Türkiye'nin uzun bir bekleyişten sonra Kyoto Protokolünü imzalaması, söz konusu protokolü tekrar gündemimize soktu. Ulusalcı solun ve liberallerin yıllardır “Kyoto'yu imzala” diye baskı yaptığı biliniyordu ve nihayet istediklerini aldılar. Peki Kyoto Protokolü ne öneriyor, bu, ekolojik tehlikeye çözüm olabilir mi ve hepsinden önemlisi çevre sorunu kapitalizm altında çözülebilir mi?
Kyoto Protokolü, 90'lı yılların başında 160 devletin bir araya geldiği bir konferansta, iklim değişikliğiyle ilgili bir protokolün gerekliliğinin vurgulanmasıyla başlayan bir sürecin ürünüdür. Sürecin devamında 1997 yılında Kyoto Protokolü ortaya çıkmış, 1998'de imzaya açılmış, 1999'da son halini almıştır. Fakat 2005 yılında yürürlüğe girebilmiştir.
Anlaşmanın içeriğine baktığımızda aslında anlaşmanın bir aldatmacadan öteye geçmediğini rahatlıkla görebiliriz. Hatta içerisinde öyle maddeler var ki anlaşma sanki ülkelerin karbon salınımlarının arttırılmasını teşvik ediyormuş gibi görünüyor. Kyoto Protokolü, karbon salınımını ortadan kaldırmayı değil, onu belirli sınırlara çekmeyi amaçlayan bir anlaşmadır. Dünya'nın 10 yıl içinde geri dönülemez bir duruma sürükleneceğini göz önünde bulundurursak, karbon salınımının ortadan kaldırılmasının önemini daha iyi anlamış oluruz. Söz konusu protokol her ülkeye belirli bir oranda kota vermekte ve ülkelerin karbon salınımlarının bu kotaları aşmamasını istemektedir. Fakat kapitalist dünyada karbon salınımının miktarı üretimin gelişmişliğiyle doğru orantılı olduğu düşünülürse, bu, ülkelerden üretimlerini kısmalarını istemek demektir. Zaten söz konusu anlaşmada bu nedenle pek çok “tuhaflık” var:
Ülkeler birbirlerine kotalarını satabilecektir. Bu, geri kalmış ülkelerin zaten ihtiyaç duymayacakları kotaları ihtiyaç duyan gelişmiş ülkelere satması anlamına gelmektedir ki karbon salınımının ana sorumlusu olan gelişmiş ülkelerin salnımlarının azaltılması yerine artmasını öngörür. Bu kotalar satılmasa bile üretim başka bir ülkeye aktarılarak sorun çözülebilir.
2) Gelişim sürecindeki ülkelere karbon salınımlarını arttırma hakkı tanınıyor, örneğin Rusya'ya 1990 seviyesinin %50'si Ukrayna'ya %150'si oranında artış yapılması hakkı tanınıyor. Bu resmen karbon salınımın arttırılmasını teşvik etmektir.
3) Çin ve Hindistan, her ne kadar anlaşmaya imza atmış olsalar da karbon salınımlarını kısmak zorunda değillerdir. Gerekçe ise bu ülkelerin küresel ısınmadan sorumlu ülkelerin arasında henüz bulunmamasıdır. Halbuki bu gerekçe gerçeği yansıtmıyor. Çünkü bu ülkeler dünyada en çok salınım yapan ülkeleri yakalamışlardır (hatta şu sıralar Çin, en çok salınım yapan ülke olan ABD'yi yakalamıştır, gelecekte de fark atması beklenmektedir). Bu maddenin gerçek anlamı şudur: Çin ve Hindistan küresel sermayenin en büyük yatırım alanlarıdır ve sermaye sınıfı bu ülkelerde daha çok yatırım yapacaktır. Dolayısıyla bu ülkelerin karbon emisyonlarının kısıtlanmasına karşı çıkmaları gayet normaldir.
4) Zayıf ve yaşlı ağaçların bulunduğu ormanlar yok edilecek ve yerlerine hızlı büyüyen, güçlü ve daha çok karbon çeken ağaçlarla dolu ormanlar yaratılacak. Hiç kuşkusuz ormanların çoğaltılmasına karşı değiliz. Fakat şunu sormak gerek: Ormanlar yenilenene kadar boş kalacak arazilerdeki canlıların durumu ne olacak, bu resmen doğayla oyun oynamaktır. Bu madde ile kapitalistler kendi üretim aranlarını daraltmadan yapılacak bir çözüm peşindeler.
Buna benzer daha pek çok saçmalık yine aynı anlaşmanın içinde mevcut. Ulusalcı sol bunlara hiç dikkat etmeden “Kyoto'yu imzala” diye haykırıyor. Halbuki bu anlaşma çevre sorununa hiçbir çözüm getirmiyor. Onların görmediği şey, çevre sorununa kapitalizm altında çözüm bulunamayacak olmasıdır. İnsanı sömürmekten çekinmeyen, her gün milyonlarca insanın kanını akıtmakta sakınca görmeyen egemen sınıf neden doğayı kirletmekte sakınca görsün ki? Fakat bizim solcularımız her türlü sorunun kapitalizm altında çözülebileceği ile kendisini şartlandırmış durumda. Öyleyse neden sosyalistsiniz diye sormak gerek, her şey kapitalizmin varlığı altında çözülebilecekse neden sosyalizm istiyorsunuz, ne için mücadele ediyorsunuz?
Sanayi üretimini kısmakla, tekrar ormanlara dönmekle, uçağa, trene, gemiye ve otobüse binmemekle, ürünleri boykot etmekle sorun çözülemez. Bu sadece tarihin tekerleğini geri çevirme çabasıdır ve içi boş bir çaba olmaya mahkumdur. Yapılması gereken çevreyi temizleyecek teknolojileri hemen kullanıma sokmak, çevreyi kirletmeyecek üretim teknolojilerini kullanmak, taşıtları doğayı kirletmeyecek teknolojilerle donatmak, temiz ve üretken enerji kaynaklarını kullanmak ve hepsinden önemlisi çevre kirliliğinin sonuçlarıyla mücadele etmekten daha çok sorunun nedeni olan kapitalizmle mücadele etmektir.
Günümüzde dünyayı kurtaracak çevreci teknolojiler mevcuttur. Nükleer güç alanında mevcut olan fisyon teknolojisi yerine doğayı kirletmeyecek füzyon teknolojisinin 40 yıl uzağındayız (40 yıl önce de 40 yıl uzağındaydık), sermaye maliyetli olur gerekçesiyle 40 yıldır bu teknolojiyi bekletmekte. Temiz ve yenilenebilir bir enerji kaynağı olan güneş enerjisi nanoteknolojinin de katkısıyla son derece ilerlemiştir. Fakat fabrikalar hala petrolle (ve hatta kömürle) üretim yapmakta, arıtma sistemleri ve bacalara filtreler kurmamaktadırlar. Araçlar çevreyi kirletmeyecek teknolojilerle donatılabilir ve günümüzde hali hazırda bu teknolojiler mevcuttur. Fakat petrol üreticileri doğal olarak buna karşı durmaktadırlar. Bunun daha kitaplar dolusu örneği vardır. Fakat patronlar maliyetleri gerekçe göstererek bunlarla ilgilenmemekte ceplerindeki her kuruşun hesabını yapmaktadırlar. Bu durum insanı sömürmekten ve öldürmekten çekinmeyen zihniyetin doğayı kirletmekten de çekinmeyeceğinin kanıtıdır. Biz Marksistler ise maliyetlere değil insanlığın ve dünyanın geleceğine önem veriyoruz.
Çünkü kapitalistler maliyetleri ileri sürerek çevreci teknolojilerden uzak durmaktadır. Kapitalizmin en temel dürtüsü kardır, kapitalistler için kar her şeyden önce gelir. İnsan hayatı ve doğal hayat, gezegenin geleceği onlar için önemsizdir. Zaten bugüne kadar sorunu kapitalizmin varlığı altında çözme girişimleri hep başarısızlığa uğradı, Kyoto Protokolü ilk değildi. Egemenler daha önce de pek çok anlaşmanın altına imza attılar ama hiçbirini uygulamadılar ve yırtıp attılar bu anlaşmaları. Kyoto Protokolü de öyle olacaktır. Zaten içinde bin türlü gedik olan bu anlaşma egemenlere ayak bağı olduğu zaman bir kenara fırlatılacaktır. Zaten bu anlaşmaları uygulamayanlara karşı hiçbir ciddi ceza yok.
Çevre sorunu sadece sınıfların ve sömürünün olmadığı bir dünyada çözüme kavuşmuş olacaktır. Elbette bu sorun tek tek ülkelerin sorunu değil bir dünya sorunudur. Her ülkenin kendi küçük dünyasında bu sorunu çözebileceğini kimse düşünmemeli. Sorun o boyutun çok ötesinde olup, tüm dünya iklimini ve ekosistemini ve yaşamını tehdit etmektedir. Küresel bir çözüm gerekli ve bu çözüm de kapitalizmin dünya çapında tasfiyesi olmalıdır. Küresel iklim değişiklikleri, dünya çapındaki çevre kirlilikleri, pek çok canlı türünün tehlikede olması bir dünya devriminin gerekliliğinin kanıtlarından sadece bir kaçıdır.
Serdar Ö.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder