Bizi çok büyük bir acı içinde bırakan iki ağır kaybı aynı anda yaşadık. Adları proleter devrimin büyük kitabında sonsuza kadar yer alacak olan iki lider aramızdan ayrıldı: Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg. Korkunç bir biçimde can verdiler. Katledildiler. Artık aramızda değiller!
Zaten tanınıyorduysa da, Karl Liebknecht’in adı, Avrupa’daki korkunç boğazlaşmanın ilk aylarından itibaren dünya çapında bir önem kazandı. Onun ismi, devrimci onurun adı ve gelecekteki zaferin andı olarak yankılandı. Alman militarizminin ilk cümbüşlerini yapıp, ilk şeytani zaferlerini kutladığı; Alman
güçlerinin Belçika kalelerini karton evler gibi silip süpürerek Belçika içinde fırtına gibi estiği; 420 milimetrelik Alman toplarının tüm Avrupa’yı Wilhelm’in önünde diz çöktürüp köleleştirmiş göründüğü; hem yurt dışında (ezilmiş bir Belçika ve kuzeyi Almanya tarafından işgal edilmiş bir Fransa) hem de yurt içinde (sadece Alman büyük toprak sahipleri sınıfının, Alman burjuvazisinin ve şovenist orta sınıfın değil, son olarak ve en az bunlar kadar, Alman işçi sınıfının resmi partisinin de) her şeyin –en azından görünüşte– boyun eğdiği Alman militarizmi önünde, liderliğini Scheidemann ve Ebert’in yaptığı Alman resmi sosyal-demokrasisinin bile yurtsever dizleri üzerine çöktüğü o ilk günlerde ve haftalarda; o kara, korkunç ve kötü günlerde, Almanya’da isyankâr bir karşı çıkış, öfke ve lanetleme sesi yükseldi; bu Karl Liebknecht’in sesiydi. Ve bu ses bütün dünyada yankılandı.
...
Aslında Liebknecht, o zaman bile yalnız değildi. Cesur, şaşmaz ve kahraman Rosa Luxemburg, savaşın daha ilk gününden itibaren onunla omuz omuza öne atılmıştı. Alman parlamentarizminin kanunsuzluğu, Rosa Luxemburg’a, Liebknecht’inki gibi muhalefetini parlamento kürsüsünden başlatma olanağı tanımadığı için, onun adı daha az duyuldu. Fakat Alman işçi sınıfının en iyi unsurlarının uyanışındaki katkısı, kavgada ve ölümde yoldaşı olan Liebknecht’ten hiç de daha az değildi. Mizaçça çok farklı ve bir o kadar da yakın olan bu iki savaşçı, birbirlerini tamamladılar, ortak bir amaca boyun eğmez bir kararlılıkla yürüyerek ölümü birlikte karşıladılar ve isimleri tarihe birlikte yazıldı.
... Liebknecht, gençlik içindeki çalışmaları ve Hohenzollern’in askeri aygıtına karşı mücadelesi sırasında gösterdiği büyük cesaretle dikkat çekmişti. Son olarak o, gerçek büyüklüğünü, tüm atmosferi şovenizmin mikroplu havasıyla dolu olan Alman Parlamentosunda, burjuvazinin savaş kışkırtıcılığına ve sosyal-demokrasinin ihanetine karşı sesini yükselttiğinde; ve bir asker olarak, Berlin’in Potsdam Meydanında, burjuvaziye ve onun militarizmine karşı ayaklanma bayrağını açtığında gösterdi. Tutuklandı. Hücre hapsi ve çalışma kampı, cesaretini kıramadı. Hücresinde beklemiş ve isabetle öngörüde bulunmuştu. Geçen yılın Kasımında devrim tarafından özgürleştirilen Liebknecht, derhal Alman işçi sınıfının en iyi ve en kararlı unsurlarının başına geçti. Spartaküs, kendini Spartakistlerin saflarında buldu ve onların bayrağını taşırken öldü.
Rosa Luxemburg’un adı, diğer ülkelerde, Rusya’da olduğundan biraz daha az bilinir. Fakat onun, hiçbir bakımdan Karl Liebknecht’ten daha az önemli bir kişilik olmadığı kesindir. Kısa boylu, narin, soluk fakat soylu yüzlü, güzel gözlü, parlak zekâlı bu kadın, düşünsel cesaretiyle herkesi çarpıyordu. Marksist yönteme, bedeninin organları gibi hâkimdi. Marksizmin onun damarlarında dolaştığı söylenebilirdi.
...
Rosa, savaşın ilk gününden, daha doğrusu ilk saatinden itibaren, şovenizme, yurtsever arsızlığa, Kautsky ve Haase’nin yalpalamalarına ve merkezcilerin belkemiksizliğine karşı çıkmak ve proletaryanın devrimci bağımsızlığını, enternasyonalizmi ve proleter devrimi savunmak için bir seferberlik başlattı.
Evet, Karl ile Rosa birbirlerini tamamlıyorlardı!
Teorik düşünme ve genelleme yeteneğiyle Rosa, sadece karşıtlarından değil, aynı zamanda yoldaşlarından da ilerideydi. Çok zeki bir kadındı. Onun gergin, kesin, parlak ve amansız üslûbu, daima, düşüncesinin hakiki bir aynası olarak kalacak.
Liebknecht bir teorisyen değildi. O doğrudan bir eylem adamıydı. Atılgan ve ateşli bir mizaca, olağanüstü bir politik sezgiye, içinde bulunulan şartlara ve kitlelerin ruh haline dair üstün bir farkındalığa ve nihayet eşsiz bir devrimci girişkenlik cesaretine sahipti.
Almanya’nın 9 Kasım 1918’den sonra içinde bulunduğu iç ve dış koşulların bir analizi kadar devrimci bir öngörü de öncelikle Rosa Luxemburg’dan beklenebilirdi ve beklenmeliydi. Acil bir eylem ve zamanı geldiğinde silahlı bir ayaklanma çağrısı ise, çok büyük olasılıkla Liebknecht’ten gelirdi. Bu iki savaşçı, birbirlerini daha iyi tamamlayamazlardı.
Luxemburg ve Liebknecht, bu yorulmak bilmeyen devrimci adam ve ödünsüz devrimci kadın, hapisten çıkar çıkmaz omuz omuza verdiler ve proleter devrimin yeni muharebeleri ve denemelerini omuzlamak üzere, Alman işçi sınıfının en iyi unsurlarının başına geçtiler. Ancak bu yolun daha ilk adımlarında hain bir darbe ikisini de aldı götürdü.
... Düşmanın eli onları sıkıca yakaladı ve boğdu. Ne büyük bir darbe, ne büyük bir acı ve ne büyük bir ihanet! Alman Komünist Partisinin en önemli liderleri, bizim büyük yoldaşlarımız artık hayatta değiller. Onların katilleri Sosyal-Demokrat partinin bayrağı altında duruyorlar ve bu parti varlık meşruiyetini başkasından değil Karl Marx’tan aldığını iddia etme yüzsüzlüğü sergiliyor! Ne büyük bir çarpıtma! Ne büyük bir maskaralık! Bir düşünün yoldaşlar: Belçika’nın bozguna uğratıldığı ve Fransa’nın kuzeyinin ele geçirildiği savaşın ilk günlerinden beri, azgın Alman militarizmini destekleyen, Brest barışı esnasında Alman militarizminin çıkarları için Ekim Devrimine ihanet eden “Marksist” Alman Sosyal-Demokrasisi, “işçi sınıfının anası”; işte o parti, bugün liderleri Scheidemann ve Ebert’in, Enternasyonal’in kahramanlarını, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’u öldürmek için uğursuz çeteler örgütlediği partidir!
Ne korkunç bir tarihsel yoldan çıkma! Geçmiş çağlara göz attığınızda, bu durumla Hıristiyanlığın tarihsel yazgısı arasında belirli bir paralellik bulabilirsiniz: Kölelerin, balıkçıların, emekçilerin, mazlumların ve köleci toplumun ezdiği tüm insanların İncil öğretisi, yoksul insanların tarihsel olarak ortaya çıkmış bu öğretisi; zenginler, krallar, soylular, başpiskoposlar, tefeciler, patrikler, bankerler ve Roma’daki Papa tarafından ele geçirilmiş ve bunların işlediği suçlar için bir kılıf haline getirilmişti. Yine de, hiç kuşkusuz, pleblerin bilincinden doğan ilk Hıristiyanlık ile resmi Katoliklik ve Ortodoksluk arasındaki fark, Marx’ın devrimci düşünce ve eylemin özü olan öğretisi ile bütün ülkelerin Scheidemann ve Ebert’lerinin pazarlayarak geçindiği burjuva düşüncesinin beş para etmez artıkları arasındaki uçurum kadar büyük değildir. Sosyal-demokrasinin liderleri aracılığıyla burjuvazi, proletaryanın düşünsel mirasını yağmalamaya ve haydutluğunu Marksizm bayrağıyla örtmeye kalkmıştır.
...
Burada, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg için, bir veda şarkısı söyledik. Liderler öldüler. Onları bir daha canlı olarak görmeyeceğiz. Fakat yoldaşlar, zaten kaçınız onları yaşarken bir kez olsun görmüştü ki? Çok küçük bir kısmınız. Buna karşın, şu son aylar ve yıllar boyunca Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg sürekli aramızdaydılar. Toplantılarda ve kongrelerde, Karl Liebknecht’i onursal başkan olarak seçtiniz. O burada hiç bulunmadı –Rusya’ya girmeyi başaramamıştı–, ama hep aranızda oldu; masanızda, onurlu bir konuk olarak, bir yakınınız olarak oturdu. Çünkü bizim için onun ismi, sadece belirli bir insanın ismi olmaktan çıkıp işçi sınıfının en iyi, en cesur ve en soylu özelliklerinin adı haline geldi. Aramızdan herhangi biri, yaşamını ezilenlere adamış, tepeden tırnağa çelikleşmiş, düşman karşısında bayrağı asla elden bırakmayan bir insan tasavvur etmeye çalıştığında, aklımıza hemen Karl Liebknecht’in adı gelir. O, halkların belleğine ve bilincine bir eylem kahramanı olarak kazındı. Hezeyan içindeki düşman kampta zafer kazanan militarizm her şeyi ezip geçtiğinde, görev karşı çıkmak iken herkes sessizliğe büründüğünde, nefes alacak hiçbir yer kalmamış gibi göründüğünde, onun, Karl Liebknecht’in militan sesi yükseldi: “Siz, zalim yöneticiler, askeri caniler, yağmacılar; siz, dalkavuk uşaklar, uzlaşmacılar; Belçika’yı ayaklar altına alıyor, Fransa’yı yıldırıyor, tüm dünyayı ezmek istiyorsunuz ve kimsenin sizden hesap soramayacağını sanıyorsunuz. Fakat açıkça söylüyorum: biz, bir avuç insan, sizden korkmuyoruz, size savaş ilan ediyoruz ve kitleleri ayaklandırarak bu savaşı sonuna kadar götüreceğiz!” Liebknecht’i dünya proletaryası için unutulmaz bir kişilik haline getiren şey, işte bu yiğitçe kararlılık ve eylemci kahramanlıktır.
Ve Liebknecht’in yanında, dünya proletaryasının, cesarette ondan aşağı kalmayan bir savaşçısı, Rosa Luxemburg vardı. Savaş mevzilerindeki trajik ölümleri, onların adlarını, özel ve kopmaz bir bağla birbirine bağlamıştır. Bundan böyle, adları daima birlikte anılacaktır: Karl ve Rosa, Liebknecht ve Luxemburg!
...
Bizim için Liebknecht, sadece bir Alman lider; Rosa Luxemburg da sadece Alman işçilerine önderlik eden bir Polonyalı sosyalist değildir. Hayır, onlar tüm dünya proletaryasının yakınlarıdır ve hepimiz, onlara kopmaz manevi bağlarla bağlıyız. Onlar son nefeslerine kadar, herhangi bir ulusa değil, Enternasyonal’e ait oldular.
...
Ocak 1919
Lev Troçki
(kısaltılmış halidir)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder