10 Mayıs 2010 Pazartesi

Ahmet Türk'e Yapılan Saldırının Perde Arkasındakiler

Geçtiğimiz günlerde, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan DTP'nin siyasi yasaklı eski Genel Başkanı Ahmet Türk ve beraberindeki bir grup BDP'li parti üyesi ve milletvekili Samsun'a gitmişti. Geçen yılın Aralık ayında, Muş'un Bulanık ilçesinde, eski korucu olan (hatta JİTEM ile ilişkileri olduğu iddia edilen) iki kişinin DTP'nin kapatılmasını protesto eden kitleye kalaşnikof silahlarla ateş açması sonucu iki kişinin öldüğü ve ona yakın kişinin yaralandığı 'Bulanık Olayı' olarak da bilinen olayın yargılanmasının, “güvenlik gerekçesiyle” Samsun'a alınan ilk duruşmasını takip etmek için oradaydılar. Duruşma çıkışında Ahmet Türk bir basın açıklaması yaptı ve ardından aracına yöneldiği sırada “duygu”larına engel olamayan “duyarlı bir vatandaş” tarafından polisin gözü önünde faşist saldırıya uğradı.



Ahmet Türk'e yapılan bu

saldırının planlı bir saldırı olduğu, olayların gelişimi takip edildiğinde kolaylıkla anlaşılıyordu. Hem yargılanması yapılan olayın kendisi, hem de yargılamanın Hrant Dink'in katili olan Ogün Samast'ın ifadesi alınırken bir “kahraman” gibi muamele gördüğü yerde yapılacak olması, yani ortada provokasyona müsait bir ortam olması nedeniyle, BDP'li milletvekilleri kendilerine yönelik herhangi bir saldırı girişimi olasılığından hareketle Samsun'a gitmeden önce İçişleri Bakanlığı Müsteşarlığı'ndan gerekli güvenlik önlemlerinin alınmasını talep etmişti. Ancak işçilerin, Kürtlerin ve öğrencilerin haklı protesto eylemlerine panzerlerle, biber gazlarıyla ve binlerce çevik kuvvet polisiyle yığınak yapmayı ihmal etmeyen yetkililer, medyaya yansıyan görüntülerden de anlaşılacağı üzere o gün yeterli güvenlik önlemini almamıştılar. Bununla birlikte, saldırının gerçekleşmesinden az bir zaman önce saldırganın, Ahmet Türk’ün basın açıklaması yaptığı bölgeye yönelik çok rahat bir şekilde sözlü saldırıda bulunabiliyor oluşu ve bunun üzerine BDP'li milletvekili Sırrı Sakık'ın polisten saldırganın olay yerinden uzaklaştırması isteğine karşılık polisin herhangi bir müdahalede bulunmaması, saldırıya müsaade edilmiş olabileceği şüphesini artırıyordu. Ayrıca, saldırganın konum olarak bulunduğu yer, hal ve hareketleri, tavırları, giyim ve kuşamı (şapka takması gibi mesela) şüpheli olduğu yönünde dikkat çekiyordu. Polis, tüm bunları görmezden geldiği gibi, saldırganın Ahmet Türk'e yönelmesine ilk önce seyirci kalıp ancak daha sonra BDP'lilerin araya girip saldırgana müdahale etmesiyle birlikte saldırganı olay yerinden uzaklaştırdı. Tabii bu arada, polislerin de saldırgana destek çıkarak saldırının mağdurlarına fiziksel saldırıda bulunması gözlerden kaçmadı.

Ahmet Türk saldırıdan hemen sonra “herkesi akl-ı selime davet ediyorum” açıklamasını yaparak Kürtler'den gelecek karşı tepkileri dizginlemeye çalıştı. BDP'li yöneticiler saldırının provokasyon amaçlı yapıldığına dikkat çekerek, saldırıdan AKP hükümetini sorumlu tuttu ve hükümetten Samsun Valisi ile Emniyet Müdürü’nün istifasını istedi. Siyaseten sancılı bir dönemden geçilirken, bir de olayın doğurabileceği sonuçlarla karşı karşıya kalan hükümet, siyasi istikrarın tehlikeye girmesine mahal vermemek adına ve ayrıca anayasa değişikliği paketini meclisten geçirmek için desteğine ihtiyaç duyabileceği BDP’yi daha sürecin başında kaybetmemek için, Samsun Emniyet Müdürü'nü ve iki Emniyet Müdür Yardımcısı’nı görevden uzaklaştırmak durumunda kaldı. Hükümet ve muhalefet liderleri tek bir ses olup saldırıyı kınasalar da, onlara göre saldırı yine her zamanki gibi “münferit” bir saldırıydı. Samsun Valisi, saldırganın siyasi bir fikre sahip olmadığını ve “bireysel tepki” ile saldırının gerçekleştirilmiş olduğu açıklamasında bulundu.


Medyanın Tutumu

Ahmet Türk’e yapılan saldırı sonrası burjuva medyada iki farklı eğilime tanık olduk. Statükocu-devletçi kanadın temsilciliğini ve propagandasını yapan basın, saldırı haberini, “vatandaş tepkisi” biçiminde yorumlayarak “saldırı hakedilmiştir” anlamına gelecek şekilde verdi ve saldırgana duyduğu sempatiyi gizlemeye gerek duymadı. AKP hükümetini destekleyen liberal-muhafazakar basın ise, olayı güvenlik zafiyetine bağlıyordu ve saldırının arkasındaki güçlerin Ahmet Türk gibi “ılımlı” birini hedef seçmesinin yanlışlığına dikkat çekiyordu. Saldırı haberi basının her iki kesimi tarafından farklı bir şekilde verilse de ortaklaştıkları noktalar olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Basının her iki kesimine göre de saldırı faşist bir saldırı değildi, basit bir yumruklu saldırıydı; Kürt ve Türk halklarının birbirini boğazlamasına yol açmak amacıyla bir planın ilk adımı değildi; “Bulanık Olayı” davasının “güvenlik gerekçesiyle” Samsun'da görülmesi yanlış bir karar değildi; davanın mutlak suretle olayın meydana geldiği yere alınmasına gerek yoktu...

Burjuva basının her iki kesiminin arasındaki asıl tartışmalar köşe sütunları üzerinden sermayenin kalemşörleri tarafından yürütüldü. Hürriyet gazetesindeki köşesinde iğrenç ve seviyesiz bir üslupla “Yumruk” başlıklı yazıyı kaleme alan Yılmaz Özdil, şiddet ve nefreti överek ve aynı zamanda körükleyerek ülkü ocaklarında yetişen Ağca'ların, Çatlı'ların ve Samast'ların “duygularını tatmin etmek”le kalmıyordu onları iş başına çağırıyordu. Yılmaz Özdil'in bu yazısına karşılık, Radikal gazetesi yazarı Cengiz Çandar, “Ahmet Türk ve 'medyanın Ogün Samast'ları'” başlıklı yazısında çok doğru eleştirilerde bulunuyor ve arkasından sistemle sorunu olmayan, devletle barışık biçimde Kürt sorununun çözümünü savunan “sağduyulu” Ahmet Türk'ün sistemin istediği gibi Kürt hareketini kontrol altına almasındaki çabalarını önemsiyor ve takdir ediyordu. İki yazar arasındaki tartışmaya darbeci generallerle ilişkisi olduğu herkes tarafından bilinen Ertuğrul Özkök de dahil oldu. O, köşe yazısında, Yılmaz Özdil'in yalnız olmadığını ve onu desteklediğini “Her zamanki olağanüstü zeka, ondan üstün üslup ve espriyle yazılmış bir yazı” sözleriyle dile getirdi. Özetle medya, birkaç istisna dışında yüksek perdeden saldırının taraftarlığını yaparak saldırının anlamını ve perde arkasındakileri gözlerden uzak tutmaya çalıştı.

Saldırının Zamanlaması ve Anlamı Üzerine
Önceki sayılarımızda AKP hükümetinin küreselleşmeci politikaları eliyle, devletin hantallaşan bürokratik kurumlarının küresel sermayenin çıkarlarına uygun bir şekilde hızlı işler hale getirilmeye çalışıldığını, devletin bir kabuk değiştirme süreci yaşadığını belirtmiştik. Bununla birlikte, bu sürecin sancılı geçeceğini, liberal büyük sermaye ile ulusalcı asker-sivil bürokrasi arasındaki çatışmadan ve statükocu-devletçi kanadın, son kalesi olarak gördüğü yargıda yaşananlardan da anlaşılacağı üzere, “değişim”e karşı bir direniş gösterileceğini de belirtmiştik. Şu zamana kadar “değişim”e direnenlerin siyasi ve maddi varlıklarını Türk-Kürt, laik-anti-laik, Alevi-Sünni, Gayrimüslim-Müslüman farklılıkları üzerinden yarattıkları çatışmalara dayandırdıkları net olarak görüldü. Ancak bu kesim, bugün, iflas eden “şeriat geliyor” paranoyasından vazgeçerek yerine ellerinde tek koz olarak kalan, halklar arasında etnik temelli toplumsal çatışma ortamı yaratma oyunu peşinde.


İşte Ahmet Türk'e yapılan bu saldırı ve burjuva basınına göre saldırıdan önce planlandığı iddia edilen iki polisin öldürülmesinin saldırıdan birkaç gün sonra gerçekleştirilmiş olması, Türk ve Kürt halklarının karşı karşıya getirilerek yeni bir toplumsal çatışma ortamına zemin hazırlanmaya çalışıldığını gösteriyor. Ancak, bu tür bir çatışmanın hem Türkiye'nin dünya konjonktürü içinde bulunduğu durumu sekteye uğratacak olması, hem de AKP hükümetinin siyasi iktidarını kaybettirmeye yönelik olması nedeniyle hükümet, statükocu kesimlerin planlarını engelliyor ve açığa çıkarıyor. Ama öte yandan, faşistleri kollamayı da ihmal etmiyor. Saldırının hemen ertesi günü toplanan bir grup faşist, Ahmet Türk'e yapılan saldırıyı protesto eden, “Emek ve Demokrasi Güçleri” adı altında toplanmış yaklaşık 100 kişilik gruba saldırdı ve arkasından demokratik kitle örgütlerinin ve TKP gibi siyasi partilerin binalarına taşlarla saldırıda bulundu. Buna rağmen, polis bu saldırılara da seyirci kalıp hiçbir müdahalede bulunmadığı gibi, saldırganları göz altına da almadı.

Özellikle son bir yıl içersinde, medyada ve internet ortamında Kürtler aleyhine kampanyalar düzenlendiği bir gerçek. Hatırlanalacağı üzere, İzmir'de DTP konvoyuna yine bir grup faşist saldırmıştı; arkasından, Bayramiç'te Kürtlere yönelik linç girişiminde bulunulmuştu; İstanbul'da ve Muş'ta eli silahlı saldırganlar, protesto gösterileri düzenleyen kitleye silahlarla karşılık vermişti; yine eli silahlı saldırganlar tarafından BDP Genel Merkezi binası kurşun yağmuruna tutulmuştu. Dahası, Ahmet Türk ve Osman Baydemir gibi Kürt siyasetçiler “kimileri” tarafından tehdit edilmişti. Özetle, bu ve benzeri saldırılar, 90'lı yılların ortalarına doğru Kürtleri hedef alan olayları anımsatarak, saldırıların arkasındaki güçlerin devletin gizli güçleri olduğuna işaret ediyor ve aynı filmin tekrarlanmaya çalışıldığını gösteriyor.

Sosyalistlerin Görevi
İçinden geçmekte olduğumuz dönemde her türden provokasyona uygun zemin hazırlanmış bulunuyor. Bu yüzden, “değişim”e direnen kesimler provokasyon yapmaktan geri durmayacaktır. Bu noktada, hem Ahmet Türk'e yapılan faşist saldırıda hem de benzeri olabilecek her türlü saldırıda sosyalistlere büyük görev düşüyor. Bu ve benzeri saldırılar, halkların birbirini boğazlamasını ve işçi sınıfının birliğinin parçalanmasını amaçlayan girişimlerdir. Dolayısıyla, sosyalistler, ezilen Kürt halkını hedef alan faşist saldırılar karşısında Kürt halkının yanında olmalı ve bununla birlikte, emekçiler arasında daha da palazlandırılmaya çalışılan her türlü milliyetçiliğe ve şovenizme karşı işçi sınıfını enternasyonalizmin bayrağı altında toplamak, birleştirmek için yoğun bir mücadelede bulunmalıdır. Aksi taktirde egemen sınıfın bu oyunları, sonuçlarını tahmin edebildiğimiz toplumsal-etnik çatışmalara yol açacak, sömürü düzeninin çarkları eskisinden daha acımasızca işlemeye devam edecek ve çarkların arasında yine emekçi kitleler kalacaktır.

Meso

Hiç yorum yok: