17 Ekim 2009 Cumartesi

Die Welle


2008 yapımı bir Alman filmi olan Die WellTarayıcınız bu resmin gösterilmesini desteklemiyor olabilir. e'nin (Dalga) yönetmenlik koltuğunda 1973 doğumlu Dennis Gansel oturuyor. Yaşanmış olaylardan beyazperdeye aktarılan filmler kurgu filmlere göre izleyicide bir kat daha fazla etki bırakır, bu kimsenin karşı çıkacağını düşünmediğim bir gerçek. Die Welle filmi de tam olarak bu tanıma uyuyor.

Filmde temel olarak faşizmin nasıl bir ideoloji olduğu ve bu ideolojinin savunucularının kendilerine ve çevrelerine etkileri anlatılmakta. Tabii bilinen bir olgu olan çarpık aile yapısının da gençleri bu tür otoriter ideolojilere sürüklediği gerçeği es geçilmemiş.

Proje haftası uygulamasında anarşi ve otokrasi derslerinin seçmeli olarak uygulandığı bir Alman lisesindeyiz. Başrolde Alman aktör Jürgen Vogel, anarşi sınıfında derse girmek isteyen ancak okul yönetiminin otokrasi dersine verdiği öğretmen Reiner Wenger rolünde. Hırslı bir öğretmen olan Reiner Wenger anarşi sınıfına verilen meslektaşından daha iyi olduğunu kanıtlamak için farklı bir anlatım tarzına başvuruyor. Öğrencilerinin konuyu daha iyi anlaması için uygulamak istediği testin, ufak çaplı bir faşist harekete dönüşmesi filmin üzerine işlendiği temel. Ancak bu temelin gerçek bir hikayeye dayanması da az önce söylediğim gibi filmin etkisini kat ve kat arttırmış. Finali de oldukça etkileyici.
Faşizmin nasıl bir ideoloji olduğunu hepimiz biliyoruz. Ancak filmin son derece sarsıcı bir noktasında öğretmen Reiner Wenger'in kurduğu şu cümleler galiba en basit tanımı; "hepimiz kendimizi en iyi zannederiz, diğerlerinden daha iyi, ve daha da kötüsü bizimle aynı fikirde olmayanları toplumumuzdan dışlarız, daha neler yapabileceğimizi bilmek bile istemiyorum."
Filmin gösterdiği ve aslında öğretmen Reiner'in de göstermeye karar verdiği şey oldukça önemli, o da faşizm ya da benzeri otoriter hareketlerin maddi temelleri kapitalist toplumda ortadan kalkmaz, her zaman yetişecek bataklıklar bulabilirler, çünkü burjuva toplumu buna uygun insan malzemesi yetiştirir. Filmde bir öğrenci “Almanya'da bir daha diktatörlük ortaya çıkmaz” diyor, öğretmense bunun aksini kanıtlama iddiasında -ki kanıtlıyor da.


I.dünya savaşından sonra da insanlar bir daha böyle bir felaketin olmayacağına gönülden inanmışlardı. Türkiye'de ve dünyanın bir çok yerinde de insanların büyük kısmı bir daha askeri diktatörlüklerin kurulmayacağına eminler. Ancak ne yazık ki bunlar iyi niyet ifadelerinden başka bir anlama gelmiyorlar. Bizzat sermayenin varlığının temelleri olan, daha fazla kar, sürekli yayılma gibi güdüler, belirli dönemlerde kaçınılmaz olarak savaşlara, faşist ya da askeri diktatörlüklere yol açarlar, bu dün olduğu gibi bugün de oldukça mümkündür.
Film olguları oldukça çarpıcı bir şekilde ortaya koymasıyla birlikte kimi kafa karışıklıklarını da yanısıtıyor. Bunların en önemlisi, diktatörlükle, faşist-otoriter yönetimlerin bir tutulması. Yani bu anlayışa göre parlamenter demokrasiler diktatörlük değildir! Ama gerçekten öyle mi? Emperyalist demokrasilerin dünyayı savaş alanına çevirdiğini, kendi ülkelerinde de işçi sınıfı ayağa kalktığında ona kan kusturduğunu bildiğimize göre bu yaklaşım hatalı olmalı. Demokrasi ve diktatörlük kavramları karşıt değil, aksine bütündürler, tüm demokratik ülkeler, diğer dünya ülkeleri gibi bir sınıfın -burjuvazinin- egemenliğindeler. Öyleyse iktidarın temeli sınıftır, yönetim biçimi egemen sınıf karakterini değiştirmez. Faşizm, Nazizm, Cunta, demokrasi... Hepsi birer burjuva sınıfı diktatörlüğüdür.
Son olarak, değinme fırsatı bulduğumuz kimi eksiklerle birlikte, film bitince Jenerik yazısının sonuna kadar yerinizden kalkamayacağınızı garanti edebilirim.

iyi seyirler...




supertramp

Hiç yorum yok: