1960'ların sonunda yükselen işçi hareketinin DİSK’te örgütleniyor olması burjuvaziyi bir karşı adım atmaya, DİSK’i tasfiye etmeye zorladı. Bunun için mecliste bir yasa tasarısı hazırlandı ve sendikacılık yalnızca Türk-İş’in tekeline bırakılmak istendi. Yasaya göre amacın DİSK ve ona bağlıi sendikaların faaliyetini kısmak ve bütün işkollarında Türk-İş'i yetkili kılmak olduğu açıkça görülüyordu. Tasarının Meclis’te kabulünden dört gün sonra 15 Haziranda işçilerin protesto eylemleri başladı. DİSK’e üye olmayan sendikalara bağlı işçilerin de yoğun katılımı ile eylemlere ilk gün 70 bin ikinci gün ise yaklaşık 150 bin işçi katıldı. İstanbul ve İzmit'teki sanayi bölgelerinde iki gün süren eylemler 16 Haziran aksamı bu kentlerde sıkıyönetim ilan edilmesi ve DİSK yöneticilerinin direnişi sona erdirme çağrısıyla sona erdi. Sonuç olarak işçiler fabrikalarına geri döndüler ve yasa tasarısı geri çekildi.
“15-16 Haziran, işçi sınıfı ile burjuvazinin karşı karşıya gelmesine yol açmış; sınıfın kitlesel eyleminin meşruluğunu göstermişti. İşçi sınıfı, 15-16 Haziran’la birlikte, hem siyasal iktidarın hem de üzerine sürülen ordunun sınıfsal yapısını anlamaya başlamıştı. Bunun için de muazzam devlet ve ordu tahlilleri yapılması gerekmemiş; bir kaç günlük kitlesel seferberlik yetmişti. Ama o dönem Mihri Belli çizgisinde yürüyen Dev-Genç İstanbul Bölge Yürütme Kurulu’na bağlı gençler, 15-16 Haziran eylemleri boyunca, işçilere “Ordu İşçi Elele!” sloganı attırıyorlardı. Onlara göre 27 Mayıs darbesi bir devrim olduğu gibi, ordu da devrimciydi!
15-16 Haziran’la birlikte, sadece ücret artışı için tepki gösteren bir sendikacılık anlayışının ötesine geçilmiş; işçi sınıfı içinde bir geleneğin tohumları atılmıştı. 15-16 Haziran’da, işçi sınıfı, militan biçimde örgütlerine sahip çıktı. Ama onun karşısına, yalnızca Türk-İş’in ipliği pazara çıkmış patronları değil; bütün ikiyüzlülüğüyle “sol” sendika bürokrasisi de dikildi. Direnişi, “Anayasal Direniş Komiteleri” kurarak örgütleyen DİSK’in sözde sosyalist önderliği, hareketin kendi denetiminin dışına çıktığını gördüğünde, 16 Haziran 1970 günü öğleden sonra İçişleri Bakanı ve İstanbul Valisi’yle yaptıkları görüşmenin ardından bir açıklama yaptı ve işçileri “gözbebeğimiz şerefli Türk ordusunun bir mensubuna kötü maksatlarla taş atabilecek ve tahrik edebilecek” kişilere karşı uyardı. Bu çağrıyı yapan Kemal Türkler'in bugün hala “devrimci işçi önderi” olarak selamlanıyor olması anlamlıdır.”
15-16 Haziran sendikal örgütlerin sınırılılığını gösterdiği kadar, Marksist bir partinin gerekliliğini de o kadar göstermiş oldu. Türkiye işçi sınıfının bir sınıf olarak böylesine önemli bir direnişe imza atması,ı bizlere “sol” açısından da çok şey gösteriyor. Marksist dünya görüşünü benimsediğini belirten dönemin siyasi akımlarının (THKO, THKP-C, TKP/ML) işçi sınıfıyla bir alakalarının olmaması ve yüzlerini dağlarda-kente silahlı mücadeleye dönmeleri, onlardan sonraki kuşağın izlememesi gereken yolu da göstermişti aslında. Çünkü, bazılarının sandığı gibi, Marksizmin kır gerillacı, şehir gerillacı ve işçi sınıfı merkezli versiyonları yoktur. Marksizm, tarihin merkezine sınıf mücadelelerini koyar ve kapitalist toplumda bu merkezde işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki mücadele vardır. Dolayısıyla ne bir parti, ne bir öncü grup kendisini işçi sınıfının yerine ikame ederek onu kurtaramaz. İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır. Sosyalistler yalnızca bu amaçla işçi sınıfı içerisinde çalışırlar. Yine bu yüzden, tarihte kitlelerin eseri olan tek başarılı işçi devrimi 1917 Sovyet devrimidir.
15-16 Haziran'da işçi sınıfı yaşamın bu gerçekliğini anlamak isteyen herkese bir kez daha göstermiş oldu. Önümüzdeki 15-16 Haziran'lara bu perspektifle hazırlanmamak, onların da ya sendika bürokrasisi elinde yenilgiye uğratılmasına seyirci kalmak ya da onlara sırtını dönüp sınıftan kopuk kurtuluş aramak olacaktır. 15-16 Haziran direnişi, sosyalist gençliğin gitmesi gerektiği yolu net bir şekilde göstermiştir: İşçi sınıfının yolu!
prometheus
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder