Mardin'in Mazıdağı ilçesi Zagırt (Bilge) köyünde 44 kişinin öldüğü katliama ilişkin senaryolar yazıldı, konuşuldu ve enine boyuna tartışıldı. Her kafadan farklı bir ses çıktı. Ama esasında burjuva medya ve basın, politikacılar ve askeri bürokrasinin dahil olduğu geniş bir koro aynı şeyi söylüyordu: Katliamın nedeni “töre”, “kan davası” ve “cehalet”.
Devletin kirli çamaşırlarını gizlemekle görevli olan burjuva medya, Mardin katliamını yapan, devletin maaşlı resmi görevlileri korucuları ve katliam silahlarının devlete kayıtlı olmasını gizlemek için, katliam haberlerini “töre” ve “kan davası” üzerinde yoğunlaştırmaya çalıştı. Hatta daha da ileriye giderek Kürt coğrafyasında böyle katliamların olmasını sıradan olarak gösterdi. Ve tabi ırkçı / milliyetçi argümanları da kulanmaktan geri kalmadı. Böylece burjuva medya bizleri şaşırtmayarak her zamanki gibi üstüne düşen görevi layıkiyle yerine getirmiş oldu.
Burda hemen bir paragraf açalım. Elbette biz Marksistler, toplumsal ve kültürel gelişmelerin önünde büyük engel teşkil eden ve bütünüyle burjuva toplum öncesinden bugüne miras “töre” ve “kan davası” gibi geçmişi temsil eden her şeye karşıyız. Ama bizim karşıtlığımız burjuvazinin sözcüleri ile olan karşıtlıkla aynı değildir. Çünkü biz Marksistler biliyoruz ki, bugün bile hala “töre”, “kan davası” ve “cehalet”i yaşıyorsak birinci dereceden sorumlusu sermaye sınıfı ve onun siyasi temsilcisi burjuva devletidir. Türk burjuvazisi ve devleti, siyasi iktidardaki güç dengesi gereği Kürt coğrafyasında feodal üretim ilişkilerin egemen olması için yıllarca aşiret, şeyh ve ağalarla ilişkilerini kesmemişler, bilakis ilişkilerin güçlenmesi yönünde adımlar atmışlardır. Buna bağlı olarak toplumsal bilincin gelişmesi gerici uygulamalarla engellenmiştir.
44 kişinin ölümüyle sonuçlanan Mardin katliamını yapan, devletin maaşlı resmi görevlileri koruculardı. Katliamın olduğu ertesi günü olayın geçtiği köye giden devlet yetkilileri, “incelemeler”de bulunduktan sonra katliamda devletin ihmali olmadığını yine o alışık olduğumuz “güvenlik güçleri zamanında müdahele etti”, “gerekli tedbirler alındı” açıklamasını yaparak göstermeye çalıştılar. Katliamı kim ya da kimlerin yaptığı ile ilgili de “PKK'nin işi değil” diye belirtildi. Geçmişte hatırlanacaktır, 11 kişinin öldüğü Güçlükonak katliamı, 12 kişinin katletildiği Beytüşşebap katliamı, Umut Kitabevinin bombalanması, 12 yaşındaki Uğur Kaymaz'ın öldürülmesi, binlerce köyün yakılması, faili meçhul cinayetlerin işlenmesi gibi “yasal terör” olayları, bizzat devletin gizli savaş örgütleri, devlet destekli Hizbullah ve korucular tarafından yapılırken, devlet yetkilileri, katliamları PKK'ye mal ederek devletin ihmallerini -gizli elini- ört bas etmiş ve katliamları yapan “iyi çocuk”larını sahip çıkarak aklamıştır. Hatta vatansever görevlerini başarıyla yerine getiren “iyi çocuklar” üst görevlere terfi edilmiştir.
Mardin katliamı bu kez (korucuların planlarının suya düşmesi sonucu) PKK'ye mal edil(e)mese de sivil ve askeri bürokrasi yaptığı açıklamalarla katliamı yapan korucuları ağızlarına almayı uzak tutup koruculuk sistemine sahip çıktılar. Ne de olsa korucuların düşük yoğunlukta süren savaşta “terörle mücadele” etmek gibi onurlu bir görevleri var. İçişleri Bakanı Beşir Atalay, “koruculuğun kaldırılması yolunda bir çalışma yok” açıklmasını yaptı. Genelkurmay sözcüsü ise, “Mardin'de yaşanan olay tam bir vahşettir. Hiçbir insani değerle bağdaştırılamaz” derken koruculuk sistemi ile olay arasında bağ kurulmasını önyargılı bir yaklaşım olduğunu söyledi. Görüldüğü gibi, sivil-asker bürokrasi yani sermaye devleti koruculuğu savunmaya devam ediyor.
Sermaye devletinin koruculuğu savunmasına şaşılacak bir şey yok. 27 Eylül 1986'den bu yana var olan korucular, Kürt coğrafyasında devletin kolluk güçleri ile birlikte sayısız köy baskınlarına katıldılar, PKK'ye karşı ön saflarda savaştılar, Kürtler arasında muhbirlik yaptılar; yani devletin yüzünü kara çıkartmamak için “tetikçi” ve “maşa” olarak kullanıldılar. Bu sayede devlet, ulusal-demokratik mücadeleyi böldü, şiddet kültürünü geliştirdi, kültürel yozlaşmayı sağladı, Kürtleri birbirine düşürdü, Kürtler arasına düşman tohumları ekti. İşte Mardin katliamı bunun son örneği.
Kürt coğrafyasına koruculuk sisteminin getirilmesiyle birlikte, bölgede silah ve uyuşturucu kaçakçılığı, soygunculuk, gasp, adam öldürme ve tecavüz sayılarında büyük artış yaşandı. Bunun büyük bir kısmının korucuların yapması şaşırtıcı olmasa gerek. Çünkü devlet silah tutmayan aileleri ve köyleri zorla göç ettirdi, silah tutanlar ise göç edenlerin mal ve mülkleri üzerine oturarak kendilerini toplumsal ve ekonomik meşruiyet sağlamış oldular. Hal böyle olunca silah tutan korucular diledikleri gibi suç işlemeye başladılar. Kirli işlerini koruculara yaptıran devlet de işlenen suçlara göz yumdu. Devlet korucuların işlediği her türlü suça göz yumunca, yukarıda belirttiğimiz suçlar bölgede önlenemez oldu. İşte Mardin katliamı bunun son örneği.
Devletin Kürt coğrafyasında koruculuğa neden ihtiyaç duyduğunu ve korucuların sahip olduğu ayrıcalıkları belirttik. Aslında devlet-korucu çıkar ilişkilerini bölgedeki korucu sayısı açıklıyor zaten. Resmi kaynaklara göre bugün Türkiye'de korucu sayısı 58 bin civarında, “gayriresmi” kaynaklara göre ise 70 ila 80 bin arasında.
Peki, Mardin katliamı ilk mi? Geçtiğimiz günlerde İHD'nin çıkardığı bilançoya göre, koruculuk sistemi nedeniyle 17 yılda 183 ölüm, 50 infaz, 562 işkence, 14 köy yakma, 38 köy boşaltma, 294 silahlı saldırı gerçekleşti. Bu rakamlara, Mardin'de yaşananlar dahil değil.
Uzun lafın kısası, Mardin katliamının sorumlusu sermaye sınıfı ve onun siyasi temsilcisi burjuva devletidir, Mardin katliamının nedeni “töre”, “kan davası” ve “cehalet” değil Kürt sorunun çözümsüzlüğüdür ve bununla ilişkili olarak koruculuk sistemidir!
Koruculuk sistemi gibi “yasal terör” kurumlarının ortadan kaldırılması, sosyal-kültürel ilerleme ve demokratik hakların kazanılması yalnızca Türk ve Kürt işçilerin ortak ve kitlesel siyasi mücadelesi ile mümkündür.
Meso
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder