2010 1 Mayıs'ı tüm dünyada kutlandı. Türkiye'de de birçok ilde gerçekleştirilen kutlamaların her zaman olduğu gibi en dikkat çekeni İstanbul 1 Mayısı'ydı. 200 bini aşkın işçi ve öğrencinin katılımıyla 1 Mayıs Taksim Meydanı'nda kutlanan işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma gününde kızıl bayrağımız ve Enternasyonal marşıyla yerimizi aldık.
Bu yılki 1 Mayıs bir kez daha gösterdi ki
, terörün kaynağı devrimci işçiler ve gençler değil devlettir. Bu yüzden bu yıl devletin herhangi bir provokasyona başvurmaması sonucu kutlamalar olaysız bir şekilde gerçekleşebildi. Geçtiğimiz yıllarda dizginsiz bir şiddete başvurmaktan çekinilmemiş olması, terörün kaynağını toplum nezdinde az çok göstermişti. Burada, 1 Mayıs'ın nasıl kazanıldığı sorunu çıkıyor ortaya. Bir yandan çeşitli sendika bürokratları “biz mücadele ettik oldu” şeklinde sahneye çıkıyorlar, diğer yandansa siyasi iktidar “demokrasi için biz verdik” diye atlıyor sahneye. 1 Mayıs mücadelelerini yakında izlemiş olanlar bu sahnenin bir burjuva sahnesi, anlatılanlarınsa masal olduğunu kolayca görebilirler. Demokrasi maskesi takmış burjuva diktatörlüğü ile bugüne kadar herhangi bir mücadelede yer almamış sendika bürokratları düşman değil, kardeştirler.
Gerçek proleter sahneyi kuran, 1 Mayıs'ın yolunu açanlar aralarında Marksistlerin de yer aldığı devrimci işçiler ve öğrenciler olmuştur. Çeşitli burjuva partileri ya da sendika bürokratları ise bugün bu meyveyi yeme telaşındalar. Her iki kesim de, 1 Mayıs mücadelesi verenleri terörizmle yaftalamış, sendika bürokratları yıllardır devletin buyurduğu yerde 1 Mayıs'ı kutlamış, devrimcileri ise devlet terörü ile başbaşa bırakmıştır. Bu yüzden, sendikalizmden ve sendika bürokrasisinin kuyruğundan kopamayan solun da “mücadele ettik” söylemleri ikiyüzlülükten başka bir anlama gelmiyor. Geçtiğimiz yıllarda Taksim'de 1 Mayıs mücadelesi veren ve bu mücadeleyle önce 1 Mayıs'ı yasallaştırıp sonra da resmi tatil haline getirenleri “alan fetişizmi” ile suçlayıp, devletin gösterdiği yerde, Kadıköy'de 1 Mayıs'ı kutlayan, bu yılsa herhangi bir özeleştiri verme ihtiyacı duymadan 1 Mayıs Taksim Meydanı'na gelen siyasi grupların ne kadar tutarlı oldukları (!) da görülmüş oldu (bkz: EMEP, İşçi Cephesi ve Marksist Tutum dergileri).
Bu yılki 1 Mayıs'a dair bir diğer
önemli konu da, onun sendika bürokrasilerinin egemenliğinde gerçekleşmiş olduğudur. İktisat-Siyaset olarak 1 Mayıs bildirimizde, önümüzde duran görevin, 1 Mayıs'ın gerçek anlamıyla, yani devrimci bir gösteriye dönüştürülmesi gerekliliği olduğunu ifade etmiştik. Bunun yolunun da 1 Mayıs'ı sendikacıların kontrolünden çıkarmaktan geçtiğini vurgulamıştık. Elbette kısa vadede gerçekleştirilmesi zor olan bu görevin anlamı 1 Mayıs'la sınırlı değil; bu aynı zamanda Türkiye işçi sınıfının örgütlülük ve bilinç düzeyinin gelişimine, bunlara paralel Marksist partisinin vücut bulmasıyla da yakından alakalı. Bugünkü durumdaysa gerçekleşen şeyse siyasi liberalizmin ve ulusalcı taleplerin öne çıktığı bir 1 Mayıs'tır. Bunda alana hakim olan sendika bürokrasilerinin rolü belirleyici olduysa da, ulusalcı küçük burjuva solun da farklı bir tutum sergilemediği vurgulanmalı. AKP'nin küreselleşmeci politikaları karşısında yüzünü gittikçe daha da “ulusal” sermayeye ve “sol” sendika bürokrasilerine dönen küçük burjuva milliyetçi solunun sloganları basit bir AKP karşıtlığı ve demokratik reform taleplerini aşamadı.
Devrimci enternasyonalist sloganların bu düzlemde kaçınılmaz olarak cılız kaldığı bir 1 Mayıs'ı geçirdik. Burjuvazinin, kutlamalara izin vermek zorunda kaldığı 1 Mayıs'ı, sendikalar ve onun kuyrukçuları eliyle zararsız bir güne çevirme yönünde adımları bu yıl alana hakim oldu. Bu gerçeklik kendisini bu kadar net göstermesine rağmen, hala sendika bürokrasilerine dair yanılsamalar yaratmayı sürdüren sol'a verilebilecek en iyi yanıtsa yine alandan, işçilerden geldi. Türk-İş bürokratı Mustafa Kumlu'yu kürsüden kaçmak zorunda bırakan protestolar, işçi sınıfının hangi yolu tutması gerektiğini bir kez daha göstermiş oldu.
1 Mayıs'ta ortaya çıkan “birlik” durumunun, sanıldığı gibi kalıcı olmayacağını belirtmemiz gerekir. Bunun, kapitalizmin sınıf çelişkilerini gittikçe keskinleştiren uluslararası dinamiklerinden kaynaklandığını ve sonucunda liberal, ulusalcı, faşist, demokrat ve komünist; işçi hareketi içindeki tüm bayrakları saflaştıracağını göreceğiz. Bu aynı zamanda, işçi sınıfının kızıl bayrağının da daha net bir şekilde ortaya çıkacağı bir dönem olmak zorunda. Bu yılki 1 Mayıs ise, burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki ideolojik egemenliğinin gücünü net bir şekilde gösterdi. Bu egemenliğin kırılmasının yolu, her türden ulusalcı ya da liberal burjuva akımına karşı kararlı bir mücadele sürdürmek ve işçi sınıfının Marksist enternasyonalist partisini yaratmaktan geçiyor.
Aştık, aşıyoruz denilen küresel ekonomik krizin aslında aşılamadığı, aksine bugüne kadar suni yöntemlerle ayakta tutulan ülke ekonomilerinin çöküş sinyali verdiği en son Yunanistan’da yaşananlar eliyle ortaya çıktı. Kitlelerin birikmiş öfkesi, egemenlerin şu ya da bu kanadına karşı besledikleri umutların bir bir yıkılması Yunanistan’da geçtiğimiz senelerde yaşananların bir kez daha fakat bu kez daha güçlü bir biçimde ortaya çıkmasına sebep oldu. AB üyesi ülkelerin oluşturduğu Euro Bölgesi’nin en zayıf halkası olan Yunan ekonomisi çöküşün eşiğine geldi.
Yıllarca farklı burjuva alternatifleri denemiş ve onlardan bir beklentisi kalmamış kitlelerin oylarıyla 2009 yılında iktidara yükselen sosyal-demokrat burjuva PASOK şimdi sokağa dökülen ve AB-IMF aracılığıyla sırtlarına bindirilmek istenen ekonomik yüke isyan eden aynı kitlelerin tehdidi altında. Genel grevlerle, polisle çatışmaya kadar varan sokak gösterileriyle işçiler, emekçiler, öğrenciler krizin faturasının kendilerine kesilmesine karşı çıkıyor ve “hırsızlardan hesap soracağız” diyor.
Geleneksel olarak güçlü sendikal örgütlenmelerin varlığı ve küresel ekonomiye Türkiye’de yaşandığı gibi (12 Eylül) kesin bir dönüşümle eklemlenememiş olması Yunanistan’da mevcut durumu yaratan iki önemli faktör. Bunlardan ikincisi, birincisini -güçlü sendikaları- mümkün kılıyor. Yunanistan’daki toplumsal altüst oluşun, tehlike sinyalleri veren İspanya, Portekiz, İrlanda ve hatta İngiltere gibi AB ülkelerine sıçraması mümkün görünüyor, burjuvazinin dizlerini titreten, Yunanistan’a yardıma gönüllü olmalarını sağlayan da asıl olarak bu.
Sosyal demokrat PASOK'un alternatifi olarak görülebilecek Stalinist Yunanistan Komünist Partisi'nin sınıf işbirlikçi karakteri ile emekçi kitlelere sunabileceği bir çözüm olmadığı ortada. Daha geçtiğimiz ay yaşanan Kırgızistan'daki gelişmelerin de tekrar gösterdiği gerçek, bugün kendisini Yunanistan'da yakıcı bir şekilde hissettiriyor. Bu, sermayenin diktatörlüğüne son verecek devrimci bir parti örgütlülüğünden işçi sınıfının yoksun olduğu gerçeğidir. Bu yüzden de Yunanistan'da hükümeti devirecek olası bir ayaklanma sosyalist bir devrimle değil, iktidarın egemen sınıf içerisinde el değiştirmesiyle sonuçlanabilir. Ayaklanan kitlelere bu gerçeğin bıkmadan anlatılması gerekiyor, kitlelerin haklı öfkesi ancak bu gerçekten hareketle sorunun asıl kaynağına yönlendirilebilir ve onu aşabilir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder