28 Mayıs 2011 Cumartesi

12 Haziran Seçimleri

İktidardaki AKP ile diğer burjuva partileri arasındaki küfürleşmeler, hakaretler, “çılgın proje”ler, özel yaşama ilişkin kasetler ve tehditler eşliğinde bir seçim kampanyası daha yaşanıyor. Yaşanan tabloya bakıldığında, yaşananlar, gerçekte burjuvazinin bütün bileşenleriyle ne denli derin bir kokuşmuşluk içinde olduğunu ifade ediyor. Seçimlere kısa bir süre kala içinde bulunduğumuz ortam ne bir bütün olarak Türkiyeli emekçiler, ne Kürt halkı, ne de sosyalistler açısından iç açıcı.
Hemen belirtelim ki, burjuva partiler arasında neredeyse her gün farklı bir konuda yaşanan bu dalaşmalar, emekçilerin gerçek sorunlar üzerinde sağlıklı biçimde düşünmesini ve tavır almasını engellemeye yöneliktir. Burjuva basın-yayın organlarının büyük bir iştahla gündeme yerleştirdiği her bir söz dalaşı, bu topraklar üzerinde yaşayan insanlara işsizliği, sefaleti unutturmayı; başta sosyalistler ve Kürt siyasetçileri olmak üzere, devrimci işçiler ve gençlik üzerindeki siyasi baskıları gizlemeyi; iktidar partisinin ve diğer burjuva partilerinin gırtlağına kadar batmış olduğu yolsuzlukları örtbas etmeyi amaçlamaktadır.
İktidar rahat değil
Burjuvazinin, 2000-2001 krizi sonrasında kimi eski siyasi temsilcilerinden devşirip “yeni” bir güç12 haziran-3olarak iktidara getirdiği AKP’nin geniş bir halk desteğine sahip olduğu ortada. Küresel sermayenin bölgedeki siyasi taşeronluğuna soyunmuş olan AKP, iktidarını asıl olarak uygun uluslararası ekonomik-siyasi ortama borçlu olduğunu çok iyi bilmektedir. İktidar, olabildiğine genişleyen ve spekülatif sermayenin uluslararası eğilimlerine tarihte olmadığı kadar bağımlı hale gelmiş olan ekonomiyi, şimdiye kadar “akıllıca” uyguladığı para / kur politikası sayesinde ayakta tutmaktadır. Bu yüzden, AKP iktidarının küresel sermayenin ve yerel ortaklarının toplumsal yaşam üzerindeki egemenliğini kurmak için sarıldığı başlıca argümanın “ekonomik istikrar ve büyüme” olması boşuna değildir.
AKP’nin ikinci önemli argümanı olan ve sözde demokratik “açılımlar” ile desteklenen “ileri demokrasi”sinin de bu ekonomik temel üzerinde yükseldiğini ve dönem dönem küçük burjuva liberal solu ile Kürtlerin bir kısmı için büyük bir umut yarattığını biliyoruz. Geçtiğimiz Eylül ayında yapılan anayasa referandumunun ardından, yaklaşan seçimleri de rahatça kazanacağını gören AKP, bir süredir “demokratik açılım” programından söz etmiyor. Ama bu, onun, söz konusu siyasi programı terk ettiği anlamına gelmiyor. Tersine, AKP, temel taşları zaten büyük ölçüde döşenmiş olan yeni rejimin sınırlarını çizecek yeni bir anayasa yapılacağını çoktan ilan etti. Dahası, AKP (daha doğrusu büyük sermaye), liberal bir anayasanın gerekliliği konusunda, bütün büyük burjuva partilerini yanına çekti. Yeni ve liberal bir anayasanın gerekliliği konusunda, iktidardaki AKP ile önemli muhalefet partileri arasında ilkesel bir sorun bulunmuyor.
12 haziranOrdunun yönetim kademesiyle uzunca süredir son derece yakın bir işbirliği içinde olan AKP, geçtiğimiz Eylül ayındaki referandumun ardından, “başlıca engel” olarak gördüğü yüksek yargıyı da bütünüyle denetimi altına almış durumda. Yine, AKP’nin, iki iktidar dönemi boyunca polis örgütünü hem sayı hem de donanım bakımından olabildiğine güçlendirdiği ve onun içinde büyük ölçüde kadrolaştığı herkes tarafından biliniyor. Ancak bu durum, elbette, AKP’nin devlete bütünüyle egemen olduğu anlamına gelmiyor (en liberal devlette bile, bürokrasi içinde ulusal korumacı bir kanat olur). Gerek asker gerekse sivil bürokrasi içinde ulusalcı bir muhalefet sürdüğü için, “Ergenekon” ve “Balyoz” gibi ucu açık davalar, “Demokles’in kılıcı” gibi onun başının üstünde sallanmaya devam ediyor.
Öte yandan, bir zamanların Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ni (DGM) aratmayan olağanüstü mahkemelerin ve özel yetkili savcıların hedefinde yalnızca “darbeci-ulusalcılar” yok. AKP iktidarı, bu mahkemeleri ve savcıları başta sosyalistler olmak üzere, devrimci işçilerin, gençlerin ve Kürt politikacılarının da üzerine salıyor. AKP’nin ilk iktidara geldiği yıl olan 2002’de toplam 29 bin olan tutuklu ve hükümlü sayısı, Nisan 2011’de 120 bini geçti. Onlarcası gazeteci – yazar olmak üzere binlerce sosyalist ve devrimci ile Kürt politikacısı hapishanelere doldurulmuş durumda. “İleri demokrasi” masalı eşliğinde sürmekte olan bu siyasi baskıların ardında, kuşkusuz, burjuva iktidarın işçi sınıfı ve emekçiler karşısında duyduğu derin korku yatmaktadır. Dolayısıyla, AKP’nin, hiç umulmadık bir anda iş, ekmek ve özgürlük için sokağa dökülebilecek olan emekçileri yıldırmanın ve her türden devrimci önderlikten yoksun bırakmanın hesabı içinde olduğunu söyleyebiliriz.
Burjuva muhalefetin sefaleti
12 haziran-2
İktidara gelecek durumu olmadığını bilerek AKP ile yarışan burjuva muhalefet partileri, bir yandan Erdoğan ile giriştiği ağız dalaşında üstün çıkmaya çalışırken, aynı zamanda, başta Kürt sorunu olmak üzere hiçbir temel konuda somut çözümler üretememenin sıkıntısını yaşıyor.
Giderek derinleşen ekonomik sorunlar (işsizlik, gelir dağılımındaki derinleşen uçurum vb.) karşısında söyleyecek sözü olmayan CHP, Kılıçdaroğlu önderliğinde girdiği liberalleşme yolunda, AKP’nin ulusalcı alternatifi değil ama ağırbaşlı rakibi olduğunu ilan ediyor. Deniz Baykal’ın son dönemlerinde partide başlayan dönüşüm (ulusalcıların tasfiyesi) Kılıçdaroğlu ile ivme kazanırken, CHP, önceki seçimlerden farklı olarak işçi ve emekçi kitleler üzerindeki etkisini arttırıyor. Önümüzdeki seçimlerde oy oranlarında önemli bir artışın olacağı şimdiden kabul edilen CHP’nin söylemindeki “halkçı-emekten yana” cila kazındığında AKP ile aynı sınıfın partisi olduğu apaçık görülecektir. Bununla birlikte kaba ulusalcılıktan vazgeçerek küresel sermayenin güvenilebilir savunucusu olmaya soyunan CHP, Kürt sorununu, ekonomik kalkınma ve demokrasi / insan hakları üzerine kurmaya çalıştığı “yeni” söylemi içinde geçiştirmeye çabalıyor.
12 Haziran seçimlerine Meclis’teki ikinci büyük muhalefet partisi olarak giren MHP ise -beklendiği üzere- PKK / BDP karşıtı bir söylemle başlattığı seçim kampanyasında, enerjisinin önemli bölümünü adaylarının özel yaşamına ilişkin kasetlere ve AKP’ye yanıt vermeye ayırmak durumunda kaldı. 12 Eylül referandumunun ardından PKK’nin süren ateşkesinin de etkisiyle tabanını AKP, CHP ve BBP’ye kaptırdığı ifade edilen MHP, asıl olarak iktidar çevrelerinden yayılan “yüzde 10 barajını aşamaz” iddiasını büyük ölçüde boşa çıkartmış görünmesine karşın, hala tabanını AKP’ye kaptırmama çabası içinde. Seçime haftalar kala, MHP yöneticilerinin kasetlerinin basına servis edilmesi, hiç şüphesiz AKP’nin referandum sürecinden beri izlediği Türk milliyetçisi tabanı kazanma ve MHP’yi meclis dışına itme politikasıyla bir bütünlük arz ediyor.
Yalnız, 12 Haziran seçiminin hemen ardından kurulacak yeni mecliste, BDP’nin artması beklenen milletvekili sayısı ve CHP’nin Kürt sorunu meselesindeki yeni tutumuyla, yeni anayasa ve bölgenin silahsızlanması hatta genel af konusunda önemli adımların atılabileceği tespitlerini şimdiden yapmak durumundayız. Böylesi bir durumda burjuvazi,  MHP’nin ve militan tabanının -kontrolünü daha kolay sağlayabileceği için- mecliste olmasını dışarıda olmasından daha fazla önemseyecektir.
Kürt Muhalefeti
BDP, 23 Mart günü, “ana dilde eğitim, siyasi tutuklukların serbest bırakılması, askeri ve siyasi operasyonlara son verilmesi ve yüzde 10 seçim barajının kaldırılması” talepleriyle bir sivil itaatsizlik başlatmıştı. Sivil itaatsizlik, “siyasi rejimin ya da yasaların değişmesi amacıyla aleni, şiddetsiz, vicdani ama aynı zamanda siyasi olan, yasa dışı bir eylem” [1] ya da “hukuk devleti düşüncesinin içerdiği üstün değerler uğruna, kamuya açık ve yasaya aykırı olarak gerçekleştirilen, bu sırada üçüncü kişilerin daha üstün bir hakkını çiğnemeyen, barışçıl bir protesto eylemi” [2] olarak tanımlanır. Bu çerçevede, BDP’nin “sivil itaatsizlik” ilanı, yukarıdaki dört talebin gerçekleşmesi için yüzünü Kürt kitlelere ve onların kitlesel eylemlerine dönmesi ve “sivil itaatsizliği” bu haklar elde edilene kadar süreceği anlamına geliyordu. Bildiğimiz gibi, hükümetin bu taleplere yanıtı kocaman bir “HAYIR!” oldu.
Buna karşın, anadilde eğitim ve yüzde 10 barajının kaldırılması yönündeki taleplerin açıkça reddedilmesi, Kürt siyasetçilere yönelik kitlesel tutuklamaların ve askeri operasyonların sürmesi BDP’yi bağımsız adaylarla seçime katılmaktan alıkoymadı. Ardından, BDP’nin İstanbul’daki bağımsız adaylarından Sırrı Süreyya Önder’e “Alsınlar Meclislerini ne yapıyorsa yapsınlar” dedirten YSK kararı geldi. Ama BDP’nin sonraki tutumu, onun “gerekirse seçimleri boykot ederiz” çıkışının, aslında YSK’yi kararını değiştirmeye zorlamayı amaçlayan boş bir tehdit olduğunu gösterdi.
Peki neden? BDP, neden, CHP’nin bile kaldırılması için somut adım atmaya kalkıştığı yüzde 10 barajıyla ve Kürtlere yönelik kapsamlı tutuklamalar sürerken (11 Mayıs tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir habere göre, 24 Mart – 10 Mayıs 2011 tarihleri arasında gözaltına alınan Kürtlerin sayısı 2 bini aştı) seçimlere katılmakta ısrar ediyor?
BDP’nin Kürt halkı üzerindeki bütün baskılara karşın seçimlere katılmasının ve sivil itaatsizliği Kürtçe hutbelerin okunduğu kitlesel Cuma namazlarına indirgemesinin ardında yatan şey, Kürt burjuvazisinin bizzat Kürt emekçileri ve gençliği karşısında duyduğu derin korkudur. Onların bu korkusu Türk burjuvazisi ve devleti tarafından da paylaşılmaktadır. Ortadoğu’yu ve Kuzey Afrika’yı saran isyan dalgasının sıcak soluğunu ensesinde hisseden burjuvalar, işsizlik-yoksulluk-devlet terörü üçgeninde ezilen Kürt emekçilerinin ve gençliğinin sokağa dökülmesini önlemek için el ele vermiş, elinden geleni yapmaktadır. Özetle, AKP hükümeti ile BDP arasında var olan ve seçim meydanlarındaki sert suçlamaların zedeleyemediği “ittifak”ın ardında yatan şey, Türk ve Kürt burjuvalarının Kürt emekçileriyle gençliğinin denetim dışına çıkabilecek olası bir kitlesel seferberliğidir.
BDP’nin her ileri adım attığında iki adım geri çekilmesi, devletin tüm saldırılarına rağmen, sorunun gerçek çözüm adresi olan milyonlarca yoksul Kürt emekçisi ve gencinin kitle hareketine yüzünü dönmek yerine çözüm adresi olarak burjuva parlamentosunu göstermesi, Kürt hareketinin sınırlarının, onun önderliğinin sınıfsal karakteriyle belirlendiği gerçeğini göstermektedir. Kürt emekçilerinin ve gençliğinin devrimci potansiyelinin mevcut burjuva önderliğin çizdiği sınırlar içinde eritilmesini “sol”dan desteklemek, gerçekte Türkiye’de sosyalist devrim mücadelesinden vazgeçmek ya da hiç böyle bir perspektife sahip olmamak anlamına gelir. Türkiye solunda ayırt edilemeyen ya da bilinçli olarak çarpıtılan şey, Kürt halkına yönelik her türlü baskıya karşı çıkmak ve Kürt emekçilerinin çıkarlarını savunmakla, BDP’yi desteklemenin aynı anlama gelmediğidir.
BDP'nin bugün ana talebi olan “demokratik özerklik”in gerçekte, AKP'nin de programında yer alan, Türkiye burjuvazisinin uygulamaya konması için yıllardır bastırdığı Avrupa Birliği'nin yerel yönetimler programıyla -elbette kültürel hakların kabul edilmesiyle birlikte- uyumlu olduğunu vurgulamak gerekiyor. Bu gerçek, en son, seçim çalışmalarını bağımsız aday olduğu Hakkari’de sürdüren BDP eski eş başkanı Selahattin Demirtaş tarafından, 9 Mayıs günü, hiçbir yanlış anlamaya yer bırakmayacak biçimde ifade edildi: “Buradan Ankara’nın bürokrasisini aşmak neredeyse imkansız hale gelmiş. O yüzden biz diyoruz ki: İl genel meclislerine, bölge meclislerine yetki verilsin. Buradaki yatırımcı, buradaki işini, il genel meclisi ve bölge meclisi ile çözsün. Bu yüzden bizim önerdiğimiz demokratik özerklik yönetim modeli, aslında bütün bu sorunların çözümüdür. Her şey Ankara’dan yönetilemez. Türkiye, coğrafi ve nüfus olarak büyük bir ülke, tek bir merkezden tek bir başbakanla yönetilemez…. Kendi demokratik özerk yönetimlerimizi kuracağız, biz bu konuda ısrarcıyız. Anadilimizle kültürümüzle kendi topraklarımızda yaşayacağız. Bundan hiç kimse vazgeçmez. Onuru olan hiçbir halk, kendi dilinden, inancından ve kültüründen vazgeçmez. Şimdi şu okulda Kürtçe eğitim yapmak, bu köye zarar verir mi? Biz diyoruz ki: Bu çocuklar Türkçe de öğrensin ama kendi anadilinde eğitim yapacak. Bunun başka çaresi, başka yolu yok.” [3]
Demokrasi Cephesi
BDP önderliğinde kurulan ve irili ufaklı 15'in üzerinde sosyalist parti ve grubu içeren “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku” kuruluş yöntemi ve seçime ilişkin programı ile hiçbir şekilde işçi sınıfının bağımsız devrimci politikasının temsilcisi olmaya aday değil. Bunu bloğun mevcut bileşenleri de gizlemiyorlar. “Türkiye'nin demokratikleşmesi” temelinde açıklanan program ne sınıfların varlığından, ne de kapitalist sömürüden söz ediyor ki bizce bu oldukça anlaşılır bir durum. Bunun sebebi, bloğun ana bileşeninin BDP olmasıdır, adayların belirlenmesi ve seçim programı neredeyse bir bütün olarak Kürt hareketinin gücü ve programı çerçevesinde ortaya çıkmış bulunuyor. Tekrar ifade etmek gerekirse bu oldukça anlaşılır bir durumdur, asıl eleştirilmesi gereken şeyse, kendilerini işçi sınıfı siyaseti yapan “sosyalistler” olarak tanımlayanların bu blokta bulunmaları durumudur. Hiçbir şekilde, bırakalım Türkiye işçi sınıfını, Kürt işçi ve emekçilerinin dahi çıkarlarının ifade edilmediği, tüm sorunlarının çözümünün burjuva parlamentosu olduğunu ifade eden bir birlik tarihteki onlarca örneğinde olduğu gibi bir “demokrasi cephesi” olarak adlandırılabilir.
Bu “demokratik cephe” içindeki tek gerçek siyasi güç olan BDP, ne kapitalizme ve ücretli emek sömürüsüne ne de emperyalizme karşıdır. Bunda da şaşılacak bir durum bulunmamaktadır. Kürt burjuvazisinin BDP’de temsil edilen kanadının “demokrasi ve özgürlük” derken kastettiği şey, Kürtlere yönelik baskılara sona verilmesidir. Bu talebin ekonomik arka planında da, bölgeye akacak küresel sermaye yatırımlarında daha fazla söz sahibi olmak (sömürüden daha büyük kırıntılar koparmak) ve Ankara’daki Türk bürokrasisinin bölgedeki etkisini azaltmak gibi sınıfsal çıkarlar yatıyor. Küresel sermaye yatırımlarının artması için de, öncelikle, bölgenin yeni koşullara uygun olarak “normalleşmesi” gerekiyor.  BDP’nin, yerel meclislerin oluşturulması (sermaye akışını hızlandıracak bir “ademi merkeziyetçilik”), merkezi parlamentoda yeterince temsil (yüzde 10 barajının kaldırılması), barış ve genel af, ana dilde eğitim gibi talepleri, bu yüzden hem küresel sermaye hem de onun Türkiyeli taşeronları (TÜSİAD, MÜSİAD vb.) tarafından destekleniyor.  Emperyalizm karşıtlığı ve “ulusal kurtuluş” söz konusu olduğunda mangalda kül bırakmayan küçük burjuva sosyalisti demokratlarımız ise bütün bunları göremiyorlar (!).
12 Haziran seçimleri ve Marksistler
Sermayenin ve burjuva siyasi iktidarların saldırıları karşısında yıllardır ağır hak kayıplarına uğrayan işçi sınıfı, 12 Haziran’da yapılacak olan genel seçimlerde, siyasi bir özne olarak yer almamaktadır. Dolayısıyla, hiç kimse kendisini kandırmasın: İşçi sınıfı, bu seçimlerde, kendi bağımsız siyasi iradesini sergileyemeyecek; şu ya da bu burjuva ve küçük burjuva partisine yedeklenecektir.
Bu durumun başlıca sorumlusu, işçi sınıfının 200 yılı aşkın tarihsel dönem içinde edinmiş olduğu uluslararası tarihsel deneyime ve bütün bu deneyimlerin bilimsel / Marksist çözümlemelerine dudak büken sözde “sosyalist” önderliklerdir. Aralarında Marksist / Troçkist olduğunu iddia edenlerin de yer aldığı bu önderlikler, işçi sınıfının biricik devrimci sınıf olduğu gerçeğine gözlerini kapatmış oldukları ve onun tek uluslararası devrimci önderliği olarak IV. Enternasyonal’in tarihsel rolüne güvenmedikleri için, her fırsatta, yüzlerini mülk sahibi sınıfların şu ya da bu kesimine dönmektedirler. Oysa tarih, sendikacılıktan gerillacılığa kadar onlarca biçim altında sergilenen bu yedeklenmenin, işçi sınıfına felaketten başka bir şey getirmediğinin örnekleriyle doludur.
Biz, işçi sınıfının, ideolojik, siyasi ve örgütsel olarak bütün diğer sınıflardan bağımsız siyasi önderliğinin olmadığı koşullarda, ne denli şatafatlı sözcüklerle ifade edilirse edilsin, başka sınıfların siyasi temsilcileriyle girişilen her türlü ittifakın, oluşturulan her türlü bloğun, devrim ve sosyalizm mücadelesinin önüne dikilmiş bir engel olduğunu düşünüyoruz.
Bilimsel sosyalist siyaset, yalnızca, işçi sınıfının tarihsel deneyimlerinden süzülmüş, kapitalizmin bilimsel çözümlemesi ve komünizm perspektifi üzerine kurulu Marksist bir siyasi programın cisimleşmiş ifadesi olan devrimci bir parti ile yapılabilir. Böylesi bir partinin olmadığı koşullarda söz konusu olan şey “ittifak”, “blok” ya da “cephe” oluşturma değil, yalnızca yedeklenme ya da “iltihak” anlamına gelir.
Bir kez daha vurgulanması gereken önemli bir nokta da, Marksistlerin / komünistlerin seçimlere ilkesel yaklaşımı meselesidir. Daha önce kurulan seçim bloklarında olduğu gibi, bu blokta da en son konuşulan şey “seçim programı”dır. İlkelerin ve tutarlılığın artık solda da ne yazık ki çok fazla anlam ifade etmediği gerçeğini de akılda tutarak, bu bloğun, özellikle “devrimci” ve “sosyalist” sol açısından hangi temelde oluşturulduğunu bir kez daha sormak gerekiyor. Kürt halkının dostları olduğunu iddia eden kimi çevreler, döneme özgü taktik talepler bir yana, ilkelerde önceki “blok”lardan hiçbir farklılığı olmamasına karşın, Kürt hareketinin taban gücünden beslenmeye çalışıp, bu olanak kesildiğinde (kendi adayları gösterilmediğinde) bloktan ayrılmakta bir sakınca görmüyorlar.
Kürt halkının diğer “dostları”, yani blokta yer almaya devam eden sosyalistler ise, “çözümün adresi burjuva parlamentosudur” biçimindeki geleneksel burjuva yalanına ortak olmakla kalmıyor; yıllardır savundukları devrim ve sosyalizm davasını, o parlamentoda koltuk kapma üzerine inşa ettikleri “Kürt halkıyla dayanışma” uğruna, liberal demokrat Kürt burjuvazisine yedeklenerek pervasızca terk edebiliyorlar.
Lenin’i dillerinden düşürmeyenlere bir kez daha hatırlatalım: Bolşevik Parti’nin ve sonrasında asıl olarak Komintern kararlarıyla vücut bulan Komünist Partilerin seçim çalışmalarının ana ekseni, parlamentoya her ne şekilde olursa olsun aday sokmak biçimindeki oportünizm üzerinde şekillenmiyordu. Marksistlerin seçim faaliyeti, kapitalizmin, burjuva devletinin, sermayenin “burjuva demokrasisi” adı altındaki diktatörlüğün teşhiri; işçi sınıfının uluslararası birliğinin ve diğer sınıflardan bağımsızlığının, dünya devrimi ve komünizm programının propagandasını içerir. Seçim faaliyeti, komünistlerin bu yönde sınıf içerisinde örgütlenmesine hizmet eder; dolayısıyla, seçimleri proleter devrim hedefine tabi kılar. Marksizmin seçimlere ilişkin bu ilkesel yaklaşımı, bu geleneğin mirasçısı olduğunu iddia edenlerce tamamen unutulmuş, onun yerini “demokrasi cephesi” olarak ifade edebileceğimiz ve liberal Kürt burjuvazinin programatik yönelişinin damgasını vurduğu ilkesiz bir “blok” almıştır.
12 Haziran’da yapılacak olan seçimlere katılan partilerin hiçbiri işçi sınıfının enternasyonalist devrimci taleplerini ifade etmemektedir. Bu yüzden, kendisini Marksist ya da işçi sınıfı devrimcisi olarak tanımlayan herkesi, 12 Haziran seçimlerinde Türk ve Kürt liberal demokrat burjuva partileri eliyle oynanmakta olan oyunu teşhir etmeye ve Marksist devrimci önderliği inşa mücadelesine katılmaya çağırıyoruz. Unutmayalım ki, Kürtlerin ve bütün diğer halkların insanlık ailesinin özgür ve eşit bileşenleri haline gelmesi, yalnızca özgür emekçilerin egemen olduğu; sınırsız, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyada mümkündür.
[1] Rawls, J., A Theory of Justice Cambridge 1971 s.401
[2] Ökçesiz, H., Sivil itaatsizlik, Afa yayınları İstanbul 1994 s.130
İktisat-Siyaset

Hiç yorum yok: