2010 yılına girdiğimiz şu günlerde hem dünyada, hem bölgede hem de Türkiye'de oldukça önemli gelişmeler yaşanıyor. Bizler de İktisat-Siyaset çalışanları olarak öne çıkan her konuya dair görüşlerimizi paylaşmaya çalışıyoruz. Öylesine yoğun bir gündem ki, çoğu defa yazılarımızla yetişmekte zorluk çekiyoruz, özellikle de aylık bir yayın hazırladığımız için... Yine de öne çıkan üç başlık hakkında kısaca görüşlerimizi paylaşmakta yarar var; gündemi sıcak tutmak, tartışmayı da geliştirmek için.
“Açılım”
Hükümetin 2009 yılı içerisinde giriştiği ve adına önce Kürt açılımı denen, sonra demokratik açılım, milli birlik projesi gibi isimlerle ifade edilmeye başlanan “açılım”a değinelim. Öncelikle, bir şeyi ismiyle anmadan o şeye dair sorunu gerçekten çözeceğini iddia etmek pek de samimi görünmüyor. Kürt sorununu adıyla anmadan çözme girişimini sürdüren hükümetin, bu adımları neden attığını önceki sayılarımızda ifade etmeye çalışmıştık. Bu görüşümüzde herhangi bir değişiklik yok.
On yıllar öncesine dayanan ve siyasi bir sorun olan Kürt sorununun bugün Türkiye Cumhuriyeti devleti adına siyasi iktidar tarafından kendi belirlediği sınırlar içerisinde çözülmeye çalışılmasının arkasında birkaç neden yatıyor. Birincisi, gerçekte AKP hükümeti, doğası gereği bir burjuva hükümeti olarak, “demokrasi ve insan hakları” gibi kavramlara bağlı olduğundan bu işe girişmiş değil (aslında böyle bir bağ hiç olmadı), gerçekte Kürt halkının tüm demokratik talepleri de karşılanacak değil. Amaç, asıl olarak Kürt sorununu değil “PKK sorunu”nu çözmek ve onu dağdan indirmek. Peki bu neden gerekiyor? Bugün gelinen noktada ne uluslararası sermaye ne de Türkiye burjuvazisi bölgede süren siyasi istikrarsızlık durumuna tahammül edemez hale gelmiş durumda. Öyleyse bölge savaştan arındırılmalı, siyasi istikrara kavuşturulmalıdır diyor sermaye. Çünkü, silahlı çatışmaların yaşandığı bu coğrafya önemli enerji kaynaklarının geçiş noktası konumunu kazanmakla birlikte, hem Türkiyeli hem de küresel sermayenin iştahını kabartmakta. Buraya yapılacak sermaye yatırımları büyük artı-değerler vaadediyor. Bölgesel asgari ücret tartışmaları boşuna yapılmıyor, batıda 550 liraya çalışan işçiler, bölge'de bunun yarısına belki daha da azına çalışmaya hazırlar. Aynı şekilde, Türkiye'nin Kuzey Irak'taki 'Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ne dair ekonomik ve siyasi emelleri de bulunuyor. Bunlar “açılım”ın en önemli ayakları (açılımın sadece Kürtlerle sınırlı olmadığı, Ermenistan, Suriye gibi ayakları olduğu da hatırlanırsa sermayenin izlediği program daha iyi anlaşılacaktır). Burada vurgulanması gereken önemli birkaç nokta olduğunu düşünüyoruz. Bunlardan birincisi, “açılım”ın emperyalistlerin dayatmasıyla gerçekleşmiyor oluşudur. Ulusalcı solun iddia ettiğinin aksine uygulanan program küresel sermaye-Türkiye burjuvazisi işbirliği ile gerçekleşmektedir. Bunun aksi yaklaşımlar, Türkiye burjuvazisinin gerçek konumunu gözlerden saklamaktan başka bir işe yaramaz. Bir diğer önemli nokta da, hükümet eliyle yürütülen açılımın düz bir çizgi izlemeyeceği, kırılmalarla ilerleyeceği gerçeğidir. Daha önce de vurgulamaya çalıştığımız bu nokta özellikle Aralık ayı sonunda yaşanan gelişmelerle bir kez daha doğrulanmış görünüyor. “Açılım”ı muhatapsız yürütme çabasındaki hükümet, işlerin hiç de kendi sandığı kadar kolay gelişmeyeceğini anlayacak mı bilmeyiz ama, hem DTP'nin kapatılmış olması, hem de eski DTP'lilerin BDP ile demokratik-yasal çerçevede siyasete devam etme adımlarına rağmen gerçekleşen KCK operasyonu “açılım” sürecine indirilmiş önemli darbelerdir ve devlet içindeki gizli çatışmanın dışa vurumudur. Bununla birlikte, İmralı faktörü de kendisini son gelişmelerle yakıcı bir şekilde hissettirmiştir. Öcalan, eğer beklediği adımlar atılmazsa hem dağdan inmeleri durduracağını beyan etmiş ve bunu yapmış, hem de Kürtlerin belirli bir kesimini istediği zaman sokağa dökebileceğini bir kez daha göstermiştir. Ve yine o, eski DTP vekillerinin parlamentoda kalmaları yönünde belirleyici olmuştur. Tüm bu nesnel gerçekler, hükümeti oldukça zor bir duruma sokmakta. AKP, DTP'nin kapatılmasına karşı tavır almaya çalışmış ama MHP-CHP şovenist dalgasına kendisini kaptırarak, hem Kürtlere hem DTP'ye saldırmış ve nesnel olarak DTP'nin kapatılmasına destek olmuştu (aynı şekilde “parti kapatma yasası”nı değiştirmemiş olması da ayrı bir burjuva ikiyüzlülüğüdür). Şimdi gelinen noktada, bırakalım Öcalan'ı muhatap almayı, BDP'yi bile muhatap olarak görmeme tavrını sürdüren AKP, her ne kadar “açılım”ı sürdürmekte kararlı -ve bunda zorunlu- olsa da bir karar vermek zorunda kalacak. Öyle ki, AKP'nin bu önemli meselede çuvallaması bir parti olarak onun da sonunu getirebilir.
Tüm bunların ışığında bölgeye gerçek bir barışın ve demokrasinin gelmesinin, Kürt sorununun çözümünün nereden geçtiğini bir kez daha vurgulamak istiyoruz. Bize göre bu, ne AKP eliyle uygulanan küresel sermaye ve Türkiye büyük burjuvazisinin programından ne de ona karşı şovenist çığlıklarla ortaya çıkan CHP-MHP programıyla mümkün (bunlara her türden ulusalcı program da dahil). Her iki kanat da burjuvazinin bir kesiminin, ne demokrasiyle ne de özgürlükle herhangi bir alakası olmayan programlarını temsil ediyorlar. Ve sermaye barış için değil, daha fazla kâr için yaşadığından özellikle Ortadoğu gibi bir bölgeye onların barış getireceğini düşünmek için oldukça saf olmak gerekiyor (sanki dünyanın birçok yerinde savaşları onlar sürdürmüyormuş gibi ve yine Türkiye devleti de onlara “küçük ortak” olarak da olsa eşlik etmiyormuş gibi!). Katliamları kutsayan CHP-MHP kanadını ise anmaya bile gerek duymuyoruz. Öyleyse barışın ve demokrasinin, herhangi bir ulusal ezme ezilme ilişkisinden ve savaşlardan hiçbir çıkarı olmayan işçi sınıfının enternasyonal mücadelesiyle gerçeklik kazanabileceği bir kez daha öne çıkıyor. Evet, hiç süphesiz işçi sınıfının böylesi örgütsüz olduğu bir dönemde bu ihtimalin maddi bir güç olarak öne çıkması oldukça zor görünse de, başka bir çözüm, tarihin defalarca kanıtladığı üzere mümkün değil.
Kozmik Oda
Bülent Arınç'a suikast iddiası ile başlayan Kozmik Oda aramaları da bir diğer öne çıkan konu oldu. Seferberlik Tetkik Kurulu'ndaki Kozmik Oda'da bu yazı yazılırken 6. arama sürdürülüyordu. Bu konuyu da net bir şekilde anlayabilmek için, yukarıdaki perspektifi yitirmemenin oldukça önemli olduğu kanısındayız. Dikkatli bakılmadığında farkedilmese de, yaşanan bu gelişmeler birbirleriyle oldukça bağlantılı: Türkiye'nin son yıllarda gelişen dış siyasetinin içerideki yansımaları ve bunların birbirlerini karşılıklı olarak etkilemeleri, devlet içinde bir çatışma olmadan sancısız gerçekleşecek değildir, Arınç olayı ve ardından gelen aramalar bunun bir diğer yüzüdür. İlk olarak, devletin kabuk değiştirdiği tespitini yapmak gerekiyor. Bunun ardında, küresel kapitalizmin ulaştığı nokta ve verili durumun, devletleri yeniden yapılanmaya, geçmiş sosyo-ekonomik modele uygun eskimiş kabuğunu atmaya zorluyor oluşu yatıyor. Bunu da elbette, bu topraklarda küresel sermayenin ve Türkiye burjuvazisinin siyasi temsilcisi AKP hükümeti yürütüyor. Ergenekon operasyonları bunun ilk adımıydı ve küreselleşmeci burjuvazinin önünde potansiyel olarak engel teşkil eden otlar budandı (bunu AKP'nin muhalefeti de susturmak için kullanıyor olması asıl amacı ortadan kaldırmıyor). Askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasının önünün açılmasının birkaç aylık bir geçmişinin olması da tesadüf değil. Bugün, devlet içerisindeki zararlı otlar -ulusalcı güçler- budanıyor, hem de hükümet-ordu işbirliği ile. Bu iki kurumun arasında tam bir mutabakat olduğu elbette söylenemez. Ancak her ikisi de sermayenin azami programı çerçevesinde birlikte hareket etmek durumundalar. Genelkurmay'ın yaptığı kimi müdahaleleri, geleneksel iktidarının yavaş yavaş azaltılıyor olmasına verdiği olağan tepkiler olarak görmek gerekiyor.
Derin devletin kalbi olarak işlev gören bir kuruma sivil bir yargıcın giriyor olması neyi değiştirecek derseniz... Elbette, buradaki tüm gizli kayıtlar, yani darbelerin, katliamların (Maraş, Çorum, 1 Mayıs, Sivas vd.), 12 Eylül askeri diktatörlük sürecinin, 90'ların başındaki “fail meçhul” Kürt cinayetlerinin sorumlularından hesap sorulacağını zannetmek komik olur. Elbette hükümetin niyeti bu değil (aslında işi de bu değil, bu işçi sınıfının görevi), yine niyeti ordu içerisinde çete gibi çalışan bir kurumu tasfiye etmek, oraya “hukuk” getirmek de değil kimilerinin iddia ettiği gibi. Derin devlet, burjuva devletlerinde hiçbir zaman tasfiye edilmez, yalnızca günün değişen koşullarına ve sermayenin ihtiyaçlarına göre deri değiştirir, yeni döneme uygun bir çerçeveye sokulur. Bugün yapılan budur. Dolayısıyla bizler ne devletin “eskimiş” kısımlarıyla uğraşan AKP'yi, ne de birçok katliamdan sorumlu kontrgerillaya sahip çıkan bir diğer burjuva kanadı destekleyecek değiliz. Kozmik Oda'dan adalet çıkacaksa, yani tüm devlet suçları açığa çıkarılıp, gizli örgütlenmeler dağıtılacaksa bunu yalnızca işçi sınıfı yapabilir, yapmalıdır.
İran
2009’un Haziran ayında, İran’da Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılmıştı. Ahmedinejad, tekrar seçilmiş olarak göreve devam edecekti. Fakat seçim dönemi boyunca, reformcuların lideri olarak öne çıkan Mir Hüseyin Musavi ile Ahmedinejad ve yönetimde ciddi ağırlığı olan dini liderlerin temsil ettiği devlet kadroları arasında yaşanan çekişme, seçim sonrasında da artarak sürdü. Musavi önderliğindeki reformcular seçimlere hile karıştırıldığını dolayısıyla seçimlerin yasal olmadığını ifade ettiler. Rejim yanlıları ve reformcular arasındaki çekişme hızla sokağa taşındı. Kısa süre içerisinde, gerici ve baskıcı rejimin dayatmalarından bıkan, yoksulluk ve işsizlik eliyle gırtlağına basılan halk toplumsal muhalefeti kendiliğinden bir biçimde yükseltti.
Özellikle kadınlar ve öğrenci gençlik arasında güçlenen reformcu hareket, gerici düzenin kolluk güçleri ile karşı karşıya geldi. Sokaklar savaş alanına döndü, sokak ortasında infazlar, gözaltılar ve tutuklamalar yaşandı. Daha fazla özgürlük ve daha fazla demokrasi gibi taleplerle harekete geçen kitleler, zaman zaman doğrudan rejimi hedef alan bir söylemi de yükselttiler. Fakat toplumsal muhalefet, kendiliğindenliği, örgütsüzlüğü ve yalnızca reformcu burjuva Musavi önderliğine mahkum kalması sonucu, gerici rejimin demirden yumruğu ile bir süre geri çekilmek zorunda kaldı.
Ama bu sürekli bir geri çekilme olmadı, reform yanlıları ve devrimci taleplerle ortaya çıkan kitleler, gerici devlet aygıtının tüm engellemelerine, tüm sansür ve kısıtlamalarına rağmen dinamik kaldılar. Özellikle son günlerde yaşananlar bu durumu daha iyi görmemize neden oldu. Aralık ayında bir kez daha sokaklara dökülen kitleler, taleplerini kararlı bir şekilde dile getirdi. Bu kararlı tavra düzen güçlerinin yanıtı da beklendiği üzere oldukça şiddetli oldu. Öğrenebildiğimiz kadarı ile 38 kişi çıkan sokak çatışmalarından öldürüldü, yüzlerce kişi göz altına alındı.
Kitle hareketine yön verecek derecede güçlü bir Marksist partinin bulunmadığı İran’da, kitlelerin direncinin taleplerini gerçekleştirmeye yetecek etkiyi yaratması pek kolay görünmüyor. Muhalefet içindeki en güçlü önder konumunda olan Musavi’ye de bir güven beslememeli. O, rejimin boğucu etkisini azaltma ve kitlelerin taleplerini kendi “makul”üne indirgemeyi seçecektir. Burjuva Musavi önderliğinin, gerici rejim karşısındaki muhalefetinin kararlılığı çatışmalar doruk noktasına ulaştığında anlaşılacak.
İran’da yaşan sürecin bize öğrettiği en önemli derslerden biri şu aslında; egemenlerin geniş kitleler üzerindeki denetimi, baskısı ve zoru ne derece güçlü ve görünürde bağlayıcı olursa olsun, kitleler kendi talepleri ile bir kez ayağa kalktıklarında onları durdurmak kolay değildir artık. İslam Devrimi sonrası ile birlikte kafalarda yaratılan İran imajı düşünülürse bu dersin anlamı daha açık olarak ortaya çıkar.
i-s
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder