeti ile Türkiye’deki AKP iktidarı, uzunca
süredir attıkları adımlarla, gerçekte, krizde bugün varılan
aşamayı hazırlıyordu. Bir yanda İsrail’in Yunanistan ve Güney
Kıbrıs ile imzaladığı anlaşmalar ve Güney Kıbrıs’ın Doğu
Akdeniz’de doğal gaz çıkarma girişimi; öte yanda ise AKP
iktidarının Libya’da, Mısır’da, Suriye’de ve Filistin’de
attığı son adımlar Türkiye-İsrail ilişkilerinin bir krize
dönüşmesini sağladı. Kısacası gelinen noktada, İsrail ile
Türkiye arasındaki gerilim, onlar arasındaki bölgesel hegemonya
mücadelesinin bir parçası, bir aşamasıdır. Bu durumda, iki
kapitalist devletin bu hegemonya mücadelesinde herhangi biri ilerici
bir role sahip olamaz (bunu kimi "sol" gruplar İsrail'le
savaşın haklı bir savaş olacağını söyleyerek ileri
sürebilmişlerdi). Yarım yüzyılı aşkın Filistin sorununda,
Türkiye'nin gösterdiği ikiyüzlü tavır (İsrail'le gerilimin
artmasına paralel "Filistin devletinin tanınması"
çabasına hız verilmesi) ne Filistin halkının sorununu çözebilir
ne de bölgeye barış getirebilir. Filistin halkının Gazze’de ve
başka yerlerde on yıllardır yaşadığı trajediye son verecek ve
bunu yaparken İsrailli emekçileri Siyonist devletin zulmünden
kurtaracak olan tek güç, Filistinli ve Musevi emekçilerin ortak
örgütlülüğü ve eylemi olacaktır. Onların hem Siyonist devleti
hem de Filistin Özerk Yönetimi adlı hapishaneyi yıkarak tarihsel
Filistin topraklarında sosyalist bir ülkeyi inşa mücadelesi,
başta Ortadoğu, ABD ve AB olmak üzere diğer ülkelerden işçilerin
devrim ve sosyalizm mücadelesinden bağımsız düşünüleyecek
denli kapsamlı ve uluslararası bir mücadeleyi gerektirmektedir.
*
Malatya
Kürecik'e kurulacak olan NATO füze kalkanı da, bölgedeki
emperyalist ve kapitalist hesaplardan hiç şüphesiz bağımsız
değildir. Bizlere "güvenliği sağlama" ve "dış
tehditlere karşı" olarak yutturulmaya çalışılan bu proje,
yalnızca İran'a karşı değil, Rusya ve Çin gibi ABD yörüngesinin
dışındaki devletleri de hedef alan, önümüzdeki savaşlara bir
hazırlık projesidir. Türkiye'nin "sıfır sorun"
politikasının kaçınılmaz olarak yeni çatışma tohumlarını
ekmesi ve iflas etmesine de paralel, Türkiye devletinin de onayıyla
gerçekleştirilmek istenen füze kalkanı projesinin kapitalizmin
krizi ve yeni savaş hazırlıkları bağlamından koparılarak
düşünülmesi mümkün değildir. Hegemonya, kapitalist kar ve
kaynak mücadelesini sürdüren emperyalist devletler ve Türkiye
gibi onların küçük ortakları bu adımlarıyla işçilere,
emekçilere ve gençliğe yeni yıkım projeleri hazırlamaktadırlar.
Türkiye'nin bu projelerdeki rolü arttıkça hiç şüphesiz
saldırılara hedef olma ihtimali de aynı oranda artmaktadır.
Dolayısıyla füze kalkanı başta olmak üzere tüm emperyalist
hesaplara karşı mücadele, burada kendi egemen sınıfımızın
rolü de atlanmadan ve uluslararası işçi sınıfı temelinde
yürütülmelidir. Sermaye sınıfının bu adımlarına karşı
durabilecek tek gücün örgütlü işçi sınıfı olduğu gerçeğini
unutmadan mücadelemizi sürdürmemiz gerekiyor.
*
Şili’de
Mayıs ayından bu yana öğrenci eylemleri sürüyor. 1990 yılında
Pinochet diktatörlüğünün sona ermesinden bu yana Şili, en
kitlesel gösterilere sahne oluyor. Eylemlerin kitleselliği ve
toplum nezdinde meşru bir karakter taşıması Şili Başbakanı
Pinera ve onun hükümetinin aldığı desteği büyük oranda
geriletti. Keza bu kitlesel gösterilerin işçilerin de 2 günlük
“genel greviyle” desteğini alması, hükümeti eğitim dahil
birçok alanda reformlara zorluyor. En son geçtiğimiz günlerde de,
öğrenci hareketinin liderleri hükümetin müzakere teklifini kabul
etti. Öğrenci liderlerinden Giorgio Jackson, hükümetle
yapacakları görüşmelerin şimdiye kadar sürdürdükleri
demokratik ve ücretsiz eğitim mücadelesinin bir parçası
olacağını belirtti.
Pinochet
diktatörlüğünün, eğitim alanını kapsayan ve yeni-liberal
dönüşümleri içeren yasası LOCE’nin kaldırılmasını talep
eden öğrencilerin ve onlara destek veren işçi-emekçi kesimlerin
talepleri sadece eğitim alanını kapsamıyor. Taleplerinin önemli
bir kısmını, diktatörlük anayasasının yerine daha demokratik
bir anayasanın yürürlüğe konmasını sağlayacak çeşitli
maddeler oluşturuyor.
Aylardır
yükselerek süren öğrenci, işçi ve emekçi eylemleri, talepleri
açısından, iş güvencesine, özelleştirmelerin durdurulmasına,
parasız eğitime, sağlığa ve ulaşıma daha fazla bütçe
ayrılmasına, terörle mücadele yasasının kaldırılmasına kadar
uzanan ve eğitim, sağlık, politika vb. alanlarda reformları da
kapsayacak biçimde bir anayasaya işaret ediyor.
Bu
açıdan bakıldığında işçi sınıfının ve öğrenci gençliğin
“daha iyi bir yaşam isteği”, bizzat sendikal bürokrasinin ve
öğrenci örgütlenmelerinin önderliğine soyunan yurtsever,
reformist partiler eliyle düzen içi taleplerle sınırlandırılmaya
çalışılmaktadır.
Şu
an harekete önderlik eden Stalinst (Şili Komünist Partisi) veya
sosyal-demokrat düzen içi akımların reformist-sınıf
işbirlikçisi tavırlarını teşhir edecek ve öğrenci gençliği
devrimci işçi sınıfı perspektifine kazanacak bir Marksist
örgütlülüğün eksikliği diğer ülkelerde olduğu gibi Şili’de
de önümüzde duruyor.
İ-S
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder