Bir
Kuzey Afrika ülkesi olan Tunus'ta işsiz bir gencin kendisini
yakmasıyla başlayan kitlesel halk ayaklanmaları sadece Kuzey
Afrika ülkeleriyle sınırlı kalmayıp Ortadoğu'nun birçok
ülkesine yayılarak aslında 2011 yılının siyasi gündemine adeta
damgasını vurdu. Bununla birlikte bu halk ayaklanmalarının
sonucunda, kimi ülkelerde burjuva hükümetler düşüp yerlerine
yine burjuvazinin başka bir kanadı geçerken, kimi ülkelerde ise
bu kitlesel gösteriler burjuva yönetimleri krize sokacak noktaya
ulaşamadı.
Kuzey
Afrika ve Ortadoğu'da yaşanan ve özellikle işçi, emekçi
sınıfların ön saflarında yer aldığı bu kitlesel ayaklanmalar
dünyanın çeşitli yerlerindeki komünistler açısından büyük
önem taşımaktadır. Bundan önceki yazılarımızda da zaten büyük
oranda işçilerin, emekçilerin ve yoksul kesimlerin katıldığı
bu protestoların, hatta ayaklanmaların kitleler nezdinde önemli
deneyimsel örnekler taşıyacağını vurgulamıştık. Bu önemi
teslim ettiğimiz kabulu üzerinden, esasen bölgede yaşanan bu
altüst oluşların siyasi açıdan analizi Marksistler açısından
kuşku götürmez bir gereklilik taşıyordu ve hala da taşıyor.
Tam
bu noktada ise, meydana gelen kitlesel ayaklanmalar ilk etapta gerek
burjuva medya tarafından gerekse çeşitli "devrimci"
siyasetler tarafından "Arap Baharı" nitelemesinde ortak
kabul görmüştü. Beraberinde, sonraki süreçlerde bazı
gelişmelerin de etkisiyle, bizzat kendini "devrimci" veya
"Marksist" olarak niteleyen siyasetler, bu kitlesel
isyanların siyasi, toplumsal, ekonomik ve diğer gerekli bir dizi
alandaki analizini çarpıtmalar üzerine kurarak, özellikle
"hükümetlerin veya diktatörlerin" düştüğü ülkelere
ilişkin "devrim" tespitleri yaptılar (o dönem, burjuva
medyanın da Ortadoğu'da "devrimlerin" gerçekleştiğine
ilişkin manipülasyonunu atlamamak gerekiyor). Evet, yanlış
duymuyorduk, Ortadoğu'da "Arap devrimleri"
gerçekleşiyordu!
Biz
ise, Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde meydana gelen
gelişmelerin, Marksist bir partide örgütlenmiş işçi sınıfının,
diğer sınıflar üzerinde (köylülük, küçük burjuvazi, orta
tabakalar) ideolojik hegemonyasının olmadığı koşullarda bir
proleter (toplumsal) devrime evrilemeyeceği ve "en fazla"
iktidarda kalamayan burjuva yönetimin yerinin, burjuvazinin bir
başka siyasi temsilcisiyle doldurulacağı tespitini yapmıştık.
Bunu ise, kahin olmamıza değil, 150 yıllık Marksizm, işçi
sınıfı hareketi, devrim ve komünizm mücadelesi tarihinin sayısız
deneyimlerinden yola çıkarak, özellikle de geçtiğimiz yüzyılda
yenilgiye uğrayan devrimlerin neden yenilgiye uğradığını
(başlıca eksikliğin Marksist parti olduğu gerçeğini) sağlıklı
bir şekilde değerlendirmiş olmamıza borçluyduk.
Öncelikle
"Arap baharının" nedenlerini ve sonuçlarını daha iyi
kavrayabilmek için, sırasıyla burjuva yönetimlerin el
değiştirdiği ülkelere, yani Tunus, Mısır ve Libya'daki
gelişmelere [1] bir kez daha bakmakta fayda var.
Tunus
Tunus'ta
halk ayaklanması sonucunda Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali
ülkeden kaçmak zorunda kalmış ve 23 yıllık egemenliği sona
ermişti. Hem ABD hem de AB, gelişmeler karşısında ikiyüzlü bir
tavır sergilerken, müttefikleri Bin Ali'nin gidişi kesinleştikten
sonra bir anda çark ederek göstericileri "insanlık ve
demokrasi adına" desteklemeye karar verdiler. O dönem çarpıcı
bir örnek de, halk ayaklanmalarının yayılması sonucunda kendi
diktatörlüğünün de sarsılacağını gören Kaddafi'nin Bin
Ali'ye destek vermesiydi.
Bununla
birlikte Tunus'taki halk hareketini ortaya çıkaran nedenlerin
arasında ekonomik kriz önemli bir yere sahip. Özellikle işçilerin,
emekçi kesimlerin ve işsiz gençliğin başta "ekmek, iş ve
özgürlük" taleplerini dile getirirek sokakları doldurmaları
bunun apaçık göstergesidir. Elbette Tunus'taki ayaklanmanın
sebeplerine ilişkin, ülkede baskıcı bir polis devletinin
varolduğunu da eklemek gerekir. Zaten kolluk kuvvetlerinin,
gösteriler sırasında bir sürü eylemciyi hiç çekinmeden
katlettiğini de hatırlatalım.
Ayrıca
sendikal bürokrasinin de öz itibariyle "kimin çıkarlarına"
hizmet ettiği konusunda çarpıcı bir örnek olarak, Tunus Genel
İşçi Sendikası'nın (UGTT), gösterilerden önceki iki başkanlık
seçiminde Bin Ali'yi ve onun serbest piyasa reformlarını açıkça
desteklemiş olması önemlidir. UGTT'nin, Bin Ali'nin istifa
etmesinden sonra göstericilere destek vermesi, Tunus'ta burjuva
yönetimin krizini çözmek adına işçilerin, emekçilerin devrimci
hareketini sönümlendirmek amacına hizmet ediyordu, öyle ki
sendika asıl olarak işçilerin diktatörü devirdikten sonra
sermayenin diktatörlüğünü de hedef alması gibi tehlikenin
farkındaydı.
Marksistlerin
Tunus'taki devrimci halk hareketi için ortaya koyduğu net bir
tespit vardı ki, o da Tunus'ta Marksist devrimci bir önderliğin ve
işçi sınıfının iktidar organlarının oluşamadığı
koşullarda, hareketin kaçınılmaz olarak yenileceğiydi.
Beraberinde Bin Ali'nin ülkeden kaçmasından sonra, onun rejiminden
arta kalan siyasetçilerle ve bazı muhalif, reformist siyasetlerin
temsilcileriyle bir "Birlik hükümeti" kurulmuştu.
Mısır
Tunus'tan
sonra bu sefer Mısır'a sıçrayan halk hareketi, br süre yönetimde
kalmak için direnmesine ve hatta reform vaadlerinde bulunmasına
rağmen Mübarek'i istifaya zorladı. Binlerce emekçi ve gencin
katledilmesinin ardından Mübarek'in 30 yıllık diktatörlüğü
son bulmuştu.
Bununla
birlikte Mısır'da yönetimde çeşitli çalkantılar meydana
gelirken, muhalefet hareketinin başını çeken burjuva ve
küçük-burjuva önderlikler ise bilinçli olarak Mısır'da rejimin
belkemiği konumunda olan ordunun bu pozisyonunu yok sayarak
yönetimde yer kapmaya çalıştılar. Bu, Mısır’daki muhalefet
hareketinin ölümcül yanılsamasıydı. Bu önderlikler, halkın
demokrasi talebine sahip çıkıyordu ama bunu yaparken, ordunun
konumunu; yani, Mısır’daki burjuva devletin temel dayanağını
sorgulamıyorlardı. Bu yaklaşım sonuç itibariyle, Mısır
ordusunun, kendisine devasa kaynaklar sunan Washington’ın,
dolayısıyla küresel sermayenin stratejik çıkarları ile halkın
“ekmek ve demokrasi” talebi arasında bir tür ara bulucu rolü
oynamasına olanak tanıdı.
Beraberinde
Marksistler bu süreç boyunca bütün bu gelişmelerin öngörüsünde
bulunarak, Mısır işçilerinin, emekçilerinin ve toplumun yoksul
kesimlerinin kurtuluşları için, Marksist devrimci bir önderliğe
ihtiyaç duyduklarını defalarca dile getirdiler ve bunu da tarihsel
deneyimlerden yola çıkarak ortaya koydular. Bu süreçte, yazının
başında da belirttiğimiz gibi, Mısır'da devrimin gerçekleşmiş
bulunduğunu iddia eden çeşitli sosyalist gruplar da mevcuttu.
Onlar, ordunun yönetime el koymasını (Mübarek'in gitmesi
dolayısıyla) devrim olarak selamlayarak burjuva medyasının bilinç
çarpıtma kampanyasına soldan destek olmuş, bir diktatörün
devrilmesiyle burjuvazinin diktatörlüğünün devrilmesi arasındaki
hayati farkı gizlemişlerdi.
Sonuç
olarak, enternasyonalist ve devrimci bir perspektifin yokluğunda,
Mısırlı kitlelerin ekmek ve özgürlük talepleri tam olarak elde
edilemeyeceği; burjuvaziden zorla alınan ödünlerin de kalıcı
olamayacaği açıktır. ABD emperyalizminin ve Mısırlı egemen
sınıfların muhalefet önderleriyle görüşerek oluşturduğu
“yumuşak / kontrollü geçiş” stratejisinin iktidara el koyan
ordunun denetiminde uygulanması kesinleşirken, başta Baradey ve
İhvan-ı Müslimin olmak üzere, muhalefet hareketinin
önderliklerinin, ordunun devletin yönetimine el koymasını
memnuniyetle karşılaması, elbette devrim rüyası görmeyenleri
şaşırtmadı.
Libya
Yine
birbirine yakın aylarda, Libya'da da kitlesel gösteriler
başgöstermişti. Kaddafi'ye bağlı güvenlik güçlerinin,
göstericilere karşı çok sert ve kanlı müdahaleleri, kısa
sürede Libya'da bir iç savaşın zeminini hazırladı. Libya
ekonomisinin azgelişmiş karakteri ve geçmiş üstyapısal
ilişkilerin kapitalizmle birlikte iç içe geçerek çarpık biçimde
kendisini sürdürmesi (aşiret yapılanmaları vb.), Marksist bir
örgütlülük ve perspektiften yoksunluk, Libya'da, küçük-burjuva
veya burjuva önderliklerin denetiminden "bağımsız" bir
işçi hareketinin ortaya çıkmasını engelleyen sebeplerdi. Ayrıca
Rusya ve Çin dışında, diğer emperyalist devletlerin ve onların
kapitalist ortaklarının "Libya'ya müdehale" konusunda
adım atması, isyancı hareketin manüpile edilmesini oldukça
kolaylaştırdı. Bu noktada, emperyalist devletlerin
ikiyüzlülüklerini ve akbaba pozisyonlarını atlamadan,
Türkiye'nin tutumunun hiç de onlardan geri kalmayan bir konumda
olduğunu vurgulamak gerekir. "NATO'nun ne işi var Libya'da"
pozisyonundan iki hafta sonra Türk donanmasını Libya'ya gönderen
Türkiye, Libya başta olmak üzere bölgedeki pastanın
paylaşılmasının dışında kalacağını hissetmesiyle beraber
emperyalist müdahaleye yedeklenmişti.
İsyancıların
Ulusal Geçiş Konseyi'ni kurmalarını, ki bu konsey Libya'nın
Kaddafi dışında diğer önde gelen burjuva önderlerinden
oluşuyordu, 6 ay süren bir iç savaşın sonucunda NATO'nun da
desteğiyle Kaddafi diktatörlüğünün yıkılışı izledi.
Libya'da muhalifler neredeyse isyanın başından beri emperyalist
desteğe yeşil ışık yakmışlar, burjuva karakterlerini
gizlememişlerdi. Daha önceki değerlendirmemizde de bu noktayı
vurgulayarak Libya'da muhaliflerin desteklenmemesi, sermayeden
bağımsız bir devrimci işçi sınıfı hareketi vurgusunun
yapılması gerektiğini belirtmiştik.
Burada
dikkat çekilmesi gereken bir nokta da, Libya'da, burjuva demokratik
anlamda bir idari yapının (diktatörlük dışında) oluşamayacağı,
en basitinden UGK içindeki temsilcilerin yaslandığı sosyal
tabakalara bakılarak anlaşılabilir. Birçoğu aşiret mensubu veya
aşiret lideri olan bu kesimlerin demokratik ve görece barışçıl
bir düzeni sağlayacak devlet yapısı üzerinde mutabakata varması
salt yeterli değildir. Özellikle kriz ve olası savaş dönemlerinde
emperyalistler arası çekişmeler, her birinin farklı bir
emperyalist güçten destek alabileceği bu aşiret gruplarının
iktidar mücadelesine dönüşebilir. Bu mücadeleler de, Libya işçi
sınıfının bağımsız siyasi bir güç olarak sahneye çıkamadığı
koşullarda, binlerce emekçinin ve gencin kanı ve canı pahasına
verilecektir.
Ekim
Devrimi 94. yılında öğretmeye devam ediyor
İnsanlığın
nihai kurtuluşunu ifade eden, sınıfsız, sınırsız ve sömürüsüz
bir dünya kurma yolunda, bu yolun inşasının saç ayağını
oluşturacak olan proleter devrimlerin tarihteki ilk ve tek başarılı
örneği olan Ekim Devrimi, bugün "Arap Baharı" olarak
adlandırılan süreç başta olmak üzere, tarihin dününü ve
bugününü anlamak için hala en değerli tarihsel yol gösterici
olmayı sürdürüyor.
Birinci
emperyalist paylaşım savaşının üretici güçler üzerinde
yarattığı yıkımın sonuçları, sadece Rusya'da değil, savaşın
içerisinde olan birçok ülkede yakıcı biçimde hissediliyordu.
İşçi sınıfı açısından bu açlık, yoksulluk ve hatta ölüm
yılları, patlamaya hazır devrimci öfkenin habercisiydi.
Bu
koşulların etkisiyle, Rusya'da kendiliğinden başlayan işçi
hareketi 1917'de Şubat Devrimi'ni doğurdu ve iktidara Geçici
Hükümet geçmişti. Şubat Devrimi bir burjuva devrimiydi. Ancak
emperyalizm çağı içerisinde gelişen bu burjuva devrimi, tarihsel
açıdan geç kalmıştı. Zaten bu çelişkilerin sonucunda, Şubat
ayından başlayarak, Ekim Devrimi'ne kadarki süre zarfında bir
ikili iktidar dönemi oluşmuştu. Bir yanda Kadet'lerin,
Menşeviklerin ve Sosyal-Devrimciler'in de bulunduğu burjuva Geçici
Hükümeti, bir yanda ise işçi sınıfının 1905 Devrimi'nden
"hatırladığı" kendi iktidar organları olan işçi
sovyetleri (meclisleri) ve bu organlar içerisinde çoğunluğu
sağlamaya çalışan Bolşevikler... Kuşkusuz bu koşullar geçici
bir dönemi işaret ediyordu. Ya emperyalist savaşı sürdürme
yanlısı Geçici Hükümet, kriz ortamının sonucunda işçi
sınıfını, bütün iktidar organlarıyla beraber ezecekti, ya da
proleter bir devrim gerçekleşecekti.
Temmuz
ayındaki yenilgiye ve Kornilov'un darbe girişimine rağmen
Bolşeviklerin önderliğindeki silahlı işçiler tarafından,
Geçici Hükümet'in varlığına son verilerek 25 Ekim 1917
tarihinde iktidarın İşçi, Asker, Köylü Vekilleri Sovyeti
tarafından alındığı ilan edilecekti.
Tarihte
gerçekleşen bu ilk muzaffer proleter devrimden çıkardığımız
en önemli sonuç, Marksist bir önderliğin altındaki işçi
sınıfının bağımsız devrimci gücünün ve onun iktidar
organlarının olmadığı koşullarda, proleter bir devrimin
gerçekleşemeyeceğidir. Aynı şekilde, Bolşeviklerin devrimin ilk
gününden beri vurguladıkları, uluslararası devrim gerekliliği
enternasyonalist olmanın gereği olduğu kadar, proleter devrimlerin
yaşaması için de bir zorunluluktu. Başta Almanya olmak üzere
Avrupa işçi devrimlerinin yenilgiye uğraması, yalnızca o
devrimlerin değil Rus devriminin de yenilgisini hazırlamış ve
daha iç savaş yıllarında gelişmeye başlayan bürokrasi,
1920'lerin sonlarında Stalinist-bürokratik karşı devrimini
tamamlamıştı, bunun hukuki ifadesi 1936 anayasası olmuş, aynı
yıllarda tüm Bolşevikler kuşağı, yani on binlerce devrimci
"karşı devrimci" oldukları gerekçesiyle katledilmişti.
Bu karşı devrim, işçi sınıfının siyasi iktidarı alması
(sosyalist devrim) durumunun yalnızca devrimin uluslararası arenada
devam etmesi yoluyla korunabileceğini, aksi durumda işçi sınıfının
siyasi iktidarı burjuva ya da bürokratik karşı devrimlerle
kaybedeğini göstermişti.
Marksistlerin
"parti" kavrayışının bir dünya partisini ifade
ettiğini de ayrıca belirtmek gerekir. Asli tabanını işçi
aristokrasisinin ve işçi bürokrasinin oluşturduğu II.
Enternasyonal'in I. Dünya Savaşı'na destekleyerek gerçekleştirdiği
sosyal-yurtsever ihanetine karşılık, emperyalist paylaşım
savaşının parçası olmayarak ve enternasyonalist bir tutum alarak
II. Enternasyonal'den ayrılan Bolşevikler, bu yüzdendir ki
Rusya'da proleteryanın iktidarına son vermek isteyen emperyalist
devletlerce desteklenen karşı-devrimci Beyaz Ordu ile Kızıl Ordu
arasında bir iç savaş sürerken, enternasyonalist görevlerini
yerine getirmekten geri durmadılar: 1919'da "Dünya Komünist
Partisi": Komünist Enternasyonal kuruldu!
Bitirirken
Kuzey
Afrika ve Ortadoğu'daki halk hareketlerini değerlendirirken başta
Ekim Devrimi olmak üzere, Marksist hareketin ve işçi sınıfının
tüm deneyimlerinin sağladığı tarihsel sonuçların ışığında
siyasi öngörülerimizi veya tespitlerimizi gerçekleştirmekteyiz.
Bu
açıdan bakıldığında bu ülkelerde meydana gelen halk
hareketlerinin Marksist bir önderliğin olmadığı koşullarda,
neden bir toplumsal devrime evrilemeyeceğini söylemek,
"umutsuzluğun" veya "küçümsemenin" değil,
bilimsel Marksist yöntemin sonucunun ifadesidir. Peki "Arap
Devrimleri"nden kastedilen proleter bir devrim olmadığına
göre, "burjuva devrimler" midir?
Hiç
şüphesiz, 1917 Ekim Devrimi'nin tarihsel olarak kanıtladığı ve
Troçki'nin Marx'tan devralarak geliştirdiği "Sürekli Devrim"
teorisinin ortaya koyduğu üzere, emperyalizm çağında ulusal
burjuvazi "devrimci" rol oynayamaz. Bu yüzden artık bu
rolü sadece proleterya oynayabilir. Yani "klasik" anlamda
burjuva demokrasisinin varolmadığı ülkelerde, gerekli demokratik
kazanımları ancak proleteryanın iktidarı sağlayabilir (Aynı
zamanda, bugün söz konusu olan ülkelerin tamamında egemen olan
üretim kapitalizm; egemen sınıf da burjuvazidir). Beraberinde tüm
bu gerçekliği göz önünde bulundurduğumuzda, neden Mısır'daki
devrimci halk hareketinin baskısıyla Mübarek'in devrilmesinin,
demokratik kazanımların gerçekleşmesinde yeterli olmadığını
ve hatta ordunun yönetime el koyup, grevlerle, eylemlerle hakkını
arayan işçilere yine kanlı müdahalelerde bulunduğunu anlamış
oluruz.
Bir
diğer önemli husus ise "Arap Baharı"nın ortaya
çıkmasını sağlayan dinamiklerin nerede yattığı sorusudur. Hiç
şüphesiz 2008 ekonomik krizinin sonuçları ve ekonomik krizin
2011'de artçı dalgalarla sürmesi, son dönemde işçi-emekçi
kesimler açısından yoksulluğu, sefaleti arttırdığı doğrudur.
Fakat Arap Baharı'nın ortaya çıkış nedenlerini sağlayan tek
sebep ekonomik kriz değildir.
Dikkat
edildiğinde, bu ülkelerdeki diktatörlüklerin veya
baskıcı-otoriter hükümetlerin neredeyse hepsi "Soğuk Savaş"
döneminin ürünleridir. Oldukça otoriter ve baskıcı bu burjuva
yönetimlerinin bu süre boyunca ayakta kalmasını sağlayan
dinamikler, bizzat kapitalist küreselleşme sürecinin sonucunda
ortadan kalkmaya başlamıştır. Libya, Tunus, Mısır, Suriye vb.
ülkelerin küresel sermayenin talanına açılışı, bir yandan
geçmişin kapalı medya ve kitle iletişim araçlarına kıyasla çok
daha geniş ve özgür erişim sağlanabilen kitle iletişim
araçlarına imkan sağlarken, bir yandan da küresel sermayenin
yağmasına açılmış bu ucuz işgücü pazarları, işçilere,
emekçilere ve yoksul kesimlere sefaleti ve hatta açlığı
dayatmaktadır.
Sonuç
olarak, "Arap Baharı" hem bu ülkelerdeki işçi sınıfına
özgüven sağlamıştır hem de dünyadaki diğer bütün işçilere
örnek olacak deneyimler ortaya koymuştur. Fakat sürecin en
başından beri tekrarladığımız üzere, bu tür deneyimler
"mekanik" biçimde ele alınmamalıdır. Bu tür süreçler
gelişir ve ilerler. Unutulmamalıdır ki, doğru koşullar
olgunlaştığı zaman, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'daki işçiler,
aynı 1917 devrimlerinde, Rus işçi sınıfının 1905 devriminde
yarattığı sovyetleri, öz-yönetim organlarını hatırladığı
gibi, kendi deneyimlerini hatırlayacaklardır. Bu noktada,
Marksistlere düşen görev ise devrimci siyasi önderliğin;
enternasyonalist işçi sınıfı partilerinin oluşturulmasıdır.
Ekim Devrimi'nin başlıca dersi hiç şüphesiz bu ve insanlığın
artık kaybedecek zamanı bulunmuyor.
[1]
Arap Baharını değerlendirirken Tunus, Mısır ve Libya'yı
özellikle ele almamızın sebepleri arasında, esas olarak bu
ülkelerdeki burjuva iktidarların el değiştirme sürecinin
yattığını belirtelim. Özellikle Ortadoğu'da ve Kuzey Afrika'da,
birçok ülkede meydana gelen kitlesel gösterilerin ve isyanların
göz ardı edilmesi söz konusu değildir (örnek olarak, Bahreyn,
Yemen, Cezayir, Ürdün, özellikle Suriye) ve dolayısıyla bu
gelişmeler başka bir yazının konularıdır.
Erkan
s.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder