Türkiye
Türkiye'de 60’lı yıllar, önceki dönemlere göre, sanayileşmenin içeriği, yatırımların dağılımı bakımından farklı özellikler taşıdı. Döneme damgasını vuran ekonomik yöneliş dünyayla paralel ulusal-kalkınmacı bir ekonomi politikasıydı. Bu dönemde, 50'lerin sonunda başlayan, yerli sanayinin gelişmesine dayalı ithal ikameci politika gelişerek devam etti. Demokrat Parti iktidarına karşı girişilen 1960 askeri darbesi, bir yıl sonra hazırlayacağı anayasayla sanayi burjuvazisinin çıkarlarına uygun bir yapı geliştirecekti. Bu gelişmeye bağlı olarak, -kazanılana kadar kağıt üstünde kalan- grev hakkını da içeren toplu pazarlık sistemi ve sendikalaşma, belirli sınırlara kadar kapitalistler için de artık kabul edilebilir bir gerçeklik olmuştu.
Türkiye'de 60'lı yıllar yoğun bir kırdan kente göç ve proleterleşmeye denk düşer. Türkiye işçi sınıfının aynı dönemde bir sınıf olarak tarih sahnesine ağırlığını koyması rastlantı değildir. Bu yıllarda sanayi sektörünün milli gelir içindeki payı sürekli artmıştı. Bu pay 1927’de %14,4 iken 1962’de %22,5’e ulaşmıştı. Sanayinin gelişmesi işçi sınıfının da gelişmesine yol açıyordu. 1927’de sanayi sektöründe çalışan işçi sayısı 450.000 iken 1962’de 1.300.000’e ulaşmıştı.
1960’lı yıllar özellikle İstanbul, Ankara, Adana, İzmir, İzmit, Bursa, Aydın gibi şehirlere kitlesel göçün, yoğun proleterleşmenin, sendikalaşmanın ve sınıf mücadelesinde sertleşmenin yaşandığı bir dönemdi. 1963 yılında toplam ücretlilerin iktisaden faal nüfusa oranı %21,6 iken, bu oran 1971 yılında %29,2’ye yükselecekti.
TİP
Toplumsal yaşamda ağırlığı hızla artan işçi sınıfının siyasi örgütlenmesi sorununun gündeme gelmesi kaçınılmazdı ve 1961 yılında 12 sendikacı tarafından Türkiye İşçi Partisi (TİP) kuruldu. İlerleyen yıllarda dönemin sınıf mücadelelerinden doğrudan etkilenecek olan TİP'in kuruluş amacı, sendikalar tarafından yürütülen işçi sınıfının ekonomik mücadelesini, bir siyasal parti ile parlamentoya taşımak ve bu yönde reformlar için mücadele etmekti.
Birkaç yıl içinde işçi sınıfının mücadelesinin de gelişimiyle birlikte TİP bir çekim merkezi haline gelmiş, dönemin sol aydınlarını ve gençliğini kendi bünyesinde toplamıştı. Özellikle Mehmet Ali Aybar'ın başkanlığa seçilmesiyle birlikte sosyal-demokrat bir kimliğe bürünmeye başlayan TİP'in, işçi sınıfı önderliğinde sosyalist bir devrimi merkezine koymadığını belirtmek gerekir. 1964 yılındaki kongrede kabul edilen program, kapitalizmin köklerine saldırmayan, “kapitalist olmayan kalkınma yolu”nu benimseyen bir programdı. İlerleyen yıllar, TİP'in parlamenterizm/reformizm pespektifinin, içindeki tüm unsurları kapsayamayacak bir temel olduğunu gösterecekti. TİP’in bu temel üstüne oturması ve bundan sapamaması, sonrasındaki toplumsal kırılmalarla birlikte, içindeki sol unsurların hızla TİP’ten kopmasını getirecekti.
İşçi Mücadeleleri ve DİSK
60'lı yıllar işçi sınıfının mücadelesinin artan sürekliliğini taşır. Saraçhane mitingiyle başlayan bu süreç, Kavel grevi ve diğer militan mücadelelerle 15-16 Haziran 1970 günlerine kadar tırmanmıştır. Bu süreçte işçiler 1961 Anayasası’nda yer alan ama kağıt üstünde kalan haklarını mücadele ederek gerçekliğe dönüştürdüler.
İşçiler, 1960’lı yıllarda grev ve ücret artışı gibi taleplerle yoğun bir mücadeleye giriştiler. Bunun ilk örneği Saraçhane mitingi oldu. 100 bin işçinin katıldığı mitingin ana talebi sendikal özgürlüklerin genişletilmesiydi. Yine, 60 öncesi dönemde işçi ücretlerinin düşüşte oluşu, bu dönemde ücret artışı ve grev talebini de doğrudan ön plana çıkardı ki bu, asıl olarak iç talebin arttırılmasını üzerine kurulu sermaye birikim modeline uygundu.
Grev hakkının yasallaşması, 1963 Kavel grevi ile gerçekleşti. 1961 anayasasında yazılı olmasını karşın, fiilen hala yasak olan grev hakkını işçiler bizzat greve çıkarak kazandılar. Kavel grevinin talepleri ücret artışı ve işten çıkarılan 5 sendika işyeri temsilcisinin işe geri alınmasıydı. 36 günlük mücadelenin sonunda hem grev başarıyla sonuçlanmış, hem de grev hakkı kazanılmıştı. 1960-63 yılları arasında irili ufaklı birçok grev ve direnişe tanık olundu. Ancak mücadelenin yükselişi asıl olarak 60'ların ikinci yarısında olacaktı. 1965-66 yıllarında 400'ü aşkın fabrikada 20 bin işçi greve çıkmıştı. İlk yıllarda küçük fabrikalarda yoğunlaşan mücadele artık büyük fabrikalara sıçramış ve giderek sertleşmeye başlamıştı. İşçi sınıfının tabandan gelen büyük basıncıyla sürdürülen bu mücadeleler Türk-İş yönetiminin uzlaşmacı tutumuyla birlikte Türk-İş'te bir parçalanmayı dayattı.
İşçilerin tabandan gelen itkisinin büyük gücüyle bu dönem birçok sendika grev, direniş ve eylemden yana tavır koymaya yönelmişti. Türk-İş bürokrasisini kaygılandıran bu durum, sözü geçen sendikaların ihracına yol açmış, Türk-İş içinden yeni bir konfederasyonun çıkacağını göstermişti. Bunda, 1961 yılında TİP'i kuran sendikacıların etkisi de büyüktü.
Paşabahçe grevinde, Türk-İş yönetiminin patronla uzlaşma çabasına karşın işçiler grevi sürdürdüler. Türk-İş yönetiminin buna karşı sert tepki vermesi (cezalandırma gibi) diğer sendikalardan da tepki görmüş ve onların da cezalandırılmasıyla sonuçlanmıştı. Aslında bu, Türk-İş yönetimin tabandan gelen hareketi engelleme yönünde son ve nafile çabası olmuş, bu olayların sonucunda 1967 yılında Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) kurulmuştu.
Sınıfın doğrudan hareketinin ürünü olan DİSK, yapısı itibariyle Türk-İş'ten farklı değildi, ancak onu ileriye iten dinamik bizzat sınıfın mücadelesi oldu. 15-16 Haziran 1970 günlerine kadar DİSK yönetimi mücadelenin önünde sürüklenmiş, küçük çaplı direnişlerde yönetimin engelleme çabaları işçilerin mücadelesiyle aşılmıştı. Ancak işçi sınıfının genel bir direnişle 15-16 Haziran günlerini yaratması, DİSK bürokrasisinin de gerçek niteliğini ortaya koymuş oldu.
Öğrenci Hareketi ve İkamecilik
İşçi sınıfının bu eylemleri sürerken öğrenci gençlik de hareketleniyordu. Dönemin yükselen öğrenci hareketinde, TİP üyelerinin kurduğu Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF), gençliğin en ileri unsurları için önemli bir araç haline gelmişti. Öğrenciler üniversite reformu talebiyle Ankara ve İstanbul’daki büyük üniversitelerde boykotlar başlattılar. Üniversiteler işgal edildi. TİP'in seçim odaklı politaları doğrultusunda köylülere gidildi, köylü direnişlerine destek verildi. Burada köylülüğe verilen önem ön plana çıkmaya başlıyordu. Direnişe giden köylülerin toprak sahibi köylüler olması ve asıl olarak devletten ekonomik korumacılık istemeleri hiçbir şekilde gözönünde bulundurulmadı.
Dönemin gençliğine egemen olan politik yöneliş Kemalizm ve TKP'nin etkisiyle Stalinizm olacaktı. Bu dönemde öğrencilerin, işçi sınıfının bağımsız politik mücadelesi, Marksist parti/enternasyonal ve sosyalist dünya devrimi gibi temel Marksist ilkelerden oldukça uzak olduğunu söylemeye gerek yok. Onlar, asıl olarak “tam bağımsızlık” şiarıyla “Türkiye'nin kurtuluşu” mücadelesine odaklanmışlardı. Bu yöneliş üretimde kapitalizmin, siyasal iktidarda burjuvazinin egemen olduğu bir ülkede Milli (burjuva) Demokratik Devrim (MDD) mücadelesinde cisimleşti.
Bunun tipik örneklerinden biri Hüseyin Cevahir, Deniz Gezmiş gibi öğrenci hareketinin liderlerinin içinde olduğu Samsun'dan Ankara'ya yapılan Mustafa Kemal Yürüyüşü idi. Yürüyüşün amacı “emperyalizmi, işbirlikçilerini ve Atatürk ideallerini halka anlatmak”tı.
Bu dönem öğrencilerin eylemlerine damgasını vuran “anti-emperyalizm” elbette ki anti-kapitalizm anlamına gelmiyordu. Bu Türk milliyetçiliği üzerinden şekillenen Stalinizmin geleneksel söylemiydi. Stalinist aşamalı-devrim mantığı, önce “milli” burjuvaziyle birlikte “emperyalizmi ve işbirlikçilerini” hedef alarak “bağımsız bir Türkiye” oluşturmayı önüne koymuştu. Bu yalnızca yaşadığımız topraklara özgü bir yöneliş değildi, Stalinizmin birçok ülkede işçi sınıfını ve gençliği burjuvaziye yedeklemesinde başlıca argümandı bu.
TİP'in parçalanışında ise, onun reformist kimliğinin radikalleşen gençliği tutmaya yetmemesinin yanı sıra, asıl olarak Mihri Belli önderliğindeki sol cuntacıların MDD hareketini başlatmaları yatıyordu. Bu süreçte FKF 1969'da Dev-Genç'e dönüşecek ve TİP'ten kopacaktı. Kemalizme yıllarca göbekten bağlanmış olan ve SSCB'nin sözünden çıkmayan TKP geleneğinin orduya devrimci roller atfetmesi dönemin gençlik mücadelelerine damgasını vurdu. “Ordu öğrenci el ele” dönemin önemli sloganlarından biriydi. İkamecilik anlayışına gelince; burada orduya da önemli roller atfedildi. Devrime önderlik edecek gücün ordu olduğu bu dönem savulanlardan biriydi. Bir sol darbeyle emperyalizme karşı “tam bağımsızlık” elde edilebileceği görüşü savunuldu. Öğrenci hareketinin bugüne bıraktığı değerli mirasların (üniversite işgalleri, grev ve direniş ziyaretleri vd.) yanında dönemin egemen “sol” görüşünün onların politikalarını doğrudan biçimlendirmesi, işçi sınıfından bağımsız “kurtarıcı” eğilimlerin egemenliğine yol açacaktı.
TİP'in reformizmine tepkisel olarak ortaya çıkan gerillacılık akımını, dönemin dünyası göz önünde bulundurulmadan kavramak mümkün değildir. Maoculuk, Küba devrimi ve o yıllarda devam eden Vietnam ulusal kurtuluş mücadelesi dönemin gençliğini doğrudan etkilemiş ve bu, ikamecilik anlayışında ifadesini bulmuştu. 1968-69'da doruk noktasına ulaşan öğrenci hareketinin de geri çekilmeye başlaması, Dev-Genç içinde örgütlü gençlerin kendi yollarını çizmeye; işçi sınıfına ve kitle hareketine sırtlarını dönüp küçük gerilla grupları halinde “devrimi gerçekleştirmek” için mücadeleye girişmeye itti. İtti diyorum, ancak bu, söz konusu yönelişin gerçekten doğru ve o dönem için geçerli olduğunu ifade etmek için değil.
İbrahim Kaypakkaya dışında Kemalizmin etkisinden çıkamayan Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan önderliğindeki hareketler, aynı Kaypakkaya gibi sosyalist olduklarını ifade etmelerine karşın, işçi sınıfından kopmuş ve onun mücadelesine sırtlarını dönmüşlerdi. Onlar, ya Türkiye'nin feodal olduğu tezinden yola çıkıp kırlardan gerilla savaşını başlatma yoluna (köylülüğe) yöneldiler, ya da Çayan'ın yaptığı gibi, bir suni denge olduğunu öne sürerek ve tüm sorunun bu dengenin bozulması olduğunu belirterek, bunu bozacak olanın da şehir gerillası (küçük silahlı gruplar) olduğunu savundular. Halk –işçi sınıfı bile değil- bunun ardından “siyasal iktidarı alacak”tı. Çayan, “işçi sınıfının ideolojik önderliği” diyordu. Yani, yalnızca düşüncede öncülük pratikte ise öncü (kurtarıcı) şehir gerillasıydı (!). Kaypakkaya'ya göre “devrimin temel gücü köylülük”tü. Bunun için kır gerillası başlatılmalıydı. İkameci yaklaşımlara sanırız en iyi yanıtı 15-16 Haziran 1970 işçi direnişi verdi, ancak bu da gençlik liderlerinin gerilla mücadelesine girişmelerini önlemeye yetmemişti.
Marx, “İşçi hareketi varolan toplumun en sert biçimde eleştirisine dayanır, eleştiri onun yaşam öğesidir. Böyle olunca kendi kendisini eleştiriden nasıl kaçabilir. Tartışmayı nasıl önlemek isteyebilir.” demişti. Geçmişin en yalın bir şekilde yapılacak değerlendirilmesi, bugünü inşa etmenin başlıca yoludur. Uğruna giriştikleri mücadelelerde öldürülmüş devrimcilere ağıt yakmak ne kadar saçmaysa onları tabulaştırmak da bir o kadar saçmadır. Kısacası şu ki, işçi sınıfının ne bir kurtarıcıya ne kahramanlara ihtiyacı var. Onun kurtuluşu kendi eseri olacaktır...
Sonuç olarak, dönemin öne çıkan üç gençlik liderinin de burada ancak temel hatlarının çizilerek gösterilebildiği kadarıyla işçi sınıfı mücadelesiyle ve Marksizmle bütünleşmedikleri (dönemin en kabul gören teorisylenleri Stalin, Mao, Kastro, Che, Mihri Belli, Doğan Avcıoğlu, Hikmet Kıvılcımlı ve Dimitrov'du); devrimci enternasyonalist bir işçi sınıfı partisi örgütlemeye girişmedikleri ve sınıf içerisinde örgütlenmedikleri ortada. Onlar, bunun yerine, kendini işçi sınıfı ya da halkın yerine ikame ederek onu kurtarmaya çalışmışlardır. Marksizmle ve işçi sınıfıyla hiçbir ilişkisi olmayan bu akımın, kent ve kır küçük burjuvazisi ile gençlik içinde artan etkisi, Marksist teoriyle donanması durumunda işçi sınıfının en etkili gücü olabilecek binlerce gencin burjuva devlet tarafından öldürülmesine ya da cezaevlerinde çürümesine yol açacak; sosyalist devrim mücadelesinin gerillacılıkla özdeşleşmesine hizmet edecekti.
Yararlanılan kaynaklar:
Türkiye Solu – Ergun Aydınoğlu
SSS-Sosyalizm web sitesi
İşçiler ve Toplum dergisi sayı 1, 1987
prometheus
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder