6 Ekim 2009 Salı

Bitirirken

Öğrenim yılının sonuna geldik. Elinizdeki 9. sayıyla birlikte İktisat-Siyaset yaz dönemi kampına giriyor. Malum okullar tatil olacak. Bu yılın son sayısının Mayıs-Haziran şeklinde iki aylık çıkmasının nedeni yine Haziran'ın sınavlar ayı olmasından kaynaklanıyor, biz de bu yüzden iki ayı birleştirmenin daha uygun olacağını düşündük ve ortaya elinizdeki sayı çıktı.


Bu yılın ilk sayısındaki (Ekim), “İktisat-Siyaset'i birlikte zenginleştirme” temennimizin beklediğimiz ölçüde gerçekleşmediğini belirtmemiz gerek. Evet biliyoruz: 'Yazmak zor' diye bir efsane dolaşıyor, ama sadece bir efsane. Birçok okurun bu yüzden yazmadığını biliyoruz. Ama anlamadığımız bir nokta daha var; okurlar bu derginin temel görüşlerinin ne olduğunu az çok biliyorlar artık, yani Marksist dünya görüşünü benimsediğimizi ve yolumuzu işçi sınıfının yoluyla kesiştirme niyetinde olduğumuzu. Böylesi bir kimlik benimsendiğinde, gelişmenin temel yolunun tartışma olduğunu düşünmeden olmaz.

Marksizmi ve Marksistleri geliştiren başlıca yol tartışmadır, böyle düşünmemiz için de en azından bilimsel sosyalizm için 150 yıllık bir tartışma kültürü olduğunu biliyoruz. Ancak bu kültür bu topraklara pek uğrama şansı bulamadı. 70'lerde de tartışmak yerine çekip vurmak devrimcilikten sayılırdı. Sözü asıl getirmek istediğimiz yer, sık sık eleştirdiğimiz bir ideolojiye (Stalinizm-ulusal sol) mensup okurların birkez olsun bir eleştiride bulunmamış olmaları. Kim bilir, belki de “gerek yok”tur.

Kısaca siyasi gündeme değinmek gerekirse... Pakistan'daki savaş giderek daha yıkıcı bir boyut kazanıyor, ABD'nin savaşı Afganistan'dan bu bölgeye yayma çabası başarılı olmuş durumda, bunun bedelini de elbette her zaman olduğu gibi yüzbinlerce emekçi ödüyor. Konu üzerine “içeride” iki yazı bulabilirsiniz.

Son günlerde Kuzey Kore'nin nükleer denemeleri ön plana çıkmaya başlamış durumda. Ayrıca bu ülke Güney Kore ile olan 50 yıllık ateşkes anlaşmasını da çöpe attı. Bu durum Kore'de de savaş tamtamlarının çalması için yeterli. Kuzey Kore, onu bir şekilde ayakta tutan bürokratik diktatörlüklerin üretimin küreselleşmesi ve altlarındaki ulusal kalkınmacı zeminin çökmesiyle birlikte kapitalizme açılmaları sonrası yalnız kalmış durumda. Ve bu durum ülkeyi derin bir sefalete sürükledi.

Kuzey Kore halkı derin bir yoksulluk ve yıkım içerisinde. Ve yine kimilerine göre bu ülke “sosyalist”! Babadan oğulan iktidar devrinin yaşandığı ve baştan sona gerici bir kastın egemenliğinde olan bu devletin işçi sınıfı ve sosyalizmle uzaktan yakından alakası yok halbuki (derin düşmanlığını saymazsak).

31 Mayıs günü Genelkurmay başkanı ABD'ye gidiyor. Sebebi ziyareti ise Türk-Amerikan Konseyi toplantısına katılmak. Malum, Türkiye ABD'nin baş müttefiklerinden biri ve emperyalist politikalarda bir süredir ortağı. Böyle olunca zaman zaman fikir alışverişinde bulunmak ya da belirlenen politikaları gözden geçirmek gerekir. Orta Asya, Ortadoğu ve Kafkaslar sizi bekler! Türkiye artık böylesi güçlü bir konumdayken bile, bir kesim solun “Nato'ya Hayır” diyerek sanki Türkiye onun içinde değilmiş gibi davranması yalnızca ulusalcılıklarından kaynaklanıyor. Türk ordusu on yıllardır bu emperyalist savaş örgütünün bir parçasıdır ve bugün artık en önemli parçalarından biri haline gelmiştir. Yani Nato içeride, Liebkneht'in dediği gibi “asıl düşman içeride!”.

Türkiye'nin Ermenistan politikası da tam da bu minvalde şekillenmekte. Karabağ sorunu nedeniyle bir süredir yavaşlama eğilimi gösterse de, “çözüm” Türk egemen sınıfının iradesiyle gerçekleşecek gibi görünmektedir. Öyle ki, Ermenistan, küresel krizin etkilerinden kurtulmak yolunda Türk burjuvazisi için biçilmiş kaftandır; ucuz emek gücü ve pazar! Ayrıca enerji kaynaklarının geçiş noktası olma durumu da bu çözümü dayatmakta. Özetle, Türkiye burjuvazisi Ermenistan'ı, aynı Güney Kürdistan konusunda olduğu gibi arka bahçesi haline getirme niyetinde.

Durum böyle olunca, kimi aklıevvellerin Türkiye'ye hala “yarım-sömürge” vb. tanımlar yakıştırmaları akıl almaz oluyor. Türkiye burjuvazisi bugün ulaştığı seviye itibariyle bölgesinde emperyal bir güç haline gelmiştir. “Tam bağımsızlık” ve “yarı-sömürgeyiz” gibi masalları okuyan solun kaçınılmaz olarak sınıf işbirlikçisi olmasını sağlayan da budur.

İçeriye döndüğümüzde ise, gündemde uzunca bir süredir olduğu gibi Kürt sorununu görüyoruz. Cumhurbaşkanı'nın “iyi şeyler olacak” açıklamalarını birçok üst düzey yöneticinin benzeri açıklamaları takip ediyor. Bununla birlikte “çözüm”ün bir parçası olarak DTP'ye yönelik operasyonlar da sürüyor. Devletin buradaki amacının parti içindeki “şahin” kanadı sindirmek olduğu söylenebilir. Uzunca bir süredir belirttiğimiz gibi, Kürt sorunun çözümü konusunda küresel sermaye ve yerli büyük sermaye uzlaşıya varmış durumda.

Hal böyle olunca içinden geçtiğimiz süreçte tüm yaşananları bu temelde değerlendirmek gerekiyor. Bu çözümün sermayeden yana bir çözüm olacağı şüphesiz. Belirli kültürel açılımlarla birlikte soruna asıl olarak “yatırım, kalkındırma” sorunu olarak yaklaşılıyor hala. Ama bu, ilerleyen süreçte her iki tarafın da -masaya oturup ya da oturmadan farketmez- uzlaşma ihtimalinin olmadığı anlamına gelmiyor, kesin olan şu ki, sermaye, siyasi olarak istikarara kavuşmuş bir Kürdistan istiyor. Sorunun çözümünün yatırımlara ya da TRT Şeş'e indirgenemeyeceği şüphesiz. Birlikten yana tavrını ortaya koymuş olan Kürt halkının tüm siyasi ve kültürel haklarının tanınması ve üzerindeki her türlü baskının ortadan kaldırılması gerekiyor. Ulusal eşitliğin sağlanması Kürt ve Türk işçilerinin birliğinden geçiyor.

Hiç yorum yok: