18 Ağustos 2009 Salı

işverenlere açık mektup



Patron Aranıyor…

(Bir işsizin macerası;
Kitap yapsak satar mı?)

Merhaba… Ben bir işsizim. Ama işsizliği meslek edinmeyi düşünmüyorum. İş arıyorum.
Adım Ahmet, Mehmet, Şivan, Agop… Çok önemli değil; bu durumda soyadım zaten kifayetsiz. Dedim ya ben bir işsizim; benden çokça bulunmakta, güzel memleketimin dört bir yanında. Ha, sadece benim güzel memleketimde değil, insanlığın güzel memleketi olan dünyada, çok var benim gibileri. İşsizler ordusunun gönüllü veya gönülsüz neferleri! Şimdi biraz olsun kendimi tanıtmaya çalışayım; ben de hatırlayayım nasıl bu hale geldiğimi…

Sınırları, ben doğmadan çok önce çizilmiş bir memlekette dünyaya geldim, çok çocuklu bir ailenin, çok çocuğundan biri olarak. Anam, babam ellerinde olmadan yapmışlar bir hata. Sonra yine kendi inisiyatifim dışında bana bir isim vermişler, bir de kafa kağıdı. Söyledim; önemi yok bana verdikleri ismimin, nüfus kütüğünde kayıtlı bilgilerimin. Şimdi sıklıkla ayaktakımı diye nitelenen kalabalık var ya; işte ben o kalabalıkta açtım gözlerimi dünyaya. Sonra düşe kalka bir çocukluk geçirdim, genelde güzel anılarla dolu. -genelde hatırlanmak istenenler hatırlanır yalnızca-

Büyürken çok şey öğrettiler bana, büyüdükçe daha da iyi anlıyor insan. Doğru yoldan şaşmamam gerekirmiş, dürüst ve çalışkan olmam gerekirmiş. Namus,şeref,haysiyet… Bunlar önemli özelliklermiş ve bir insan kimyasında bunlar yok ise, o insan tam insan değilmiş. Şimdi görüyorum ki bu beynime kazınanların hiçbir karşılığı yok yaşadığımız şu dibine kadar maddi dünyada. Varsa da bana mı denk gelmedi nedir? Yalnızca bunlar mıydı öğrendiklerim; nasıl düşünmem, nasıl hareket etmem gerektiğini de öğrendim. İyi- kötü programlandım, bir nevi kafa ayarı!

Neyse efendim konuyu fazla dağıtmayalım, asıl mevzuumuza dönelim. Mutlu,mutsuz küçüklüğümü geride bıraktıktan ve biraz büyüdükten sonra öğrenim yaşım geldi; yakın çevremdekiler dediler ki “Biz sana çok şey öğrettik ama bizim de bilmediklerimiz var, seni okula verme zamanımız geldi.” Okuyup, büyük adam olma ihtimali üzerinden yapılan ince hesaplar… “Biz çok çektik, sen çekme, oku kendini kurtar”...

Eve yakın olduğundan mahalle mektebine gönderildim hemen. Mahalle mektebi diyorum, çünkü okul “bizim mahalle” sınırları içerisinde kalıyordu o dönem. Heyecan içinde başladım öğrenim hayatıma, bilmiyordum ki bu öğrenim denen hadise bir ömür sürüyor. Ben, iki-üç sene giderim, sonra elbet biter diye düşünürken ilkokulu bitirip, ortaokula başlamışım farkında değilim. Baktım iyi gidiyorum, yakalı önlüğüme de alıştım, dedim ki bir-iki sene daha okuyayım mâdem. Hem okumayıp ne yapacaktım? Okula gitmeyen çocuklarını babaları, sanayiye çırak olarak veriyorlardı bizim oralarda. “Eti senin, kemiği de senin tasarrufun, var istediğini yap!”

Bu, kaba gerçekti hem de, öyle masal falan değil. Çok arkadaşım torna tezgâhlarında helâk olmuştur, arabaların altında pestil. İlkokulda derslerim fena değildi diyebilirim. Beşinci sınıfa geldiğimde okuyup yazabiliyordum artık. Ortayı, yaşadığımız eve bir otobüslük mesafede bir okulda okudum. Sabahları buz gibi uyanmaktan, gün doğmadan yola çıkmaktan, okul durağına paket servislerden nefret etsem de, yaş ilerledikçe bilincimde bir dönüşüm oluyor, okulda başarılı bir öğrenci olursam, ileri de zengin olurum, rahat bir hayata kavuştururum ailemi diye düşüncelere dalıyordum zaman zaman. Ortaokul, ilki gibi değildi. Herkes uzaklardan geliyordu buraya ve birçoğumuz farklıydık birbirimizden. Çeşit çeşit insan yavrusu birarada… Ben genelde bana benzeyenlerle, tavırlarını ve konuşmalarını kendime benzettiklerimle arkadaşlık yaptım. Aynı sırada oturduğum arkadaşları özenle seçerdim. Tabii öğretmenimizin,-ki o dönem hocam değil, öğretmenimdi- gözüne batmaya başladığımız günlere kadar sürerdi bu durum, sonra sınıfın farklı köşelerine sürülürdük. Bunu şu nedenle anlatıyorum; sanırım insan kendine benzeyenlerle bir arada olduğunda huzurlu olabiliyor. Aynı sınıfsal temelden gelen insanlar birarada olduklarında paylaşabiliyorlar hayatı. Kimse birbirine yüksekten bakamıyor, şivesiyle alay edemiyor, ayakkabılarının altı hep aynı yerden su alıyor yağmurlu havalarda. Gruplaşmalar ve sınıfsal ayrışmalar da ilk olarak, büyük ihtimalle o “sıralarda” içimize işliyor.

Kimileri kalem kutusu ile gelirdi sınıfa, içinde renk renk kalemler; beslenme çantası tıka basa doludur kimilerinin; kimilerinin düdük kadar kalmış, bir kere daha açılsa artık kullanılamayacak olan kalemi ve annesi sabah erkenden çalışmaya gittiğinden kuru ekmek arasında peyniri vardır naylon poşetinde, ya da okulun yanındaki bakkaldan ucuz yollu “püsküvüt” alınmıştır bir iki tane. Neyse kapatalım bu bahsi…

Elbette sınıfsal çatışmalar bu kadar basit ifade edilmemeli, Marx ve Engels ustalar boşuna yazmadı O üç ciltlik tuğlaları. Ama “ergenleşen” bir çocuk zihninde basit yansımalardır bunlar da neticede.

Ne diyorduk efendim; öğrenim hayatıma geri dönersek eğer, ortayı da aynı başarı ile tamamladığımı ifade etmeliyim. Son senemde kötü giden derslerimi de düzelttikten sonra yine bir “sınava” tabii tutuldum. Evet, yine ve yeni bir sınav; çünkü sürekli sınavla geçiyor öğrencinin ömrü. Hayat bir imtihan değil mi? Büyüklerimiz bize, öyle olduğunu ısrarla hatırlatmak istiyordu sanırım. Sınavlar, sınavları izledi. İlk okuldan orta okula, orta okuldan liseye, liseden üniversiteye… Ya çok öğrenci vardı, ya çok az okul; ya çok az öğretmen düşüyordu öğrenci başına, ya da sınıfları dar yapıyorlardı bilerek ki 50-60 kişi epey zor oluyordu aynı anda nefes almak. Birilerini elemek şarttı o vakit. “Tembeller ve çalışkanlar; ayrılın bakalım!”

Öğrenim hayatının belirli bir döneminde, öğrenci bir tercih yapmak zorundadır,en azından bu memlekette... Büyüyünce ne olacaksın sorusuna yanıt veremeyenlerdenim ne yazık. Ne bileyim ne olacağım yahu, avukat olacağım , doktor olacağım, öğretmen olacağım desem ne çıkar? Ki zaten bu bilinçle gitmiyorduk ki biz okula; biz hangi meslek erbâbının hangi işi yaptığını bile bilmiyorduk. Tepeden tırnağa bilinçsizliğe bulanmış bir güruhtuk bir anlamda. Kimimiz ailelerimiz istediği doğrultuda adımlar attık, kimimiz bizi sınıfta gördüğünde bile tanıyamayan, yoklama defterinde resmimizi gördüğünde “Ulan ben bu çocuğu bir yerden çıkaracağım, ama nereden?…” diyen öğretmenlerin gösterdiği hedefe doğru fırlatıldık. Çoğumuz bunu bile yapamadı; sorumlulukların ağır yükü çökmüştü omuzlara, ekmek kavgasına dalındı. Bilinçsiz tercihler mutsuzluğu ve umutsuzluğu getirdi arkasından, maratona devam edebilenler için…

Lise yılları zindan oldu, bahçede top oynanan zamanları saymazsak. “Meslek edindiren” liselerden biriydi benim gittiğim ve artık okula varabilmek için iki otobüs değiştirir olmuştum. Okulun edindirdiği mesleği sevmediğimi ve yanlış yerde bulunduğumu anladığımda artık çok geçti. Başka bir bölüme geçemedim. Ama kadere boyun da eğmedim; okula devam ettim, düzenli, düzensiz gidip geldim; biraz gecikmeyle de olsa bitirdim. Sevmediğim mesleğimin tüm inceliklerini öğrendim. Teorisi ve pratiği ile birlikte… Staj vazifemi de yerine getirerek, hem artı-değer piyasasına katkıda bulundum, hem de bir lise diplomasına sahip oldum.

İfade etmek gerekir ki lise yıllarında, insan ister istemez bilincini olgunlaştıracak bazı deneyimler elde ediyor. Liseye gidecek yaşa gelmiş bir birey artık çocuk olarak tanımlanmaktan çıkıyor ve bir genç-yetişkin oluveriyor. Öğrenim hayatının en keskin virajları, lise sıralarında dönülüyor. Aidiyet hissi kendini dayatmaya başlıyor, toplumsallaşma ihtiyacı öğrencinin içinden çıkıp geldiği şartların da etkisiyle şekilleniyor, görünür hâle geliyor. Toplumsal hareketlenmeler, ülkede ve dünyada olup bitenler, politika, spor, magazin, cinsellik vb. yoğun biçimde tartışılan, kafa yorulan konular oluyor artık. Her türden saflaşma yaşanıyor tabii böyle olunca. Bazısı siyasi görüşü nedeniyle ayrı bir safta yer alıyor, bazısı tuttuğu futbol takımının renklerine göre, bazısı doğduğu bölgenin coğrafi konumuna göre, bazısı da beğendiği şarkıcının son albüne göre.

Farkediyorum ki yine ana konudan sapmaktayım, ben asıl derdimi paylaşayım sizinle. Zîra başımı derde sokmaktan çok korkuyorum. Ben, ne de olsa bir işsizim, iş bulma ihtimalimi sıfıra indirmek istemiyorum. Zaten siyasetten hoşlanmam, yapandan da hazzetmem. Siyasi propaganda yapan birini gördüğümde, hemen uzaklaşırım yanından. Şimdi desem ki, eğitim-öğretimin niteliksiz, ezberci, şabloncu, otoriter, bilimsellikten uzak karakteri asıl olarak kapitalist üretim ilişkileri temelinde yatan ve insanın özgür gelişmesinin önüne en büyük engelleri diken dinamiklerdir- başka bir şey değil; olmaz, benim başım yanar. Bu kadarı bile yetebilir. Birileri, her alanda varolduğunu iddia ettikleri soyut bir “hâk eşitliği”nden dem vuracak olsa ve ben çıkıp karşılarına, “Kesin lan palavrayı, hangi hak, hangi eşitlik?” diye sorsam yine benim başım yanar, olmaz. Üretimin toplumsallaştığını hatta “dünya toplumsallaştığını” fakat üretim araçlarının hâlâ bir avuç kapitalistin elinde olduğunu biliyorum ama söylemem mesela. İşçi ve emekçilerin kanını emen bu bir avuç kapitalistin ve onların uluslararası birliklerinin-rekabetlerinin, tüm insanlığa yıkım vaad ettiğini de biliyorum ama öyle her yerde dillendiremem.

Lise sıralarına kadar olan kısım işte hemen hemen böyle… Sanmayın ki ben bir üniversite bile okumadığım için işsizim. Okudum… Hem de “iyi” üniversitelerden birini bitirdim. Öğrencilerin önce seçilip ardından yerleştirildiği sınavda oldukça iyi sayılabilecek bir performans gösterdikten sonra ailece ikâmet ettiğimiz şehrin dışında bir üniversiteyi ama “iyi” bir üniversiteyi kazandım. Tabii öyle kolay değildi başka memlekette okumak, herşey için olduğu gibi bunun için de para lâzımdı. Zaten bir sene öncesinde dersaneye gittiğim için ekonomik olarak belimiz büküktü. Herkesin malumudur ki bir okula başlayacaksan önce “harac”ını yatıracaksın. Bunlar “güya devlet okulu”, sözde devletin finanse ettiği öğretim kurumları olsa bile. “Harac”ını yatırmadan, kapıdan içeriye adım atamazsın, özel güvenlik birimleri gerekirse orantılı güç kullanır üzerinde. Fazlaca ısrarcı olmamak gerek.

Neyse efendim konu dağılmasın; borç, “harç” için gerekli meblâyı bulduktan sonra ayrıldım evimden. Okuma aşkı işte; ya da çaresizlik, mecburiyet! Üniversite büyülü bir mekândı o zamanlar, hazırlananlar için özellikle. Herkes farklı hâyallerle geldi, farklı farklı şehirlerden. Dedik ya işte hâyal, uyanmamız fazla zaman almadı. Adına üniversite ya da yüksek okul denenin, ne menem bir şey olduğunu gördük.

Orada da aynı şekilde bir “öğretmen” geliyor ve ders anlatıyordu. Biz yine belirlenen dönemlerde sınava tabi tutuluyorduk. Yapı olarak belki liseden biraz daha genişti ve daha kalabalıktı. Ayrıca tenefüs zili çalmıyor, içeri öğretmen ya da müdür girdiğinde ayağa kalkılmıyordu. Benim görebildiğim değişikliklerler bunlardı, fazlası değil. Liseye göre biraz daha hareketli bir ortamdı belki de. Yani en azından bazı öğrenciler için öyleydi. Ben kendi adıma daha sakin bir yaşımı seçtim üniversite süresince. Üç - beş arkadaş bir olup, bir zemin kat tuttuk kendimize. Ortalama her öğrencinin karşılaştığı maddi sorunlarla boğuştuk öğrenimimiz boyunca. Buralara pek takılmıyorum. Yaşam standartlarınızı ortalamanın aşağısına hatta zaman zaman oldukça aşağısına çektiğimizde sorun kalmıyordu.

Yüksek öğrenim hayatım boyunca şu meşhur “olaylara” hiç karışmadım, hep uzaktan izledim. İçim içime sığmazdı bazen, ben de dahil olmak istedim çoğu kez bu birşeyler talep eden ve ne talep ettiğini bilen arkadaşların arasına, ama olmadı işte... Başım yanardı sonra, “ben dünyayı değiştirmeye değil, okuyup adam olmaya geldim buraya” dedim, pek ilgilenmedim. Evden okula, okuldan eve…

Derslerimi başarı ile verip, diplomama kavuşma vaktim geldiğinde; işte o vakit, “nedenli” bir kaygı hissettim, ilk kısa sevinç sonrasında. O andan itibaren artık bir öğrenci değildim. Ailemin benim yükümü biraz daha sırtlanacak mecâli kalmamıştı artık. Kısa zamanda iş bulacağımı düşünerek rahatlamaya çalıştım mezuniyetimin ardından. Zaman kaybedecek zamanım yoktu. Hemen harekete geçtim... Mesleğimi icra edebileceğimi düşündüğüm işlerin bir listesini yaptım, eşe dosta haber saldım ve gazetelerden iş ilanlarını taramaya başladım sonra. İş hayatını öğrenmek, tecrübe edinmek ve ideallerimi gerçekleştirebileceğim yaşam standartlarına kavuşmak gibi düşüncelerim, beklentilerim vardı doğallıkla. Buradan hareketle birçok iş görüşmesine gittim ilk önceleri. Önce telefonla görşüp, randevu alır, ardından temiz pak giyinir yola revân olurdum...

Gittiğim yerlerde elime bir form tutuşturdular çoğu kez. Benden başvuru formundaki abuk subuk sorulara cevap vermemi istiyorlardı. Cevapladım; zor oldu ama yaptım. Sonra formu bir yetkili teslim alıyor ve beni daha sonra araycaklarını söylüyordu. Böyle birçok tecrübe edindim… Yavaş yavaş öğreniyordum bir iş görüşmesi esnasında nasıl davranmam gerektiğini, iş verenin gözüne nasıl girebileceğimi ve fakat işverenler bu durumun farkında değillerdi! Israrla iş, vermiyorlardı…

Evden sabah çıkıyordum, akşama kadar köşe bucak aranıyordum, soğuk sıcak demeden ve çoğu kez boş bir mideyle; hiçbirşey yemeden. Kapı önlerinde uzun kuyruklarda beklemdiğim de oldu, nereden aldığını bilmediğim yetkileri ile beni sınava tabii tutacak işverenleri. Önce yazılı, orada başarı gösterenlere sözlü sınav… İnsan kalabalığı burada da çıktı karşıma! Birlikte bekleştiğim insanlarla gide gele ahbap oluyordum; öyle oluyordu ki, bu sancılı bekleyişler bir veya iki hafta sürebiliyordu. Bu arada, ahbaplık elbette belirli bir çerçeveyi aşamıyordu. Neticede bizler aynı işe alınmayı bekleyen, birbirleri ile yarışan ve ölüm kalım mücadelesi veren rakiplerdik. Bu durumda sağlıklı ilişkiler kurmak pek güçtü…
Yazılı sınavları aşıyordum genellikle ve sıra mülâkat denen hadiseye geliyordu ki bu kısım kesinlikle daha zorludur! Adamlar beni karşılarına alıp türlü suâller soruyorlardı gerekli, gereksiz. Sanki, cennetin kapısından içeri girmek için bekleşen fânileri, sorguya çeken Tanrı’nın Adamları gibidir bunların hâli, tavrı. En basit işler için bile gitseniz, karın tokluğuna çalışacak bile olsanız yine de değişmiyor bu durum.
Ya tipimi beğenmediler, ya da doğduğum yeri, ya tecrübesiz buldular beni ya da fazla tahsilli. Yerleri paspaslamak için olsun, alın beni işe dedim, dinletemedim. Üzerine para vereyim dedim, biraz düşünelim biz seni ararız dediler,aramadılar. Türlü çeşit öz geçmiş hazırladım ki bazıları, benim bile değildi, yine de bir işe lâyık görülmedim. Kariyerden geçtim, acımdan ölmeyeyim dedim, olduramadım. En cilâlısından, en rutubetlisine onlarca iş verenle görüştüm,sayısını unuttum; adam sıfatına koymadılar beni.

Buradan yine ve ısrarla sesleniyorum!!! Sevgili iş verenler; istediğiniz kadar sömürebileceğiniz, kanını emebileceğiniz, üç kuruşa bir ömür boyu işe koşabileceğiniz ve siz bunları yaparken açlıktan ölmediği için Tanrı’ya şükredecek yeterince gönüllü “ücretli köle”niz var, biliyorum. Ama buna rağmen haykırıyorum! Beni de işe alın; ne olur? Ne iş olursa! Belirtmeme gerek yok ki, artık tükenmekteyim… Benim de elimden tutun. Beni de sömürün… Artık bıktım bu belirsizlikten, ne olacaksa olsun diyorum. Hayallerimden ve ideallerimden çok önce vazgeçtim zaten. İnsanlığımı da bir kenara bırakmaya hazır hâle getirdiniz beni. Yedek sanayi ordusunun bir neferi olarak ölmek istemiyorum.

Günün her saati işe koşabileceğiniz, uysal, başkaldırıdan zerrece hâzzetmeyen, yol-yemek-sigorta-sendika kelimelerini istediğiniz an, bir daha hatırlamamak üzere hafızasından silebilecek kâbiliyette, örgütlenme denince üç adım öteye kaçan fakat üç yabancı dil bilen, bilgisayar kullanabilen, hesap-kitap işlerinden, her nevî temizlik ve hamallık işlerine kadar geniş bir yelpazede hizmet sunabilecek ben gibi kendini yetiştirmiş bir elemanı, eli boş göndermeyin artık görüşmelerimizden.


Siz beni tanırsınız, ben sizi…
İşverenleriniz bol olsun!...

Hiç yorum yok: