5 Ekim 2009 Pazartesi

Küba ve Venezuela Üzerine

Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye solunda da egemen olan ve doğası gereği tartışmaya kapalı olan efsaneler vardır. Öyle ya, bir efsane sorgulandığında -eğer tutarlı bir sorgucuysanız- sonuna kadar gidip tüm efsanelerin nedenleri üzerine düşünmeye başlar ve mantıken tümünü reddetmeye varabilirsiniz. İşte, eleştiriyi varlığının bir parçası kılması ve bunu yapmadığında samimiyetinin/gerçekliğinin sorgulanması gereken solun efsanelerinden (kutsalı da denebilir) en önemlisi Küba'dır. Ezici çoğunluğa göre (ağırlıkta Stalinistler olsa da buna sözde Troçkistler de dahil) Küba'da sosyalizm yaşanmaktadır veya bir işçi devleti vardır.


Küba'nın ardından ikinci sırada yer alan bir diğer efsane de Venezuela. Yine kimilerine göre burada sosyalizme geçilmiştir, kimilerine göreyse yakında geçilecektir. Baştan söylemek gerekirse, daha önceki yazılarımızda da sık sık vurguladığımız gibi, sosyalizm yalnızca tüm dünyada ve işçi sınıfının doğrudan eylemiyle gerçekleşebilecek sınıfısız, devletsiz bir toplumdur.
Efsanelere yanıtımız ise, derginin de boyutu gereği kısa ve öz olacak.

Küba Devrimi
1800'lerin sonlarına kadar bir İspanyol sömürgesi olan Küba, 1898'de ABD-İspanya savaşını ABD'nin kazanmasının ardından bir ABD sömürgesi haline geldi. 1902'de ABD sömürge masraflarını çok bularak Küba'ya göstermelik bir bağımsızlık verse de, bu yıldan sonra artık Küba bir kukla devlet haline gelmişti. Oldukça kırılgan bir siyasi üstyapıya sahip Küba'nın, 1950'lere kadar tarihine de bu damgasını vurdu. 1929 buhranından sonra gelen genel grevler varolan hükümeti düşürürken, daha sonraki yıllarda sahneye Batista çıkacaktı. Bir askeri darbeyle iktidara gelen Batista, 1940'ta toplumsal muhalefetin yoğun baskısıyla geri çekildi, ancak ülkedeki siyasi ve toplumsal altüst oluş yerli burjuvaziyi onu 1952'de birkez daha bir darbeyle tarih sahnesine çıkarmaya itecekti.

Bu süreçte toplumsal muhalefette başı çeken sınıfın proletarya olduğunu vurgulamak gerek. Hem kitlesel gösterilerle, hem grevlerle hem de fabrika işgelleri ve konsey hareketleriyle işçi sınıfı Küba'da burjuva iktidarını tehdit etti. Gerçekleşen darbelerin de bir proleter devrim tehlikesine karşı gerçekleştiğini belirtelim. Böylesi koşullarda, kendisine işçi sınıfının öncüsü misyonunu biçmiş Küba Komünist Partisi'nin (KKP) sürekli karşı-devrim safında yer alması nasıl açıklanabilir? Elbette onun Stalinist karakteriyle! KKP Batista diktatörlüğünü bile desteklemiş bir partiydi.

Fidel Kastro önderliğindeki harekete gelince... Fidel, küçük burjuva milliyetçi bir parti olan Ortodoks partinin üyesiydi. Parti, burjuva demokratik bir programa sahipti ve sosyalist devrim gibi amacı yoktu. Aslına bakılırsa Kastro hiçbir zaman sosyalist olmamış, koşullar onu “sosyalist” olmaya zorlamıştı. 1956'da 150 kişilik bir grupla başlayan gerilla mücadelesi 1959'a kadar sürdü. Ve 1959 Batista diktatörlüğünün çöküş yılı oldu. Ancak sanıldığı gibi bu devrim 1959'da sayıları 800'e ulaşan gerillalar tarafından değil, kentlerdeki işçi sınıfının kitlesel mücadeleleri ve grevlerinin bir ürünüydü. Varolan iktidar yıkılmış durumdaydı, ancak işçi sınıfı iktidarı alma perspektifinden ve bu perspektifin ürünü kollektif bir örgüt; Marksist bir partiden mahrum olduğu içindir ki, Kastro önderliğindeki gerillalar iktidarı ele geçirdiler. KKP ise tüm bu süreçte ayaklanmaları engellemeye çalışmaktan ve Batista diktatörlüğünü desteklemekten başka bir şey yapmadı.

Kastro önderliği, iktidarın ilk gününden itibaren komünist olmadığını ilan ediyordu. Kastro bu açıklamalarını ABD ziyaretinde de tekrarladı. Ancak Kastro'nun özel mülkiyeti ve kapitalist sınıfı hedef almayan burjuva ulusal reform (ulusal-kalkınmacı) programı ABD'li tekellerin çıkarlarıyla uyuşmazlık gösteriyordu. Aynı şekilde, bu devrimin Latin Amerika'ya ilham kaynağı olmasından da çekinen ABD, sonunda Küba ile ipleri tümüyle attı ve bilinen Domuz Körfezi çıkarmasını gerçekleştirdi. Bunun gerçekleşmesi için yaklaşık iki yıllık bir süre geçti. Öncesinde ABD'li petrol tekelleri Küba'ya olan yardımlarını kesmiş (1960), Küba'da buna karşılık petrol rafinerilerini devletleştirmişti. Sonunda ABD Küba'ya ambargo uygulamaya başlamıştı. Küba'nın “sosyalist” olmasının anlaşılması için dönemin iki kutuplu dünyasının bilinmesi gerekir. Ya ABD ya da SSCB. Özellikle Küba gibi küçük bir ülke için sorun bu kadar basitti. ABD'den beklediğini bulanmayan Kastro önderliği, yüzünü bir diğer kutba SSCB'ye dönmüş, devrimden iki yıl sonra “sosyalist” olduğunu ilan etmişti. Yılların anti-komünistleri komünist oldular!

Sonuç olarak büyük üretim araçları devletleştirildi ve sözde bir işçi devleti kuruldu! Ulusal devrimden bürokratik diktatörlüğe geçiş özetle böyle oldu. Bu süreçten sonra, “sosyalist” Küba'da işçi sınıfının elbette esamesi okunmadı. Devletleştirmeler sonucu eğitim ve sağlık ücretsiz hale geldi evet, ancak sosyalizm bu değildir! İşçi sınıfının öz-örgütleri yani sovyetler-konseyler aracılığıyla iktidara sahip olduğu bir ülke değildir Küba. Orada iktidar devlete sahip olan bürokrasidedir ve onun çıkarları egemendir. Birçok solcu için kabe olan Küba da aynı SSCB ve diğer bürokratik diktatörlükler gibi çökmeye mahkumdur. Bu, bizim niyetlerimizden bağımsız varolan ekonomik yapının kaçınılmaz sonucudur (aynı diğerlerinin çökmesi gibi). Son birkaç yıldır yaşananlar da Küba'nın ayakta kalmak için özel mülkiyete ve kapitalizme açılmak zorunda kaldığını gösteriyor. Elbette tüm bu anlatılanlardan “sosyalizmin mümkün olmadığı ve ergeç çöktüğü” sonucunu çıkarmak yalnızca aptallıklık olacaktır. Çöken sosyalizm değil, Stalinizmdir ve bu çöküşler tüm tahribatlarına rağmen (bu tahribatta efsaneci ve kutsalcı solun rolü büyüktür) Marksizmi birkez daha doğrulamaktadır: İşçi sınıfının kurtuluşu yalnızca kendi eseri olacaktır ve bu kurtuluş “ulusal sosyalizm” gibi bir gerici ütopya ile değil, dünya çapında gerçekleşecektir!

Venezuela
Venezuela konusuna çok ayrıntılı bir şekilde girmeyeceğiz. Yalnızca birkaç ana noktaya değinmek istiyoruz. Birincisi, parlamentarizm yoluyla devrim mümkün müdür? İkincisi, devletleştirmeler sosyalizm midir?

İlk sorunun yanıtını bilmek için dahi olmaya gerek yok. Bugünkü burjuva toplumunda, parlamentolar, meclisler, siyasi üst yapı kurumları, doğrudan kapitalist üretim biçimi üzerinde yükselirler ve varlıkları düzenin devamıyla belirlenir. Sistem sistem kurumlarıyla değiştirilemez, bugüne kadar hiçbir toplumsal devrim geçmiş toplumun ürünleri dönüştürülerek gerçekleşmemiştir. Aksine onların tümü olmasa bir kısmının imhasıyla gerçekleşmiştir bu. Bu da, yalnızca kitlelerin ürünü olan devrimlerle mümkündür reformlarla değil. Dolayısıyla, Venezuela da olduğu gibi, burjuva devletin başına geçip, burjuva devleti dönüştürmek mümkün değildir. Aslında Chavez de bunu iddia etmiyor, biz kapitalizme karşıyız demedi hiçbir zaman, yalnızca yaptığı reformlar ve kendisini sosyalist ilan etmesi kimileri tarafından tanrılaştırılmasına yetti. Özetle, devrim, bir proleter devrim doğrudan işçi sınıfının eyleminin ürünü olarak gerçekleşebilir ancak, ve bu devrimin yapacağı ilk iş, eski devlet aygıtını parçalamak olacaktır, bir parlamento oluşturmak değil. İşçi sınıfı konseyleri aracılığıyla komünizme geçiş döneminde iktidarı alacak ve bu iktidarı sınıfları ve kendi sınıf iktidarını da ortadan kaldırmak için; sınıfsız toplum için kullanacaktır. Bu geçiş döneminde belirleyici olan ise, işçi sınıfının doğrudan iktidarıdır, bu olmadığı sürece bir işçi devletinden söz edilemez. Bunlar Marksizmin abc'sidir, ancak kendilerine sosyalist diyen reformistler için hiç duyulmadık şeyler olabilir.

Devletleştirmelere gelince... Chavez, petrol gelirlerine dayanarak karşılığını ödeyerek devletleştirmelere gidiyor. Devlet kapitalist olduğu sürece, sermayeye sahip olması ya da olmaması ona bir ilericilik kazandırmaz, o zaten sermayenin devletidir. Devletleştirmeler ile ilgili Engels'i dinleyelim:

“... Ama son zamanlarda Bismarck, kendini devletleştirmelere verdiğinden bu yana ortaya, hatta şurada burada bir ruh düşkünlüğü biçiminde yozlaşan ve her türlü devletleştirmeyi, hatta Bismarck'ın bile sosyalist [devletleştirme] olarak ilan eden düzmece bir sosyalizmin çıktığı görüldü. Kuşkusuz, eğer tütünün devletleştirilmesi sosyalist [devletleştirme] olsaydı, Napoléon ile Metternich sosyalizmin kurucuları arasında sayılırlardı. Eğer Belçika devleti, çok yalın siyasal ve mali nedenlerden ötürü, başlıca demiryollarını kendisi yaptıysa; eğer Bismarck hiçbir ekonomik zorunluluk olmaksızın, Prusya'nın başlıca demiryolu hatlarını, yalnızca onları daha iyi örgütleyebilmek ve savaş zamanında yararlanabilmek, demiryolu görevlilerini hükümet hizmetinde bir seçim sürüsü durumuna getirmek ve özellikle parlamento kararlarından bağımsız yeni bir gelir kaynağı edinmek için devletleştirdiyse, bunlar hiç de dolaysız ya da dolaylı, bilinçIi ya da bilinçsiz sosyalist önlemler değildi.” (F. Engels, Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm, 1878)

Solda genel bir kanıdır bu. Devletleştirmeler ilericidir! Peki devlet kimin? Burjuvazinin. Marksizmin devletçi olmadığı gibi, klasik anlamda devletleştirmeleri de savunmaz. Ne zamanki işçi devrimleriyle işçi sınıfının diktatörlüğü kurulur, o zaman işçi sınıfı, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldırır ve onları toplumsallaştırmaya başlar. İşçi sınıfı bu geçiş döneminde siyasi iktidara sahiptir ve bu kollektif güç aracılığıyla üretim araçlarını da elinde bulundurur. Sınıfların ve devletin ortadan kalkmasıyla birlikte tüm üretim araçları toplumsallaşmış olacaktır.

Güven Sorunu
Hem Küba'da, hem de Venezuela'da ortaya çıkan şey sol açısından genel olarak güven sorunu olarak değerlendirilebilir. Onlar ideolojileri gereği işçi sınıfına derin bir güvensizlik beslerler ve kurtuluşu kısa yolda ararlar. Bu bir yerde gerilla önderliği olabilirken, bir diğer yanda burjuva reformist bir öndelik olabilir. Böylesi iki ucu aynı anda savunma yeteneği omurgasızlığın açık bir göstergesidir.

Kapitalizmin yıkılması ve komünizme geçişte işçi sınıfının merkezi rolünü reddetmek, birer birer çöken bürokratik diktatörlüklerin ardından susup kalmaya (öyle ya sosyalizm çöktü şimdi diyeceğiz!), ya da elde kalan tek adaya tapınmaya yol açabilir. Onların dünya devrimi, dünya işçi sınıfının kurtuluşu gibi bir dertleri yok, bu çok açık. Onlar yalnızca kendi duygularını okşayacak, zaman zaman işte direniyoruz diyecekleri bir yer arıyorlar. Kusura bakmayın, biz bir kabe değil, dünyayı istiyoruz ve bunun ne gerilla savaşıyla ne de parlamentarizm ile gerçekleşmeyeceğinin farkındayız. İlk adımın nasıl atılacağını Rus işçileri 1917'de göstermiştir, o halde işçi sınıfının yolundan sabırla ilerlemeye devam etmek tek kurtuluş yoludur.
Prometheus

Hiç yorum yok: