10 Mayıs 2010 Pazartesi

Denizler'i Anlamak ve Aşmak

Bu yazı benim de dahil olduğum Türkiyeli gençliğin, özellikle de toplumsal sorunlara duyarlı, bir şekilde solla ilişkilenmiş olan gençliğin, siyasi-toplumsal hayata ilk gözlerini açtığında karşılaştığı ve haklı olarak büyük ölçüde etkilendiği Denizler'i, yani Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya'yı ve elbette onların yol arkadaşlarını anlamak üzere kaleme alındı. Burada amacım, yalnızca benim ve benim gibi binlerce insanın başından az çok benzer şekilde geçenleri anlatıp Denizler'i anlamaya çalışmak olmayacak, asıl yapılması gerekenin onları anlamak ve aşmak olduğu düşüncesini ifade etmeye çalışmak olacak.


Mayıs ayı yalnızca işçi sınıfının kapitalizme karşı uluslararası mücadelesini kutladığı 1 Mayıs'ı değil, Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in idam edildiği 6 Mayıs'ı da içeriyor. Denizler, 68 öğrenci hareketinin önderleri olarak bizler için oldukça büyük önem taşıyorlar. Aynı zamanda, Türkiye sol tarihi açısından da önemli bir yer işgal ediyorlar. Bizler, en azından bir çoğumuz, solla ilk tanışmamızı, Darağacında Üç Fidan'ı, Gülünün Solduğu Akşam'ı ya da Denizler'in biyografilerini okuyarak yaptık. Öğrenci hareketindeki konumları, kararlılıkları ve ölüme korkusuzca yürümeleri gibi özellikleri, onların bizler üzerindeki etkilerini elbette fazlasıyla arttırdı. “Peki, bizlerin görevi onların ardından ağıt yakmak mıdır?” gibi bir sorun çıkıyor ortaya. Böyle bir yaklaşım, onların mirasına yapılabilecek en büyük hakaretlerden birisi olacaktır hiç şüphesiz.

İşte burada onları anlama sorunu ortaya çıkıyor. Peki nasıl? Öncelikle onları yaşadıkları dönemden soyutlar ve insan üstü varlıklar olarak ele almaya ve böyle tanıtmaya kalkarsak bir adım bile ilerleyemeyeceğimiz açığa çıkar. Fakat bizler, onlarla ilk tanışmamızı yaptığımız dönemde, büyük ölçüde bu yöntemden, yani maddeci tarih anlayışından bihaber olduğumuzdan ötürü çoğunlukla bunu yapma eğiliminde oluruz. Örneğin, Denizleri okuyup THKO'lu, Mahir'i okuyup THKP-C'li oluruz. Halbuki bu insanların savunduklarını iddia ettikleri mirastan, yani 150 yıllık devrim ve sosyalizm mücadeleleri tarihinden bihaberizdir henüz.

Onların içinde yaşadıkları döneme baktığımızda, yalnızca Türkiye'de değil, tüm dünyada yükselen bir öğrenci hareketi olduğunu görürüz. Yalnızca öğrenci hareketi değil, gerillacı ulusal kurtuluş hareketlerinin de dünya gençliğini oldukça etkilediğini görürüz. Ardından, öğrenci hareketinin yavaşça uykuya dalacağını ve yerini işçi sınıfı hareketine bırakacağını, yani bu anlamda öğrenci gençliğin bir ön haberci olduğunu farkederiz. Tüm dünyada hemen hemen aynı dönemde benzer sonuçların ortaya çıkması nasıl açıklanabilir? Bunun arkasında, üretim ilişkilerindeki değişikliklerin, toplumsal alana; sınıf mücadelelerine yansıması olduğu gerçeğini görmemiz gerekir. II. Dünya Savaşı sonrası kapitalizmin içine girdiği gönenç dönemi, artık iflas etmeye başlamıştır. Ulusal kalkınmacı-Keynesçi sermaye birikimi modeli, ulus-devlet sınırlarına sığmaz hale gelmiş ve dolayısıyla ona göre biçimlenen toplumsal sınıflar harekete geçmişlerdir; bu dönüşümü, üretimin küreselleşmesinin ön sesi olarak da algılayabiliriz.

Dünyada bu dönüşümler yaşanırken, Türkiye'de de 60 darbesi sonrası hız kazanan ithal ikameci ekonomi modeli, yoğun bir proleterleşmeyi, köyden kente göçü getirdi. Yine, daha öncesinde işçi-emekçi çocuklarına ihtiyaç duymayan, nitelikli işgücü ihtiyacını üst sınıftan sağlayabilen burjuvazinin kitlesel bir nitelikli işgücü ihtiyacı ortaya çıktı ve üniversiteler böylece işçi-emekçi çocuklarına açıldılar. Tüm dünyada '68 olarak anılan dönemde öğrenci hareketinden ziyade işçi sınıfının başat olduğunu ve döneme onun damgasını vurduğunu belirtelim. Bu konuda Türkiye de istisna değildi. Önce 1963'te Kavel greviyle grev hakkı mücadeleyle elde edildi ve 60'lar işçi sınıfının giderek kitleselleşen mücadelelerine sahne oldu. Bu mücadelelerde asıl taleplerin çalışma koşulları ve ücretlere dair olduğunu da belirtmek gerekiyor. Ancak özellikle iki örnek vardı ki, işte onlar siyasi olarak Türkiye işçi sınıfı tarihine damgasını vurdular. Bunlardan biri, çok bilinmeyen 1969 Alpagut deneyimiydi. Alpagut'ta işçiler işletmeyi işgal ettiler ve bir işçi konseyi oluşturdular. Bu, işçi sovyet-konsey ya da meclislerinin Cumhuriyet tarihindeki ilk örneğiydi. Alpagut'u 15-16 Haziran genel direnişi izledi. DİSK'in burjuvazi tarafından tasfiye edilmeye çalışılmasına karşılık İstanbul-İzmit bölgesinde yüzbini aşkın işçi fabrikalarından ve işyerlerinden kitleler halinde sokağa döküldü; devletin orduyu işçilerin üzerine sürmesi ve çıkan çatışmalarda ölen işçiler, dönemin yaygın sol tezlerini yaşam içerisinde çürüttüler. Bunlar, ordunun ilerici bir karaktere sahip olduğu düşüncesi ile devrimin önderliğini işçi sınıfının yapamayacağı ve bu yüzden işçi sınıfının ideolojik önder olduğu düşünceleriydi.

İşte bu koşullar altında, dönemin tüm sol yelpazesine bir laboratuvar işlevi görmüş olan Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) tamamen sistem içi parlamentarist çizgisiyle giderek daha da uyuşmaz hale gelen bir çizgi gelişiyordu TİP içerisinde. Dönemin üniversite işgallerine ve ABD karşıtı gösterilerine önderlik eden devrimci öğrenciler, öğrenci mücadelesiyle bir şeylerin değiştirilemeyeceği ve TİP'in de iflah olmaz bir sistem partisi olduğu düşünceleriyle gerilla mücadelesi yoluna girdiler. TİP konusundaki yaklaşımlarının oldukça net maddi temelleri olsa da, öğrenci hareketinin 1970-71 ile beraber geri çekilmeye başladığı gerçeğini göremediklerini söyleyebiliriz. Her şeyden önemlisi, TİP reformizminden bu kopuş, işçi sınıfının içine girme ve bir devrimci işçi sınıfı partisi oluşturmayı getirmediği için, aynı zaman da işçi sınıfından da bir kopuşu ifade ediyordu.
Dünyaya o dönem ulusal kurtuluşçu gerilla hareketlerinin damgasını vurduğunu ve bunun devrimci gençliği oldukça etkilediğini ifade etmiştim. Aynı şekilde, Marksizmin temelini oluşturan işçi sınıfı merkezliliğin o dönem yalnızca Türkiye'de değil tüm dünyada unutturulduğunu, bunda da Avrupalı komünist partilerin geçmişe uzanan kapitalist sistemle bütünleşme durumlarının ve Sovyetler Birliği'nin kendi çıkarlarına yönelik müdahalelerinin belirleyici olduğunu vurgulamak gerek. Mustafa Suphiler'den sonra Kemalist iktidarın sol destekçisi olmaktan başka bir şey yapmayan TKP'nin de 68 kuşağı gençliğine ne kadar Marksizmi öğretebileceği daha net anlaşılacaktır. Dolayısıyla, teorik eğitimini eski TKP'li kadrolardan ve Stalin, Dimitrov, Mao, Che, Doğan Avcıoğlu, Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı gibi isimlerden alan dönemin devrimci gençlik önderlerinin, hem dünyadaki koşullar hem de bu eğitim çerçevesinde işçi sınıfına sırtlarını dönüp gerillacılığa yönelmeleri çok daha anlaşılır olur.
İşçi sınıfının 15-16 Haziran'ları yarattığı ve Marksist devrimci partisini aradığı günlerde, gerilla mücadelesine yönelmenin işçi sınıfı devrimciliği olmadığını görmek zor değil. Döneme dair, Türkiye'nin bir köylü ülkesi olması sebebiyle kıra yönelmenin haklı olduğu ifadesi, başat gücün işçi sınıfı olduğu gerçeğine gözleri kapamak anlamına gelecektir. Aynı zamanda iki örnek, Marksist devrimci geleneğin hangi yoldan yürüdüğünü göstermeye yeter. Bunlardan ilki ve en belirleyicisi Rusya örneğidir. Rusya, 1900'lerin başında nüfusunun yüzde 90'ından fazlası köylü olan bir ülkeydi, ancak toplumsal devrimi gerçekleştirebilecek tek sınıf olan işçi sınıfıydı, bu yüzden işçi sınıfının içerisinde örgütlenen Bolşevikler zafere ilerleyebildiler. Lenin'in hiçbir zaman aklına köylere gidip gerilla mücadelesi başlatmak gelmedi. Yine, 1920'de kurulan TKP'nin de, gerilla mücadelesini benimsemediğini, sınıf temelli bir örgütlenme mücadelesine giriştiğini ve programında toplumsal devrim yazdığını unutmamak gerekir. Bir mücadele yöntemi olarak sınıftan kopuk gerilla mücadelesi, sınıf mücadelelerini ve işçi sınıfının devrimci rolünü reddetmek anlamına geliyor, bilinçli ya da bilinçsiz.
Deniz, Mahir ve Kaypakkaya'nın aynı teorik donanıma ve aynı siyasi programlara sahip olmadıkları bir gerçek, bu yüzden dönemin örgütlerini ayrı bir siyasi eleştiriye tabii tutmadım. Burada, her üç örgütün de gerillacı karakteri merkezinden hareket ettim, bu yüzden bir yanlış anlamaya yol açmamasını umuyorum. Sonuç olarak, mücadeleleri ve kararlılıklarıyla birçok insanı etkilemiş bu kuşağın, bugün yapıldığı gibi tabulaştırılmasına karşılık bizlerin yapması gereken şeyin onları aşmak ve dersler çıkarmak olduğu düşüncesindeyim. Marksizmin asıl kaynaklarının incelenmesi, yani kapitalizmi, işçi sınıfının neden devrimci olduğunu, sosyalizmin bilimsel maddi temellerini ve sınıf mücadeleleri tarihini incelemek; işte bunlar bizlerin önünü açacak ve mücadelemizi bir gerçeklik haline getirecektir.
Güneş y.

Hiç yorum yok: