Aylardan Ekim’di. Kongre için memleketin dört bir yanından gelmiş arkadaşlarla yorgun bir günün sonrası vedalaşıp evlere dağıldık. Ankara dışından gelen arkadaşlar bizi de birlikte bir şeyler yiyip sohbet etmeye Faruk’la Salih’in evine çağırmıştı. Bilseler dostlarını, yoldaşlarını, arkadaşlarını ölüme davet ederler miydi hiç? O gece o bekar öğrenci evinde yedi heyecanlı genç, partilerini tartışacaktı.
Ertesi sabah hepsinin katledildiğini öğrendik. Biri ağır yaralı hastaneye kaldırılmıştı. Yaşadıkları o geceyi, aklımızı kaçırmamaya çalışarak dinledik, anlattık. Sağ kalan arkadaşımızı ziyaret edip onun hayatta kalması için kendi tanrılarımıza duacı olduk. O gün tiyatro sahnesi olan kültür merkezinde toplandık. Hepimiz sersemlemiştik. Vurgun yemiş balıklar gibi birbirimizin yüzüne bakıyor, göz göze gelemeden o yoğun acı anlarının evcil fısıltılarına sığınarak birbirimizden ateş istiyor, çay yapıyor, hayat kazanmış gibi davranıyorduk. Koskoca bezleri boyuyor, altı arkadaşımızın resimlerini yan yana o bezlere şablonlamaya çalışıyorduk. Yarın yürüyüş yapacağız. Onların dev resimlerinin altında haykıracağız. Ağırbaşlı, sessiz, donmuş kalmış bir yığın gencin görevi o gece sabaha kadar pankartları yetiştirmek. Kimsenin uykusu gelmiyor. O koskoca salonda onca insan neredeyse çıt çıkarmadan çalışıyoruz. Metanetiyle ölü evlerini çekip çeviren uzak akrabalar gibi değil. Bir kabusu sabırla tüketip topluca uyanmayı bekleyen uyurgezerler gibi. Arada bir hıçkırık yükseliyor. Kimse başını kaldırıp kimin ağladığını görmek istemiyor. Bezleri geriyoruz. Üstünden atlıyor, fırçaları her zaman tuttuğumuz gibi tutup her zamanki el hareketleriyle bir görevi vaktinde yetiştirmeye çalışıyoruz. Şablon çıkaranlar kimi yüzlerin yeterince benzemediğine karar veriyor, her zamanki gözleriyle tartıp biçiyor, yenisini oyuyor. Herkes birbirine fazlasıyla iyi ve yumuşak davranıyor. Herkes birbirini kolluyor. Neredeyse bu geceyi hayatımızın herhangi bir gecesi gibi yaşamaya yemin etmişiz. Ölüm bizden çok uzak bir ülke. O ülkenin adetleri farklı. Oranın adetlerini bilmiyoruz. Hepimiz çocuksu bir dalgınlıkla başka bir zamanın içinde dönüp duruyoruz. Aynı ekipte çalıştığım en yakın arkadaşım eline bir süpürge aldı. Koskoca salonu süpürmeye koyuldu bile. İzmaritler, bez parçaları, bambaşka bir dünya olan dünün tozu. Bir an eğilip yerdeki bir gazete parçasına dikkatle bakıyor. Yüzü karışıyor. O som sessizliği onun çığlığı yırtıyor: “Hiii! Jacques Brel ölmüş.”Ölümün anonim yüzü
Demek yedi arkadaşımızın işkenceden geçirilerek altısının katledilmiş, bir arkadaşımızın da can çekişiyor olmasını henüz kabul edememiştik. Hâlâ derin bir acı ve utançla hatırladığım o çığlık anı, vahşete karşı ayakta kalabilmenin insani bir koşulunu işaret ediyor. Ölümü uzağa, hep daha uzağa iten akıl, o zamanlar deli gibi sevdiğimiz Brel’in ölümüne yakalanıyor. Altı dostunun ölümünü yok sayan akıl. Artık o arkadaşlarımızla birlikte yürümek, afişe çıkmak, heyecanla tartışmak, Jacques Brel dinlemek yok. Evlerinde bir tane silah çıkmamış, hiçbir silahlı eyleme girmemiş yedi gencin katledilmesiyle hayat sertçe vites değiştiriyor; onu açıklamak, ‘teorize’ etmek için çırpınan çocuklar bir çırpıda büyüyor.
Latif Can, Faruk Ersan, Efraim Ezgin, Salih Gevenci, Hürcan Gürses, Osman Nuri Uzunlar, Serdar Alten. Adlarını bir solukta saymak bile güç. Onların adlarını bilen kaç kişi kaldı 20 yıl sonra? Onlar kahraman olamadan katledildiler. Bu yüzden adları anılara kazınmadı. Onlara “Bahçelievler’de katledilen 7 TİP’li” dendi. Belki bir kez olsun tek tek anılmadılar. Onların katliamı, devletin içindeki varlığı yakın geçmişte ayyuka çıkan çetenin desteğiyle gerçekleştirilmiş en kanlı eylemdi. Ölümleri vahşetin en vurucu tanımı olarak tarihe geçen yedi genç sonsuza dek ‘7 TİP’li’ olarak anılacak. Tarihe kanlı bir virgül oldular çünkü. Kimliklerini, bedenlerine uygulanan zulümle edindiler. Yedinci genç, Serdar, yaşanan vahşeti anlatmak için bir süre daha kaldı aramızda. Kayıt düşmek için. Kısacık bir süre için ölümden dönüp yaşayanlara ölümü, kıyımı, laneti anlatan mitolojik bir kahraman gibi. Saatler süren katliamın ayrıntılarını kimse hatırlamak istemeyecek. Kimse insanın insana reva görebileceği vahşetin sınırlarını hatırlamak istemez çünkü. Korkuya yenilip çekip gitmemek için; hayatta kalabilmek için Latif’in, Faruk’un, Efraim’in, Salih’in, Osman’ın, Hürcan’ın, Serdar’ın ölü bedenlerini, o uğursuz fotografları hatırlamak istemeyecek kimse.
Katilin şaşkınlığı
Haluk Kırcı, 17 Kasım 1980 tarihli, el yazısıyla verdiği ifadede kibirli ve kendinden hoşnut bir dille katliamı en ince ayrıntılarıyla ballandırıyor, ifadesini de şu cümlelerle bitiriyordu: “...ertesi gün silahı Abdullah Çatlı’ya verdiğini ve bilahare Erzurum’a gittiğini... Türkiye’nin iç savaşa sürüklendiğini, bekleyiş içine girdiğini, 12 Eylül’de Türk ordusu idareye el koyunca rahatladığını, Türk milliyetçileri olarak tarihi misyonlarını tamamladıklarını, itirafını samimi olarak yaptığını, baskıya maruz kalmadığını, inandığı uğurda mücadele ettiğini, son söz olarak şeriatın kestiği parmak acımaz dediğini beyan etmiştir...”
Türk milliyetçilerinin tarihi misyonu, bacı hanımın da ‘aççık ve net’ olarak belirttiği gibi şerefine şeref katmak için katliamlar gerçekleştirmektir. ‘Türklük tarihi’nin en büyük iki katili Çatlı ve Kırcı’nın ortaklıklarının ürünü olan Bahçelievler katliamı da Türk milliyetçilerinin şeref defterine altın harflerle kazınmıştır.
Haluk Kırcı, sırrı hâlâ çözülememiş bir cevvallikle 12 Eylül’ün hemen ardından yakalandı. Çatlı, ola ki yakalanırsa hep tutarsız ifadeler vermesini salık vermişti. Kırcı, onun sözünü dinledi. Ama Muhsin Yazıcıoğlu’ndan da, zaten hareketten kopmuş olan Çatlı’yı amansızca suçlaması gerektiği talimatı almıştı.
Kırcı, 1988 yılında yedi idam cezası aldı. Ertesi yıl da muhteşem bir ‘yanlışlıkla’ şartlı tahliye edildi. Dönemin Adalet Bakanı Seyfi Oktay’ın itirazı sonucu tutuklama kararıyla 1992’de aranmasına başlandı. Oysa anlaşıldığı kadarıyla onun saklandığı filan yoktu. O, çoktan devletin en değerli tetikçilerinden, şerefli zevattan biri olmuştu. Bu kez gerçekten vahim bir yanlışlık sonucu 1996’da İstanbul’da, kaçmazken yakalandı. Kimlik kontrolüne takılmıştı. Asayiş Şubesi’ne getirildiğinde cebinde en güçlü silahı taşıyordu. Dönemin Adalet Bakanı, Susurluk patronu Mehmet Ağar’ın tavassut notunda ‘Bu arkadaşa yardımcı olun, nezarete atmayın’ yazdığı; notu alan polislerin sayın bakanı arayarak emrini teyit ettirdikleri söylendi. Firarla ilgili davada, sonradan beraat eden polislerin bu ifadesi, Ağar tarafından doğal olarak yalanlandı. Nitekim adliyeye sevk edilmeden bir hafta boyu polisler tarafından pohpohlandıktan sonra Kırcı, ‘kimliği belirsiz’ iki kişinin yardımlarıyla Asayiş Şubesi’nden kaçtı.
......Devlete açılan tazminat davası ‘zaman aşımı’ gerekçesiyle reddedildi. Yüce Türk devleti, katillerini koruduğu, beslediği, kullandığı kanıtlanmış olan katliam konusunda köşeye sıkıştırılınca “Ohooo. Geçmiş olsun şekerim” diyor. “Geç kaldınız.” MİT ve Başbakanlık Teftiş Kurulu, 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nin ısrarlı taleplerine rağmen Susurluk raporlarını mahkemeye göndermiyor. Davayı açıkça sabote ediyor. Katiller beraat ediyor. Yanlışlıkla yakalanıp serbest bırakılıyor. Katillerin kibri, kendilerine büyükleri tarafından yakıştırılan şerefin şişirmesi. Memleketin gururlu katilleri, gözümüzün içine bakıp “Henüz işimiz bitmedi” diyor. Onların menkıbeleri yazılıyor hâlâ. Onlar, hayatımız hakkında söz sahibi. 20 yıl önce Bahçelievler’de akan kanı ellerinden yıkamaya niyeti yok devletimizin. Katiller ne kadar gurur duysa yeridir.
Not: Bu yazı 1999 yılında yazıldı. Çillerli, Yazıcıoğlulu günler. Katliamın üstünden 30 yıl geçti. Katliamcılar hâlâ kahraman.
Yıldırım Türker
Radikal İki'den alındı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder