4 Ekim 2011 Salı

Ekim Devrimi'nin Işığında "Arap Baharı" Üzerine




Bir Kuzey Afrika ülkesi olan Tunus'ta işsiz bir gencin kendisini yakmasıyla başlayan kitlesel halk ayaklanmaları sadece Kuzey Afrika ülkeleriyle sınırlı kalmayıp Ortadoğu'nun birçok ülkesine yayılarak aslında 2011 yılının siyasi gündemine adeta damgasını vurdu. Bununla birlikte bu halk ayaklanmalarının sonucunda, kimi ülkelerde burjuva hükümetler düşüp yerlerine yine burjuvazinin başka bir kanadı geçerken, kimi ülkelerde ise bu kitlesel gösteriler burjuva yönetimleri krize sokacak noktaya ulaşamadı.




Kuzey Afrika ve Ortadoğu'da yaşanan ve özellikle işçi, emekçi sınıfların ön saflarında yer aldığı bu kitlesel ayaklanmalar dünyanın çeşitli yerlerindeki komünistler açısından büyük önem taşımaktadır. Bundan önceki yazılarımızda da zaten büyük oranda işçilerin, emekçilerin ve yoksul kesimlerin katıldığı bu protestoların, hatta ayaklanmaların kitleler nezdinde önemli deneyimsel örnekler taşıyacağını vurgulamıştık. Bu önemi teslim ettiğimiz kabulu üzerinden, esasen bölgede yaşanan bu altüst oluşların siyasi açıdan analizi Marksistler açısından kuşku götürmez bir gereklilik taşıyordu ve hala da taşıyor.
Tam bu noktada ise, meydana gelen kitlesel ayaklanmalar ilk etapta gerek burjuva medya tarafından gerekse çeşitli "devrimci" siyasetler tarafından "Arap Baharı" nitelemesinde ortak kabul görmüştü. Beraberinde, sonraki süreçlerde bazı gelişmelerin de etkisiyle, bizzat kendini "devrimci" veya "Marksist" olarak niteleyen siyasetler, bu kitlesel isyanların siyasi, toplumsal, ekonomik ve diğer gerekli bir dizi alandaki analizini çarpıtmalar üzerine kurarak, özellikle "hükümetlerin veya diktatörlerin" düştüğü ülkelere ilişkin "devrim" tespitleri yaptılar (o dönem, burjuva medyanın da Ortadoğu'da "devrimlerin" gerçekleştiğine ilişkin manipülasyonunu atlamamak gerekiyor). Evet, yanlış duymuyorduk, Ortadoğu'da "Arap devrimleri" gerçekleşiyordu!

Biz ise, Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde meydana gelen gelişmelerin, Marksist bir partide örgütlenmiş işçi sınıfının, diğer sınıflar üzerinde (köylülük, küçük burjuvazi, orta tabakalar) ideolojik hegemonyasının olmadığı koşullarda bir proleter (toplumsal) devrime evrilemeyeceği ve "en fazla" iktidarda kalamayan burjuva yönetimin yerinin, burjuvazinin bir başka siyasi temsilcisiyle doldurulacağı tespitini yapmıştık. Bunu ise, kahin olmamıza değil, 150 yıllık Marksizm, işçi sınıfı hareketi, devrim ve komünizm mücadelesi tarihinin sayısız deneyimlerinden yola çıkarak, özellikle de geçtiğimiz yüzyılda yenilgiye uğrayan devrimlerin neden yenilgiye uğradığını (başlıca eksikliğin Marksist parti olduğu gerçeğini) sağlıklı bir şekilde değerlendirmiş olmamıza borçluyduk.

Öncelikle "Arap baharının" nedenlerini ve sonuçlarını daha iyi kavrayabilmek için, sırasıyla burjuva yönetimlerin el değiştirdiği ülkelere, yani Tunus, Mısır ve Libya'daki gelişmelere [1] bir kez daha bakmakta fayda var.

Tunus
Tunus'ta halk ayaklanması sonucunda Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali ülkeden kaçmak zorunda kalmış ve 23 yıllık egemenliği sona ermişti. Hem ABD hem de AB, gelişmeler karşısında ikiyüzlü bir tavır sergilerken, müttefikleri Bin Ali'nin gidişi kesinleştikten sonra bir anda çark ederek göstericileri "insanlık ve demokrasi adına" desteklemeye karar verdiler. O dönem çarpıcı bir örnek de, halk ayaklanmalarının yayılması sonucunda kendi diktatörlüğünün de sarsılacağını gören Kaddafi'nin Bin Ali'ye destek vermesiydi.

Bununla birlikte Tunus'taki halk hareketini ortaya çıkaran nedenlerin arasında ekonomik kriz önemli bir yere sahip. Özellikle işçilerin, emekçi kesimlerin ve işsiz gençliğin başta "ekmek, iş ve özgürlük" taleplerini dile getirirek sokakları doldurmaları bunun apaçık göstergesidir. Elbette Tunus'taki ayaklanmanın sebeplerine ilişkin, ülkede baskıcı bir polis devletinin varolduğunu da eklemek gerekir. Zaten kolluk kuvvetlerinin, gösteriler sırasında bir sürü eylemciyi hiç çekinmeden katlettiğini de hatırlatalım.

Ayrıca sendikal bürokrasinin de öz itibariyle "kimin çıkarlarına" hizmet ettiği konusunda çarpıcı bir örnek olarak, Tunus Genel İşçi Sendikası'nın (UGTT), gösterilerden önceki iki başkanlık seçiminde Bin Ali'yi ve onun serbest piyasa reformlarını açıkça desteklemiş olması önemlidir. UGTT'nin, Bin Ali'nin istifa etmesinden sonra göstericilere destek vermesi, Tunus'ta burjuva yönetimin krizini çözmek adına işçilerin, emekçilerin devrimci hareketini sönümlendirmek amacına hizmet ediyordu, öyle ki sendika asıl olarak işçilerin diktatörü devirdikten sonra sermayenin diktatörlüğünü de hedef alması gibi tehlikenin farkındaydı.

Marksistlerin Tunus'taki devrimci halk hareketi için ortaya koyduğu net bir tespit vardı ki, o da Tunus'ta Marksist devrimci bir önderliğin ve işçi sınıfının iktidar organlarının oluşamadığı koşullarda, hareketin kaçınılmaz olarak yenileceğiydi. Beraberinde Bin Ali'nin ülkeden kaçmasından sonra, onun rejiminden arta kalan siyasetçilerle ve bazı muhalif, reformist siyasetlerin temsilcileriyle bir "Birlik hükümeti" kurulmuştu.

Mısır
Tunus'tan sonra bu sefer Mısır'a sıçrayan halk hareketi, br süre yönetimde kalmak için direnmesine ve hatta reform vaadlerinde bulunmasına rağmen Mübarek'i istifaya zorladı. Binlerce emekçi ve gencin katledilmesinin ardından Mübarek'in 30 yıllık diktatörlüğü son bulmuştu.

Bununla birlikte Mısır'da yönetimde çeşitli çalkantılar meydana gelirken, muhalefet hareketinin başını çeken burjuva ve küçük-burjuva önderlikler ise bilinçli olarak Mısır'da rejimin belkemiği konumunda olan ordunun bu pozisyonunu yok sayarak yönetimde yer kapmaya çalıştılar. Bu, Mısır’daki muhalefet hareketinin ölümcül yanılsamasıydı. Bu önderlikler, halkın demokrasi talebine sahip çıkıyordu ama bunu yaparken, ordunun konumunu; yani, Mısır’daki burjuva devletin temel dayanağını sorgulamıyorlardı. Bu yaklaşım sonuç itibariyle, Mısır ordusunun, kendisine devasa kaynaklar sunan Washington’ın, dolayısıyla küresel sermayenin stratejik çıkarları ile halkın “ekmek ve demokrasi” talebi arasında bir tür ara bulucu rolü oynamasına olanak tanıdı.

Beraberinde Marksistler bu süreç boyunca bütün bu gelişmelerin öngörüsünde bulunarak, Mısır işçilerinin, emekçilerinin ve toplumun yoksul kesimlerinin kurtuluşları için, Marksist devrimci bir önderliğe ihtiyaç duyduklarını defalarca dile getirdiler ve bunu da tarihsel deneyimlerden yola çıkarak ortaya koydular. Bu süreçte, yazının başında da belirttiğimiz gibi, Mısır'da devrimin gerçekleşmiş bulunduğunu iddia eden çeşitli sosyalist gruplar da mevcuttu. Onlar, ordunun yönetime el koymasını (Mübarek'in gitmesi dolayısıyla) devrim olarak selamlayarak burjuva medyasının bilinç çarpıtma kampanyasına soldan destek olmuş, bir diktatörün devrilmesiyle burjuvazinin diktatörlüğünün devrilmesi arasındaki hayati farkı gizlemişlerdi.

Sonuç olarak, enternasyonalist ve devrimci bir perspektifin yokluğunda, Mısırlı kitlelerin ekmek ve özgürlük talepleri tam olarak elde edilemeyeceği; burjuvaziden zorla alınan ödünlerin de kalıcı olamayacaği açıktır. ABD emperyalizminin ve Mısırlı egemen sınıfların muhalefet önderleriyle görüşerek oluşturduğu “yumuşak / kontrollü geçiş” stratejisinin iktidara el koyan ordunun denetiminde uygulanması kesinleşirken, başta Baradey ve İhvan-ı Müslimin olmak üzere, muhalefet hareketinin önderliklerinin, ordunun devletin yönetimine el koymasını memnuniyetle karşılaması, elbette devrim rüyası görmeyenleri şaşırtmadı.

Libya
Yine birbirine yakın aylarda, Libya'da da kitlesel gösteriler başgöstermişti. Kaddafi'ye bağlı güvenlik güçlerinin, göstericilere karşı çok sert ve kanlı müdahaleleri, kısa sürede Libya'da bir iç savaşın zeminini hazırladı. Libya ekonomisinin azgelişmiş karakteri ve geçmiş üstyapısal ilişkilerin kapitalizmle birlikte iç içe geçerek çarpık biçimde kendisini sürdürmesi (aşiret yapılanmaları vb.), Marksist bir örgütlülük ve perspektiften yoksunluk, Libya'da, küçük-burjuva veya burjuva önderliklerin denetiminden "bağımsız" bir işçi hareketinin ortaya çıkmasını engelleyen sebeplerdi. Ayrıca Rusya ve Çin dışında, diğer emperyalist devletlerin ve onların kapitalist ortaklarının "Libya'ya müdehale" konusunda adım atması, isyancı hareketin manüpile edilmesini oldukça kolaylaştırdı. Bu noktada, emperyalist devletlerin ikiyüzlülüklerini ve akbaba pozisyonlarını atlamadan, Türkiye'nin tutumunun hiç de onlardan geri kalmayan bir konumda olduğunu vurgulamak gerekir. "NATO'nun ne işi var Libya'da" pozisyonundan iki hafta sonra Türk donanmasını Libya'ya gönderen Türkiye, Libya başta olmak üzere bölgedeki pastanın paylaşılmasının dışında kalacağını hissetmesiyle beraber emperyalist müdahaleye yedeklenmişti.

İsyancıların Ulusal Geçiş Konseyi'ni kurmalarını, ki bu konsey Libya'nın Kaddafi dışında diğer önde gelen burjuva önderlerinden oluşuyordu, 6 ay süren bir iç savaşın sonucunda NATO'nun da desteğiyle Kaddafi diktatörlüğünün yıkılışı izledi. Libya'da muhalifler neredeyse isyanın başından beri emperyalist desteğe yeşil ışık yakmışlar, burjuva karakterlerini gizlememişlerdi. Daha önceki değerlendirmemizde de bu noktayı vurgulayarak Libya'da muhaliflerin desteklenmemesi, sermayeden bağımsız bir devrimci işçi sınıfı hareketi vurgusunun yapılması gerektiğini belirtmiştik.

Burada dikkat çekilmesi gereken bir nokta da, Libya'da, burjuva demokratik anlamda bir idari yapının (diktatörlük dışında) oluşamayacağı, en basitinden UGK içindeki temsilcilerin yaslandığı sosyal tabakalara bakılarak anlaşılabilir. Birçoğu aşiret mensubu veya aşiret lideri olan bu kesimlerin demokratik ve görece barışçıl bir düzeni sağlayacak devlet yapısı üzerinde mutabakata varması salt yeterli değildir. Özellikle kriz ve olası savaş dönemlerinde emperyalistler arası çekişmeler, her birinin farklı bir emperyalist güçten destek alabileceği bu aşiret gruplarının iktidar mücadelesine dönüşebilir. Bu mücadeleler de, Libya işçi sınıfının bağımsız siyasi bir güç olarak sahneye çıkamadığı koşullarda, binlerce emekçinin ve gencin kanı ve canı pahasına verilecektir.

Ekim Devrimi 94. yılında öğretmeye devam ediyor
İnsanlığın nihai kurtuluşunu ifade eden, sınıfsız, sınırsız ve sömürüsüz bir dünya kurma yolunda, bu yolun inşasının saç ayağını oluşturacak olan proleter devrimlerin tarihteki ilk ve tek başarılı örneği olan Ekim Devrimi, bugün "Arap Baharı" olarak adlandırılan süreç başta olmak üzere, tarihin dününü ve bugününü anlamak için hala en değerli tarihsel yol gösterici olmayı sürdürüyor.
Birinci emperyalist paylaşım savaşının üretici güçler üzerinde yarattığı yıkımın sonuçları, sadece Rusya'da değil, savaşın içerisinde olan birçok ülkede yakıcı biçimde hissediliyordu. İşçi sınıfı açısından bu açlık, yoksulluk ve hatta ölüm yılları, patlamaya hazır devrimci öfkenin habercisiydi.

Bu koşulların etkisiyle, Rusya'da kendiliğinden başlayan işçi hareketi 1917'de Şubat Devrimi'ni doğurdu ve iktidara Geçici Hükümet geçmişti. Şubat Devrimi bir burjuva devrimiydi. Ancak emperyalizm çağı içerisinde gelişen bu burjuva devrimi, tarihsel açıdan geç kalmıştı. Zaten bu çelişkilerin sonucunda, Şubat ayından başlayarak, Ekim Devrimi'ne kadarki süre zarfında bir ikili iktidar dönemi oluşmuştu. Bir yanda Kadet'lerin, Menşeviklerin ve Sosyal-Devrimciler'in de bulunduğu burjuva Geçici Hükümeti, bir yanda ise işçi sınıfının 1905 Devrimi'nden "hatırladığı" kendi iktidar organları olan işçi sovyetleri (meclisleri) ve bu organlar içerisinde çoğunluğu sağlamaya çalışan Bolşevikler... Kuşkusuz bu koşullar geçici bir dönemi işaret ediyordu. Ya emperyalist savaşı sürdürme yanlısı Geçici Hükümet, kriz ortamının sonucunda işçi sınıfını, bütün iktidar organlarıyla beraber ezecekti, ya da proleter bir devrim gerçekleşecekti.

Temmuz ayındaki yenilgiye ve Kornilov'un darbe girişimine rağmen Bolşeviklerin önderliğindeki silahlı işçiler tarafından, Geçici Hükümet'in varlığına son verilerek 25 Ekim 1917 tarihinde iktidarın İşçi, Asker, Köylü Vekilleri Sovyeti tarafından alındığı ilan edilecekti.
Tarihte gerçekleşen bu ilk muzaffer proleter devrimden çıkardığımız en önemli sonuç, Marksist bir önderliğin altındaki işçi sınıfının bağımsız devrimci gücünün ve onun iktidar organlarının olmadığı koşullarda, proleter bir devrimin gerçekleşemeyeceğidir. Aynı şekilde, Bolşeviklerin devrimin ilk gününden beri vurguladıkları, uluslararası devrim gerekliliği enternasyonalist olmanın gereği olduğu kadar, proleter devrimlerin yaşaması için de bir zorunluluktu. Başta Almanya olmak üzere Avrupa işçi devrimlerinin yenilgiye uğraması, yalnızca o devrimlerin değil Rus devriminin de yenilgisini hazırlamış ve daha iç savaş yıllarında gelişmeye başlayan bürokrasi, 1920'lerin sonlarında Stalinist-bürokratik karşı devrimini tamamlamıştı, bunun hukuki ifadesi 1936 anayasası olmuş, aynı yıllarda tüm Bolşevikler kuşağı, yani on binlerce devrimci "karşı devrimci" oldukları gerekçesiyle katledilmişti. Bu karşı devrim, işçi sınıfının siyasi iktidarı alması (sosyalist devrim) durumunun yalnızca devrimin uluslararası arenada devam etmesi yoluyla korunabileceğini, aksi durumda işçi sınıfının siyasi iktidarı burjuva ya da bürokratik karşı devrimlerle kaybedeğini göstermişti.

Marksistlerin "parti" kavrayışının bir dünya partisini ifade ettiğini de ayrıca belirtmek gerekir. Asli tabanını işçi aristokrasisinin ve işçi bürokrasinin oluşturduğu II. Enternasyonal'in I. Dünya Savaşı'na destekleyerek gerçekleştirdiği sosyal-yurtsever ihanetine karşılık, emperyalist paylaşım savaşının parçası olmayarak ve enternasyonalist bir tutum alarak II. Enternasyonal'den ayrılan Bolşevikler, bu yüzdendir ki Rusya'da proleteryanın iktidarına son vermek isteyen emperyalist devletlerce desteklenen karşı-devrimci Beyaz Ordu ile Kızıl Ordu arasında bir iç savaş sürerken, enternasyonalist görevlerini yerine getirmekten geri durmadılar: 1919'da "Dünya Komünist Partisi": Komünist Enternasyonal kuruldu!

Bitirirken
Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki halk hareketlerini değerlendirirken başta Ekim Devrimi olmak üzere, Marksist hareketin ve işçi sınıfının tüm deneyimlerinin sağladığı tarihsel sonuçların ışığında siyasi öngörülerimizi veya tespitlerimizi gerçekleştirmekteyiz.

Bu açıdan bakıldığında bu ülkelerde meydana gelen halk hareketlerinin Marksist bir önderliğin olmadığı koşullarda, neden bir toplumsal devrime evrilemeyeceğini söylemek, "umutsuzluğun" veya "küçümsemenin" değil, bilimsel Marksist yöntemin sonucunun ifadesidir. Peki "Arap Devrimleri"nden kastedilen proleter bir devrim olmadığına göre, "burjuva devrimler" midir?
Hiç şüphesiz, 1917 Ekim Devrimi'nin tarihsel olarak kanıtladığı ve Troçki'nin Marx'tan devralarak geliştirdiği "Sürekli Devrim" teorisinin ortaya koyduğu üzere, emperyalizm çağında ulusal burjuvazi "devrimci" rol oynayamaz. Bu yüzden artık bu rolü sadece proleterya oynayabilir. Yani "klasik" anlamda burjuva demokrasisinin varolmadığı ülkelerde, gerekli demokratik kazanımları ancak proleteryanın iktidarı sağlayabilir (Aynı zamanda, bugün söz konusu olan ülkelerin tamamında egemen olan üretim kapitalizm; egemen sınıf da burjuvazidir). Beraberinde tüm bu gerçekliği göz önünde bulundurduğumuzda, neden Mısır'daki devrimci halk hareketinin baskısıyla Mübarek'in devrilmesinin, demokratik kazanımların gerçekleşmesinde yeterli olmadığını ve hatta ordunun yönetime el koyup, grevlerle, eylemlerle hakkını arayan işçilere yine kanlı müdahalelerde bulunduğunu anlamış oluruz.

Bir diğer önemli husus ise "Arap Baharı"nın ortaya çıkmasını sağlayan dinamiklerin nerede yattığı sorusudur. Hiç şüphesiz 2008 ekonomik krizinin sonuçları ve ekonomik krizin 2011'de artçı dalgalarla sürmesi, son dönemde işçi-emekçi kesimler açısından yoksulluğu, sefaleti arttırdığı doğrudur. Fakat Arap Baharı'nın ortaya çıkış nedenlerini sağlayan tek sebep ekonomik kriz değildir.

Dikkat edildiğinde, bu ülkelerdeki diktatörlüklerin veya baskıcı-otoriter hükümetlerin neredeyse hepsi "Soğuk Savaş" döneminin ürünleridir. Oldukça otoriter ve baskıcı bu burjuva yönetimlerinin bu süre boyunca ayakta kalmasını sağlayan dinamikler, bizzat kapitalist küreselleşme sürecinin sonucunda ortadan kalkmaya başlamıştır. Libya, Tunus, Mısır, Suriye vb. ülkelerin küresel sermayenin talanına açılışı, bir yandan geçmişin kapalı medya ve kitle iletişim araçlarına kıyasla çok daha geniş ve özgür erişim sağlanabilen kitle iletişim araçlarına imkan sağlarken, bir yandan da küresel sermayenin yağmasına açılmış bu ucuz işgücü pazarları, işçilere, emekçilere ve yoksul kesimlere sefaleti ve hatta açlığı dayatmaktadır.

Sonuç olarak, "Arap Baharı" hem bu ülkelerdeki işçi sınıfına özgüven sağlamıştır hem de dünyadaki diğer bütün işçilere örnek olacak deneyimler ortaya koymuştur. Fakat sürecin en başından beri tekrarladığımız üzere, bu tür deneyimler "mekanik" biçimde ele alınmamalıdır. Bu tür süreçler gelişir ve ilerler. Unutulmamalıdır ki, doğru koşullar olgunlaştığı zaman, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'daki işçiler, aynı 1917 devrimlerinde, Rus işçi sınıfının 1905 devriminde yarattığı sovyetleri, öz-yönetim organlarını hatırladığı gibi, kendi deneyimlerini hatırlayacaklardır. Bu noktada, Marksistlere düşen görev ise devrimci siyasi önderliğin; enternasyonalist işçi sınıfı partilerinin oluşturulmasıdır. Ekim Devrimi'nin başlıca dersi hiç şüphesiz bu ve insanlığın artık kaybedecek zamanı bulunmuyor.


[1] Arap Baharını değerlendirirken Tunus, Mısır ve Libya'yı özellikle ele almamızın sebepleri arasında, esas olarak bu ülkelerdeki burjuva iktidarların el değiştirme sürecinin yattığını belirtelim. Özellikle Ortadoğu'da ve Kuzey Afrika'da, birçok ülkede meydana gelen kitlesel gösterilerin ve isyanların göz ardı edilmesi söz konusu değildir (örnek olarak, Bahreyn, Yemen, Cezayir, Ürdün, özellikle Suriye) ve dolayısıyla bu gelişmeler başka bir yazının konularıdır.

Erkan s.

Hiç yorum yok: