3 Ekim 2009 Cumartesi

Sivas Katliamı’nın Yıldönümü Yaklaşırken

'Firavunlar Mısır'da tabletleri kırdılar, yaktılar; Hitler orduları Avrupa'daki bütün kütüphaneleri yağmaladılar. Ama dünya tarihinde böylesi bir olaya çok az rastlanır. Ben bilmiyorum. Düşünen insanları bir binaya toplayıp üzerine benzin döktüler'; işte böyle diyordu 2 Temmuz 1993 Sivas Katliamı'nın ardından yüreği yalnızca 5 gün dayanabilen büyük usta Rıfat Ilgaz. Usta haklıydı, böylesine az rastlanırdı. Bir insan ömrü yetersizdi böylesi katliamlara birden çok kez tanık olmaya. Ama dünyanın her köşesinde, hele ki bu coğrafya üzerinde katliamın, kıyımın, vahşetin çok türüne tanıklık etti insanlık, tarih boyunca.

Sivas Katliamı üzerine bugüne kadar çok şey yazılıp çizildi, çok şey söylendi. Yakılarak katledilen birbirinden değerli, yaratıcı, üretici insan arkasından farklı duyarlılıklardan hareketle, yaşanan vahşetin unutulmaması, sonrasında yaşanan gelişmelerin açığa çıkarılması, katliamı gerçekleştiren saldırganların cezalandırılması için mücadele verildi, mücadele sürüyor. Bu çabaların hiçbiri diğerinden değersiz, gereksiz değildir. Ama genelde üzerinden atlanan asıl sorun yaşanan vahşetin nedenleri, katliama zemin hazırlayan gerici-faşist ideolojinin, bu ideolojinin emrindeki tetikçilerin ve bekçi köpeklerinin beslendiği kaynaklardır. Vurgu yapılması gereken ve ısrarla hatırlatılması gereken de budur. Çünkü bu sorunun üzerinden atladığımızda gidenlere ağıt yakmaktan, yeni kıyımları beklemekten başka bir şey gelmez elimizden.



Dünya kapitalizminin ekonomik kriz nedeniyle içinde bulunduğu durumu bu sayfalardan defalarca kez ifade etmeye çalıştık. Kapitalizmin krizinin toplumsal alt-üst oluşlara giden yolun taşlarını döşediğini, bu yolun da toplumsal devrimin ana güzergahı olduğu tespitini yaptık. Buradan hareketle şunu belirttik; toplumsal alt-üst oluşlara giderken, sisteme karşı yükselen bilinçli ya da kendiliğinden muhalefeti, sosyalizm mücadelesinde doğru kanala akıtmak için Marksist Devrimci bir önderliğe ihtiyaç vardır. Meseleyi bu şekilde ortaya koyduktan sonra şunu unutmamak gerekiyor; kapitalizmin krizleri sosyalist devrimin ön koşulu olduğu gibi, bunun yarattığı fırsat değerlendirilemiyorsa krizin neden olduğu yoksulluk, işsizlik, küçük burjuvazinin ekonomik iflası gibi nedenler gericiliğin ve hatta faşizmin yükselişinde önemli bir rol oynar. Geleceğe dair umudunu kaybeden, sefaletin pençesinde çırpınan kitlelerin din ve milliyetçilik zehriyle uyuşturulması ve bunun yine ekonomik kriz sonucu yükselişe geçen sınıf mücadelelerine karşı bir silah olarak kullanılması söz konusu olur. Sivas Katliamı'nın yıldönümüne bir aydan fazla bir süre olmasına rağmen bu yazının gerekli görülmesinin en önemli nedeni de budur.
2 Temmuz 1993
Öncelikle o günlerde yaşananları bir kez daha hatırlamakta fayda var. 1-4 Temmuz tarihleri arasında düzenlenecek olan Pir Sultan Abdal Şenlikleri'nin dördüncüsü için, içerisinde yazarların, şairlerin, ozanların, ressamların, karikatüristlerin de bulunduğu yüzlerce kişi kente gelir. Şenlikler için hazırlanan program konferanslar, söyleşiler, konserler, kitap ve fotoğraf sergileri gibi çeşitli etkinliklerden oluşmaktadır. Şenliklerin ilk gününde halkın ilgisi ve katılımı oldukça yoğundur. Aziz Nesin, Asım Bezirci, Metin Altıok, Behçet Aysan, Muhlis Akarsu, Nesimi Çimen, Hasret Gültekin gibi kendi alanlarında oldukça önemli insanlar etkinliğin konuklarındandır. İlk gün herhangi bir sorun yaşanmadan geçer. Ne olduysa ikinci gün olmuştur. Daha önceden hazırlandığı bilinen ve "din düşmanlarına karşı cihat" ilan eden bildiriler el altından dağıtılır, Sivas'ın gerici-faşist eğilimli yerel gazetelerinde halkı tahrik eden yazılar kaleme alınır ve en önemlisi günlerce öncesinden çevre illerden kente getirilen dinci militanlar o güne kadar misafir edilmişlerdir. Her şey planlıdır. Her şey daha önce Maraş'ta yapılanlar gibi örgütlü biçimde yapılmıştır. Gereken yerlere haber ulaşmıştır ama gereken önemler nedense alınmamıştır.
O gün (2 Temmuz), Cuma namazı çıkışında toplanan küçük gruplar birleşerek, sloganlar eşliğinde yürüyüşe geçerler. Yüzlerce kişiyi etrafında toplayan gruba dışarıdan sürekli katılım olur. Önce Kültür Merkezi önünde durulur ve içeridekiler tehdit edilir, sloganlar daha da saldırganlaşır. Henüz devlet tarafından önlem alınmamıştır. Gerici-faşist grup genişlemektedir ve sayıları on bine yaklaşırken artık Madımak Oteli önüne varmışlardır. Binlerce gerici-faşist, insanlığı çoktan geride bırakmış ve tanrıya kurban edecekleri canları otelin içinde bulmuşlardır. Otel önündeki araçlar yakılır, sloganlar devam etmektedir. Devletin güvenlik güçleri seyir halindedir, yaşananları seyretmektedirler. Ne polis, ne jandarma, ne Ankara müdahale eder duruma.
Kurban isteyen grup taş olup yağar otele, beze sarılı taşlar kurbanın canı yanmasın diye değil, ateş sönmesin diyedir. Ateş sönmez, benzine bulanmış taşlar da alev alır, otel hem içerden, hem dışarıdan yanmaktadır. Pir Sultan'ı anmak için kente gelenler, onu asanların izleyicileri tarafından yakılarak, dumandan boğularak katledilmektedir. Anlık değil, saatler süren bir kıyımdır yaşanan. Polis izler, asker izler. Vali, Belediye Başkanı, İçişleri Bakanı, Başbakan, Cumhurbaşkanı izler, iktidar ve muhalefet bu konuda anlaşma içindedir. Devlet sadece izler... Dönemin başbakan yardımcısı Erdal İnönü’nün hükümet ortağı partisi SHP de, yıllardır Aleviler’in oylarına gösterdiği hassasiyeti, Sivas Katliamı sırasında her nedense gösterememektedir, yaşananlar karşısında tepkileri “vah vah, çok yazık oldu”nun ötesine geçmemiştir. Kemalizm ile harmanlanmış sosyal demokrasinin iki yüzlü karakteri bugün olduğu gibi o gün de kendisini gizleyememiştir.
Bir kez daha söyleyelim, o gün öğleden sonra başlayan "olaylar" akşam saatlerine kadar sürer. Toplumsal olaylara müdahalede şanını bildiğimiz devlet, gerici-faşist güruha karşı oldukça anlayışlı davranmıştır. Söz konusu olan işçiler, öğrenciler, devrimciler olduğunda vurduğu yerden ses getirenler, keyifle izlemişlerdir düzenlenen bu Ortaçağ ayinini...
Katliam sonucunda 35 kişi yanarak veya dumandan boğularak ölmüştür, onlarca insan yaralanmış ve ölümle burun buruna gelmiştir. Devlet bu noktada otoritesini göstermiş ve her şey olup bittikten sonra "duruma müdahale etmeyi bilmiştir".
Katliam Sonrası Yaşananlar
2 Temmuz günü yaşananları kısaca aktardıktan sonra yine kelimelerin gerçekliği ifade etmekte yetersiz kalacağı sonraki sürece değinmeye çalışalım. Katliamın ardından, devlet katından açıklama gecikmedi. Dönemin Cumhurbaşkanı Demirel eski geleneği bozmuyordu. Daha önce "Bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz" diyen zihniyet şimdi de "Halkla güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmeyiniz" diyordu. Halk diye tarif edilen elbette katliamı gerçekleştiren gerici-faşist güruhtu. Başbakan Çiller ise "Çok şükür otel dışındaki halkımız zarar görmemiştir." diyerek yönetenlerin üzerine sinen anlayışı özetliyordu. Dönemin İçişleri Bakanı, daha sonra Sivas Katliamı'na ilişkin dava sürecinde de görüldüğü üzere suçluyu bulmuş, ilan ediyordu işte; "suçlu halkı tahrik eden, solcu, din düşmanı, şeytanın işbirlikçisi Aziz Nesin" idi.
Katliamın gerçek sorumlularının ortaya çıkmaması için, devletin elinden geleni ardına koymadığı yargılama sürecine damgasını vuran da buydu asıl olarak. Suçlu, Salman Ruşdi'nin "Şeytan Ayetleri" adlı eserini Türkiye'de yayımlamak isteyen, ateist olduğunu saklamayan, toplumsal olaylara karşı gösterdiği duyarlılıkla yıllardır devlet tarafından iki yakasından da çekiştirilen "kafir" Aziz Nesin'di onlara göre.
Peki gerçekler bunu doğruluyor mu? Olaylara tahrik mi neden olmuştu?
Bu sorunun cevabı yaşananlar ışığında oldukça açıktır. Hayır, katliam planlıydı. Devlet saldırılar öncesinde önlem almadığı gibi, saldırılar sırasında da, sonrasında da olayları akışına bırakmış, katilleri açıkça kollamıştı. Aziz Nesin şenliklerin ilk gününde de etkinliklere katılmış ve hatta yanında koruma olmadan kentin sokaklarında dolaşmış, kitaplarını imzalamıştı. Yalnızca ona yönelik bir eylem gerçekleştirilecek olsaydı, ilk gün gerici-faşist militanlarca değerlendirilebilirdi. Ama meselenin bu olmadığı çok iyi biliyoruz. Hem dağıtılan bildirilerden (isteyenin çeşitli kaynaklardan kolayca ulaşabileceği "Müslüman Komuoyuna" ve "Halkımıza Çağrı" başlıklı bildiriler) haberdarız - valilik de haberdardı, hem de o gün kentte çeşitli görevlerde bulunan üst düzey devlet kadrolarının ifadeleri bu yöndedir (Emniyet görevlilerinin, Vali'nin, Kültür Bakanlığı Sivas İl Müdürü'nün, Tabipler Odası Başkanı'nın açıklamaları da incelenebilir).
Yargı sürecinde devletin anlayışı değişmiyor, katiller 'mazlum', katledilenler 'suçlu' ilan ediliyordu. Dava bir o mahkemeye, bir bu mahkemeye yönlendirilerek süreç bulandırılmaya çalışıldı. Davanın sonuçlanmaması için ellerinden geleni yapanlar önce konuyu "münferit vaka", "tahrik", ve hatta yalnızca "toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasasına" muhalefete indirgemek istedi. Ama olayın takipçisi olacağını ısrarla vurgulayan ve duyarlılık gösteren çevrelerin baskısıyla dava genişletildi. Şunu da belirtelim ki, adet olduğu üzere yaşanan katliamın sorumlusu olarak, bazı sol örgütlerin katılımıyla düzenlenen yürüyüş gösterilmiştir. Böyle bir yürüyüş hiç yapılmamıştır ama dönemin DGM savcıları etkinliklere katılanları "Dev-Sol, Dev-Genç ve PKK" ile bağlantılı olmakla da suçlamıştır. Bazı alışkanlıklar hiç değişmiyor.
Yıllardır devam eden dava sırasında katliamı gerçekleştirenlerden, Sivas'ta yaşayan bazı saldırganlar yakalanmış, yargılanmış ve ceza almıştır. Göstermelik olarak ceza verilen katillerin bazılarının cezaları hafifletilmiş, mahkemece verilen idam kararları bozulmuş, bazıları iyi halden tahliye edilmiş ama gerçek suçlular, katliamın planlayıcıları tespit edilmelerine rağmen yargılanamamış ve ceza almamışlardır. Dava sürekli genişletilip, daraltılmakta katledilenlerin yakınlarının haklı ısrarları sonuçsuz bırakılmaktadır. Hedeflenen gerçek sorumlular için zaman aşımının gündeme gelmesidir. Alın size adalet...
Hukuk Kimin İçin? Adalet Kimlere Adil?
Üzerinden neredeyse 17 sene geçti, devlet unutturmakta ısrarla, biz ise ne olursa olsun hatırlatacağız. Yalnız ağıt yakmak için, katledilenlerin yasını tutmak için değil. Sivas Katliamı ne ilkti, ne de son olacak. Etnik kimlik üzerinden, mezhepsel farklılıklar üzerinden çatışma yaratıp, toplumsal muhalefeti kategorilere ayırmak egemenlerin işidir. Biz kapitalizmin ürettiği, yeniden ürettiği değer yargılarını, işçi sınıfını bölmeye yönelik taktiklerini, beslediği yapay kutuplaşmaları tanıyoruz. Bunun egemenlerin ve kapitalist sistemin olmazsa olmazı olduğunu biliyoruz. Kapitalizmin bu çağda dahi insanlığı gerici ideolojinin ve milliyetçi hezeyanların pençesine attığını, bunun üzerinden egemenliğini sağlamlaştırdığını görüyoruz. Dünyanın her köşesinde etnik farklılıklar, mezhepsel ayrışmalar, dini hassasiyetler, ulusal duyarlılıklar bahanesi ile insanları birbirine kırdıran kapitalizm, içinden geçtiği kriz nedeniyle daha da saldırganlaşma potansiyeli taşıyor. Yanı başımızda yaşadıklarımız ortadadır. Kafkasya, Ortadoğu, Orta Asya, Afrika ortadadır. İşsizlik, açlık, kültürel gerileme, sömürü ortadadır.
Hukuk egemenler için var, adalet de onların! Burjuvazi kullandığı maşaları yaşanan somut gelişmelerin yarattığı şartlar gerektirdikçe elbet mahkum edecektir. Ama hukuk gerektirdiği için değil yalnızca artık kendi pis işlerini görecek başka maşalar bulduğu için. Tarihsel haklılığı ile işçi sınıfı ve onun tarihsel çıkarlarının düşünce pratiği olan sosyalist dünya hedefi karşımızda durmakta. İşte bu hedefe ulaşma mücadelesi ve bu mücadele sonucunda varacağımız nokta, insanlığa karşı suç işleyenlerin gerçekten adil yargılanacağı mahkeme olacaktır.



gamlı baykuş

Hiç yorum yok: