30 Eylül 2009 Çarşamba

Mustafa Suphi'nin İzinde

Tüm dünyayla birlikte Türkiye'de de kapitalizmin çürümesine öte yandan sosyalizm için uygun şartların oluşmasına paralel olarak, ulusalcı reformcu sol ve sendikalar çürümüşlüklerini artık iyice gizleyemeyecek hale geldiler. Kendisine milliyetçi bir perspektif seçen, “yurtsever olmadan enternasyonalist olunmaz” diyen, ilkesiz siyaset yapan, kendi mücadelesine kendisi bile inanmayan küçük burjuva solu kapitalizmin krizi karşısında da, daha fazla “kendi küçük dünyamıza kapanalım” talebini yükseltiyor, krizin sadece hükümet politikalarının yanlışlığından kaynaklandığını söylüyor, sorunun kapitalizm içinde de çözülebileceği yanılsamasını yaratıyor.


Her ne kadar arada bir de olsa devrim ve sosyalizm nutukları atanlar aslında yaptıklarıyla kendilerini de yalanlamış oluyorlar. İçlerinde enternasyonalizm nutukları atan en son Pablocular var, ama onlar da şu dönemde gerçekte kim oldukları ortaya koydular. Kapitalizme karşı değil sadece hükümete karşı mücadele amacı taşıyan, ulusal çapta kalan bir üçüncü cepheyle sınırlı kaldılar. Ulusalcı, reformcu bir seçim programının altına imza atmakla kalmayıp bir burjuva partisinden de (DTP) seçimde aday oldular. Ve bütün bunları ne yazık ki Marksizm adına ve Enternasyonalizm adına yaptıklarını iddia ettiler.

Gerçek Enternasyonalizmin ve Marksizmin bu olmadığını bir örnekle açıklamak yerinde olur. Ve onlara verilebilecek en iyi örnek de Mustafa Suphi ve yoldaşlarıdır. Ne de olsa kendisi “yerli” bir devrimci olduğu için onunla yakından ilgilendikleri gibi, içlerinde Mustafa Suphi'ye methiyeler düzmeyen yok gibi. Halbuki onların savundukları ve yaptıkları şeylerin Mustafa Suphi'nin yaptıkları ve savunduklarıyla hiçbir ilgisi yok.

Mustafa Suphi ve yoldaşları Türkiye'deki ilk ve ne yazık ki şu ana kadar ki tek Marksist parti olan TKP'yi (şimdiki TKP ile karıştırmayınız) bizzat Komünist Enternasyonal'e bağlı olarak kurdular. Bu parti ilk olarak kendisini “dünya devriminin Türkiye ayağını örgütlemekle” görevlendirdi. Hiçbir zaman “ben kendi ülkeme bakarım gerisi beni ilgilendirmez” demediler, dünya devrimini bu topraklara da taşımaya çalıştılar. O dönemin TKP'si bir dünya partisine son derece bağlıydı ve dünya devrimi hedefindeydi. Hatta Mustafa Suphi “devrimden sonra İstanbul'u Enternasyonale başkent, Ayasofya'yı da merkez binası olarak” öneriyordu.

TKP, kurulduktan sonra hemen üyelerini Anadoluya yolladı ve halkın içinde(halk diyorum çünkü ortada çok küçük bir işçi sınıfı vardı) örgütlenmeye başladı. İnsanlara dünya devrimini, özgür bir dünyayı anlatıyordu. Ekim devrimini örnek olarak gösteriyordu. Ve bunu milli mücadeleye rağmen yapıyordu, çünkü biliyorlardı ki emperyalizm, kapitalizmin bir üst aşamasından başka bir şey değildir ve kapitalizme karşı mücadele etmeden emperyalizme karşı da mücadele edilemez. Yurt veya vatan savunusu denilen şey sadece egemen sınıfın çıkarlarına hizmet ediyordu. Bu yüzden onlar bir burjuva devleti değil, bir işçi devleti kurmak ve diğer ülkelerin işçileriyle birleşmek için işgale karşı mücadelenin önderliğini almaya çalıştılar.

Bugün baktığımızda Mustafa Suphi ve TKP'sinin bu yaptıklarının her bakımdan devrimci bir strateji olduğunu söyleyebiliriz. Suphi, sınıf mücadelesini her zaman ön planda tuttu, burjuva hükümete asla katılmadı, yurtseverliğe ve milliyetçiliğe asla prim vermedi, gerçek düşmanın dışarda değil içeride olduğunu asla unutmadı, her zaman bir dünya devrimi hedefi güttü, kurduğu parti Enternasyonalin şubesi olarak çalıştı. Onun ağzından dökülen şu sözler enternasyonalizmi ne kadar iyi kavradığını gösterir: “Yurdumuz dünya, milletimiz insanlık!”

Serdar Ö.

Hiç yorum yok: