Yoğun bir Mart ayının ardından Nisan sayımızla yeniden beraberiz. İktisat-Siyaset'in Nisan sayısına yazıları ve çalışmalarıyla katkı sunan birçok şehirden arkadaşımıza teşekkür ederek “içeride” değinemediğimiz gündem maddelerine geçelim...
Mart ayı dünya çapında yaşanan her gelişmeyle, bir kez daha içinde yaşadığmız dünya toplumunu sorgulama zorunluluğunu ve insanlığın yeni bir dünyaya duyduğu özlemi gözler önüne serdi. Önce Japonya'da yaşanan deprem ve tsunami geldi. 9 büyüklüğündeki deprem ve devasa dalgalardan oluşan tsunami ilk bakışta önlenemez bir felaket gibi görünse de, asıl felaket insan yapımı nükleer santrallerin gördükleri zarar sonrasında açığa çıkmaya başladı. Deprem ve tsunami riski birkaç yıl öncesinden tespit edilmiş olsa da, Japonya devleti bu konuda en ufak bir önlem almış değildi. Sonuçta büyük bir deprem ve tsunami riskinin bulunduğu bölgede yaşayan halk felaketin gelişine kadar yaşadığı bölgede bekletildi.
Binlerce insanın ölümü ve yaralanması, milyonlarcasının yaşadıkları yerlerden tahliye edilmesi ve yine birçoğunun evsiz kalmasıyla sonuçlanan bu felaket, nükleer faciayla da pekiştirildi. Depremin ardından ellerini ovuşturmaya başlayan kapitalistler, depremin yarattığı yıkımın onlara devasa karlar sağlayacağını açıkça ifade etmekten çekinmediler. Doğal afet sonucunda öncelik binlerce insanın ihtiyaçları yerine “piyasaların normale dönmesi için” dolarların borsaya akıtılması ve “ucuzlayan ve fırsat yaratan fonlar”ın dünya piyasalarındaki akbabalar tarafından kapışılması oldu. Gözleri kapitalizmin insanlık dışı ilişkilerinden başka bir şey görmeyen kimi analistler ise yaşanan yıkımın Japonya için gelecekte daha hızlı büyümesini sağlayacağını yazacak kadar insanlıktan uzaklaşmışlardır.
Depremin ardından nükleer santrallerde meydana gelen patlama, kapitalizmin kar hırsı için insan sağlığını ve yaşamını hiçe saydığını bir kez daha göstermiş oldu. Henüz Çernobil faciasının yaraları sarılamamışken gelen bu patlama ve yarattığı etkinin dünya çapında olacağı ve çok daha büyük zararlara yol açacağı tahmin ediliyor. Bugün radyoaktif bulutlar batıdan Türkiye sınırlarına dahi girmiş bulunuyor. Tam da bu günlerde Akkuyu nükleer santrali yapım projesine hız verilmesi ve hükümet tarafından dalga geçercesine yapılan açıklamalar, sermayenin Japon, ABD'li ya da Türk bir farkı olmadığını gösteriyor. Japon hükümet yetkilisinin suda radyasyon olmadığını kantılmak (!) için su içmesi bize hiç de yabancı değil. Fisyon enerjisine dayalı nükleer santraller -ki sayıları dünya çapında 400'ün üzerinde- yarattıkları binlerce yıllık atıklar ve yaydıkları radyasyonla tüm dünya insanları için büyük bir tehdit oluşturmakta. Japonya'daki nükleer santralden sızan radyoaktif enerjinin birkaç gün içerisinde neredeyse tüm dünyaya bulut olarak yayılması, burjuva devletlerin ulusal sınırlarının radyasyon karşısında çaresiz kaldığını da gösteriyor.
Kapitalistlerin maliyet hesapları, uranyum gibi büyük çekirdekilerin parçalanmasıyla elde edilen fisyon enerjisine dayalı nükleer santrallerin tercih edilmesini doğuruyor. Bugünkü santrallerin ne tür felaketlere yol açtığı ve açma ihtimali olduğuysa açık. Ancak bu, nükleer enerjiye bir bütün olarak karşı çıkılması gerektiği anlamına gelmez. Fisyonun aksine, hidrojen gibi küçük çekirdeklerin birleşmesiyle ortaya çıkan bir nükleer enerji daha var: füzyon enerjisi. Kapitalistlerin maliyet hesapları nedeniyle yaptırım yapmadığı bu enerji çeşidi; hem radyoaktif atık doğurmamakta hem de radyasyon riski taşımamaktadır. Yani rüzgar ve güneş enerjisi gibi doğa ve insanla uyum içinde bir enerjidir.
Çevre ve enerji sorunu hiç şüphesiz bugün dünyanın en yakıcı sorunlarından birisi. Bu konuya dair yaklaşımlarsa kaçınılmaz olarak sınıfsal bir temele denk düşüyor. Sermaye sınıfının liberal ve ulusalcı temsilcileri meseleye düşük maliyet ve “ulusal çıkar” bağlamında yani egemen sınıfın çıkarları ekseninde yaklaşıyorlar. Merkeze koydukları çevre ve insanla barışık yenilenebilir enerji kaynakları değil, ucuz ve ülke sınırları dahilinde bulunan enerji kaynakları oluyor. Örneğin ulusalcılar kömüre dönüşü “ulusal kaynağımız” diyerek savunabiliyorlar. Bugün içinde bulunduğumuz durum çevre ve enerji konusunda da her türlü burjuva ve ulusalcı çözüm önerisinin iflas ettiğini gösteriyor. Burjuva ulusal sınırları tanımayan dünya işçi sınıfının çözüm perspektifi, insanlığın enerji ihtiyacının dünya çapında yenilenebilir-temiz enerji kaynaklarıyla planlanması ve düzenlenmesi esasına dayanıyor. Bu, ulusal sınırları yaratan kapitalizmin dünya işçileri tarafından ortadan kaldırılması ve tüm insanların güneşli bir geleceği doğru yürümesinden başka bir şey değil.
Libya'da iç savaş sürerken, emperyalist devletler bir kez daha “barış için” saldırıya geçtiler. Önce Fransa önderliğindeki “koalisyon güçleri” yani başlıca emperyalist devletler, ardından da uluslararası savaş makinesi NATO devreye girdi. Önceleri NATO'nun müdahalesine karşı çıkan Türkiye hükümeti, ardından yaşanan gelişmelerle (koalisyon güçlerinin müdahalesi) pastadan pay almak için NATO'nun devreye girmesi için en çok bastıran devlet oldu. Öyle ki, Lbya'ya yönelik müdahalenin yalnızca Libya'yla sınırlı kalmayacağı, Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki “yeniden yapılanma”da önemli bir aktör olarak emperyalist devletlerin yer alacağı açığa çıkmıştı. İzmir'in NATO'nun komuta merkezi olmasını başaran (!) Türkiye, meclisinde de AKP-CHP-MHP onayıyla tezkereyi geçirmiş ve donanmasını Libya sınırına göndermiş durumda. Kendilerini her fırsatta barıştan, halklardan yana olarak sunan bu üç burjuva partisinin gerçek yüzü Libya'ya emperyalist müdahaleye verdikleri destekle bir kez daha açığa çıkmış oldu. Bu durum, sözü geçen partilerin önderlerinin “kötü” insanlar olmalarından değil, bu partilerin kapitalist sistemin ve egemen sınıfın organik parçaları olmalarından doğan kaçınılmaz bir durumdur. Savaşları doğuran kapitalizmden beslenen partilerin savaşlara karşı net bir duruş sergilemesini beklemek anlamsız olur.
Hal böyleyken, Libya'da Kaddafi'ye karşı sürdürülen operasyonlarda isyancıların emperyalistler ve Türkiye gibi küçük ortaklarınca destekleniyor oluşu kafaları karıştırmasın. Şu an Libya'da isyanın başını çeken güçler, ne varolan kapitalist sistemi yıkmak ne de emperyalistlere karşı savaşmak niyetindeler. Onlar, Tunus ve Mısır'da olduğu gibi, halk isyanının yarattığı önderlik boşluğunu doldurmak ve Kaddafi'nin yerini alarak bölgede “düzeni sağlamak” niyetindeler. Emperyalist devletlerin isyancıları “demokrasi güçleri” olarak adlandırmaları ve açık destek vermeleri, isyancıların ülkedeki yeraltı kaynaklarının önemli bir kısmını kontrol ediyor olmalarından ve emperyalistlerle hiçbir sorunlarının olmamasından kaynaklanıyor.
Afganistan ve Irak işgallerinde gördüğümüz, bugünde Libya'ya yönelik müdahalede karşı karşıya olduğumuz durum bir noktayı daha vurgulamamızı zorunlu kılıyor. Afganistan'da Taliban'ın, Irak'tada Saddam'ın emperyalist müdahaleye karşı “anti-emperyalist” bir savaş vereceğini-verdiğini savunanlar olmuştu. Bugün de benzeri bir yaklaşım Kaddafi konusunda ortaya çıkabilir. Öyle ki Kaddafi de, geçmişte “sosyalist” ve “anti-emperyalist” olarak ilan edilen bir burjuva diktatörüdür. Bizler, ne Kaddafi'nin, ne de ona karşı savaşan burjuva Ulusal Geçici Konsey'in hiçbir ilerici yanı olmadığını düşünüyoruz. Her iki kanat da ülkedeki kapitalist diktatörlüğü kimin sürdüreceğinin ve dünya kapitalizmiyle kimin uzlaşacağının savaşını veriyorlar. İsyan eden diğer emekçi halklar için olduğu gibi, Libyalı emekçiler için de siyasi baskı, sefalet koşullarında yaşamaktan kurtuluşun yolu varolan sistemin yıkılmasından geçiyor. Bu, ancak uluslararası işçi sınıfının bu hedef ekseninde örgütlenmesi ve birleşmesiyle mümkündür. Libya'ya yönelik müdahaleyi durduracak güç Libya'ya saldıran devletlerin sınırları içinde yaşayan işçilerin ve Libyalı emekçilerin ortak mücadelesidir.
Türkiye işçi hareketinde bir kıpırdanma yaratma ihtimali taşıyan Birleşik Metal-İş üyesi 15.000 işçinin grevi, bizzat sendika eliyle yavaş yavaş kırılıyor. Gebze AREVA fabrikasında başlayacak olan grev için gittiğimiz fabrikada, sendikacıların “zafer” kazandık, “greve çıkmadan sözleşmeyi imzaladık” diyerek dayanışma için gelen sol kurumların önemli bir kısmını kendisine yedeklemesine ve “zafer halayı”na katmasına şahit olduk. Şimdi AREVA fabrikasını diğer fabrikalar izliyor. Metal işçisinin hiçbir söz hakkının bulunmadığı bu süreç bizzat sendika bürokratları eliyle sağlanan anlaşmalarla “zafer” olarak sunuluyor. Metal süreci, bir kez daha sendika bürokratları aşılmadan işçi sınıfının hiçbir önemli kazanım elde edemeyeceğini gösteriyor. İşçiler tabanda -sendikanın bürokratik yapısının aksine- işçi demokrasisi esasında işyeri-fabrika komitelerini kurarak mücadelelerini kendi ellerine almak zorundalar, yalnızca bu şekilde sendika bürokrasisinin aşmak ve mücadeleyi ilerletmek mümkün olabilir. Ontex'te bunu yaşama geçiren işçilerden 16'sının sendikanın patrondan “ricasıyla” işten atılması tesadüf değildir. Ontex fabrikası işçileri, tabanda kurdukları öz-örgütlenmeyle mücadeleleri her nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, işçi sınıfı mücadelesine büyük bir katkı yapmışlardır. Sınıfın tabandan harekete geçebileceğini ve patron-sendika işbirliğine karşı direnebileceğini gösteren Ontex işçilerinin mücadelesi, bu yılki 1 Mayıs'a da örnek olmalıdır. Geçen yılki 1 Mayıs'ı kendi çıkarları doğrultusunda kullanan sendika bürokratlarının alandan defedilmesi ve kürsüye gerçek sahiplerince el konulması, 1 Mayıs'ın gerçek anlamını ortaya koymak için elzem. Çünkü 1 Mayıs, sendika bürokratlarının reformist ya da liberal söylemlerinin değil, işçi sınıfının sosyalist sloganlarının damgasını vurması gereken dünya işçilerinin mücadele günüdür.
Bu yılki 1 Mayıs, Kuzey Afrika'dan Ortadoğu'ya birçok ülkede ayağa kalkan emekçi halkların mücadelesinin, tüm ülkelerdeki emekçilerin birleşerek alanlara taşımasının gerektiği bir 1 Mayıs... Kapitalizmin, çevre felaketleriyle, emperyalist müdahaleleriyle ezilen dünya çoğunluğuna artık verecek hiçbir şeyinin kalmadığının, alacaklarınınsa hayli çok olduğunun birkez daha açığa çıktığı dünyamızda, işçilerin-emekçilerin dünya çapında birleşmesi gerekliliğinin yakıcı bir şekilde açığa çıktığı bir dönemden geçiyoruz. Savaşlara, çevre felaketlerine dur demek için, yalnızca diktatörleri değil, burjuva diktatörlüğünü yıkmak, dünya çapında barışı ve özgürlüğü egemen kılmak için; işçi sınıfının yeni bir dünya yaratacak elleriyle ve dünya görüşüyle birleşelim.
Sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz bir Dünya için 1 Mayıs'ta alanlarda olalım!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder